Nedim Saban
Toplumumuzda başarıya tahammülümüz yok dersem çok mu abartmış olurum? Galatasaraylıyım ama Fenerbahçe’ye yapılan şike operasyonunu, kısıtlı futbol bilgime rağmen, ofsayta düşmemeye çalışarak izliyorum. Suçlular varsa, tabii ki cezalandırılır ama öyle bir baskı var ki, Fenerbahçeli futbolcuların artık iyi bir performans sağlamaları gittikçe zorlaşıyor.
Futbolda çok büyük paralar döndüğü için, tabii ki yolsuzlukların üzerine gidin, bunu da yapmaya cesaret gösteren ilk hükümet olun, ama bunu öyle bir hassasiyet içinde yapın ki, takım ruhunu öldürmeyin.
Yurtdışında bir çocuk lisede futbol, tenis, voleybol şampiyonuysa, hangi ülkeden gelirse gelsin saygın üniversitelere yüksek bursla kabul edilir çünkü o üniversitenin sadece spor takımını değil, takım ruhunu geliştireceği iyi bilinir. Kaldı ki, başarılı futbolcu mezun olduğunda, okulunun adını en iyi şekilde temsil edecek, belki bazı röportajlarında dillendirerek, dolaylı da olsa mezun olduğu okuluna prestij kazandıracaktır.
Bizde ise, başarılıysanız cezalandırılırsınız. Türkiye daha çok onuncudan sonrakilerin (bazen de sonuncuların) sevildiği bir memlekettir! Her birincinin, ortalarda yer alan ‘ortalama’ başarıdaki kişilerin yerini sarsacağından korkulur çünkü.
Tiyatromuzda da farklı değil bu! Nice dahiler vardır ki, evlerinde oturmaya, üretememeye mahkûm edilir, çünkü özellikle ödenekli tiyatrolarda, o tiyatroyu ele geçirmiş olan klanın karşısında bir tehlike oluşturur.
Oysa başarı paylaşıldığı zaman güzeldir. Birinciler, birinciliklerini paylaşacak olgunluktadır çünkü kendilerine güvenleri vardır. Onlar, birinciliğin bir kerelik bir başarı olmadığını çok iyi bilir. Oysa ‘ortada sallananlar’ mesela politikada Deniz Baykal gibilere sırtlarını yaslayarak, ‘zorunlu’ olarak başarılı seçmek zorunda kaldıklarımız arasına girer. Hazır sol demişken, Kılıçdaroğlu’nun da Türkiye’de alternatif yaratabilecek öyle dahi kadroların önünü açtığı söylenemez. Sosyal demokrasiyi yanlış anlayarak, sosyalleşme sanır bizim solcularımız! Bu yüzden de devamlı “sen kimlerdensin”, “arkanda hangi köyün, aşiretin oyları şimdilerdeki deyimle hangi tarikatlar var” gibi sorularla, başarılı olabilecek insanların önünü önden keserler.
Bu hafta rating operasyonunu da gördü bu gözler. Türkiye’nin zevklerinin kabaca birkaç deneğe teslim edilmesine oldum olası karşı çıktım, fakat operasyon için seçilen şirketlerin büyük bölümü hep birinciliklere imza atanlar. Biz birincilikleri hep sorguladığımız için, operasyonun oradan başlaması normal sayılabilir ama bu durumda dördüncülüğe beşinciliğe razı olarak küpünü dolduranlar, sakin sakin hayatlarına devam eder.
Televizyon ratingleri, anında reklamla ödüllendirildiği için, bu hafta reklamcılar bile “pastayı yanlış mı kestik” diye panikledi. Büyük paralar dönen sektörü sorgulayan adalet mekanizması konusunda boynumuz tabii ki kıldan ince, ancak ne yazık ki kılıçlar çok fazla keskince!
Beğenin ya da beğenmeyin ‘Muhteşem Yüzyıl’ en azından bir tabuyu yıkmış ve merak uyandırdığı için izlenmiştir, her daim birinci olan “Fatmagül’ün Suçu Ne”, başarılı senaryosu tarafından, ilk bölümdeki iğrenç tecavüz sahnesine rağmen artık sosyal mesajlar vererek başarıyla toparlanmıştır. Genelde pazar geceleri birinciliği elde eden ‘Umutsuz Ev Kadınları’, zoru başararak çok başarılı bir adaptasyon ve çok iyi oyunculuklarla öne fırlamıştır.
Rating skalasıyla oynayan varsa tabii ki cezalandırılmalı! Sadece reklam pastasını çaldıkları için değil, kimi zaman aşırıya kaçarak Türkiye halkının zevkini körelttikleri için bile ağır ceza almalılar. Ancak, bu operasyonun gelişmeleri ve yansımaları, yine birincileri tahttan indirmeye dönüştü. Gazetelerde başarılı yapım firmalarının sevilen yapımları ‘suç işlemiş’ gibi boy boy yer aldı.
Birincilerin başına hep çorap örülen ve sizden ‘ortalarda bir yerde karışmayan görüşmeyen vatandaş olmanız istenen’ toplumda palyaçoluk yapmaya var mısınız? Çünkü yakında Tiyatrokare’de sahneleyeceğimiz Emile Ajar’ın ‘Onca Yoksulluk Varken’ adlı yapıtında belirttiği gibi, palyaçolar ölümsüzdür.
Sanat, ölümsüzlüğü insan vücudunda olamasa bile hayata taşımak olduğuna göre, birinci olmasına tahammül edilemeyen sanatçıların palyaçolara dönüşmeleri (aman palyanço demeyin) çok iyi fikir değil mi?
Bir yaşam koçundan, insanın vücudunun sol kısmında çocukluğu barındığını öğrendim. Yani beynimizin sağ kısmıyla komut verdiğimiz sol tarafımızda yaratıcılığı ve büyüdükçe yitirdiğimiz komikliği, sıcaklığı yaşatıyormuşuz.
Bu durumda toplumun otuzbirincileri tarafından hakları yenilmiş, bir sanal birinci olmaktansa, gelin hep birlikte palyaço olalım. Nasılsa palyaço olarak düzenin karşısında durmak daha kolaydır, çünkü en basitinden sürekli pantolonu düşen bir adamı kimse ciddiye almaz ve düzeni bozmakla suçlamaz!
Bu nedenle Tiyatro Boyalı Kuş’un Sınır Tanımayan Palyaçolar’ın İsveç başkanı, Stockholm Sahne Sanatları Akademisi’nde eğitmen olan Pelle Hanæus’u, 2/4 Ocak tarihleri arasında İstanbul’da konuk ederek, palyaçoluğa giriş semineri düzenlemesi gerçekten bulunmaz bir fırsat!
Şimdi palyaço olmaya cesaret edecek ciddi kişilere gereksinimimiz var. Alışveriş merkezlerinde çocukların yüzlerini boyayan palyaçolar değil, düzeni ti’ye alabilecek kadar cesur, gerekirse ‘ortada duran, ortaklama insanlar tarafından’ itilmekten kakılmaktan korkmayan palyaçolara!