“İnşaat Ya Resulullah”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Özgür Eren

Bu yazının başlığı bana ait değil. O nedenle tırnak içinde yazma ihtiyacı hissettim. Başlık Birikim Dergisi’nin Ekim 2011 sayısına ait. Tiyatro Boğaziçi olarak, Türkiye’deki neo-liberal dönüşümün ortaya çıkardığı dramatik çelişkilere odaklanan bir tiyatro projesi üzerinde çalışıyoruz. Bu çalışma, yaklaşık on yıldır yaşadığımız dönüşümü tanımlayabilme ve bunu sanatlı bir şekilde ifade etme ihtiyacından kaynaklanıyor. İşin ekonomik boyutu üzerine düşünüldüğünde ekonomik büyüme, artan çalışma saatleri, esnek üretim biçimi ve taşeronlaşmanın getirdiği sorunlar gibi başlıklar koymak mümkün. Ayrıca biraz derinleşildiğinde ekonomik büyümenin ağırlıklı olarak inşaat sektörü öncülüğünde gerçekleştiği görülebiliyor. Bu konuda yazılmış güncel analizleri ararken Birikim’in kullandığı başlık oldukça çarpıcı göründü. Farklı bakış açılarından yazılmış yazılar bir araya getirilerek inşaat sektörü üzerine bir dosya hazırlanmış. Dosyayı okuduğumda ise içinde bulunduğumuz süreci açıklayan önemli yazılarla karşılaştığımı belirtmeliyim.

Yaklaşık on yıldır duble yollar, tüneller, köprüler, Marmaray’lar, toplu konutlarla ciddi bir şekilde gündemimize giren inşaat faaliyeti, seçimlere endeksli bir icraat gösterisi olmaktan çıkıp artık yaşam tarzımızın bir parçası olmaya başladı. Sadece televizyonda yayınlanan konut projesi reklamları bile çılgınca bir yarışa girildiğini gözler önüne seriyor. Köşede birikmiş üç beş kuruşu olan bir çok insanın dahil olduğu, dahil olmayanların da “kaçmadan bu trene biz de binsek” diye gıptayla izlediği bir rant çılgınlığı bu. Öyle bir çılgınlık ki, bin civarında insanın öldüğü rivayet edilen Van depremlerinin yol açtığı hasar bile kentsel dönüşüm ve toplu konut projeleri için bir fırsat olarak görülebiliyor. Yeni Van’ı kurmak için müteahhitler kollarını sıvadı bile.

Hafızaları tazeleyelim, benzer bir inşaat dönemini hatırlayalım: İkinci Boğaz Köprüsü’nün inşaatı ile sükse yapan Turgut Özal’lı ANAP dönemi. “İcraatın İçinden” programında Turgut Özal, İkinci Köprü’de son sürat sürdüğü arabada yanındaki Semra Özal’a “koy bir kaset de neşemizi bulalım” derken yapılan inşaatlarla güçlenen bir Türkiye imajını öne çıkarıyordu.

‘90’lı yıllarda iç savaşın tırmanmasıyla verilen bir on yıllık aradan sonra aynı imge dönüşüm geçirerek tekrar karşımıza çıkıyor. İhsan Eliaçık’ın yazısındaki bir ifadeden alıntı yaparak Birikim Dergisi’nin öne çıkardığı başlık da (“İnşaat Ya Resulullah”) bu inşaat faaliyetinin yürütücüsünü ve müsebbibini imliyor: Türkiye’deki dönüşümde ön plana çıkarılan yeni kapitalist-islami ideoloji.

Osman Balaban, Birikim Dergisi’ndeki “İnşaat Sektörü Neyin Lokomotifi?” başlıklı yazısında son dönemde bolca dillendirilen “ekonomik büyüme”nin temel motorunun inşaat sektörü olduğunu söylüyor. İnşaat sektörünün Türkiye’de iki farklı büyüme dönemi yaşadığını belirten Balaban, dünyanın başka ülkelerinde de buna benzer kalkınma stratejilerinin olduğunu Tayvan, Hong-Kong ve Japonya örnekleriyle açıklıyor. Türkiye’deki ilk büyüme dönemi neo-liberal dönüşüm ve bütünleşmenin ilk etabı olan darbe sonrası 80’lerde yaşandı. İkinci büyüme dönemi ise 2001’deki ekonomik krizin ardından inşaat sektörüne dönük yatırımların giderek artırılmasıyla yaşanıyor. Balaban’ın dikkat çektiği önemli bir kurum var: TOKİ. Bizzat devlet eliyle sınırsız yetkilerle donatılan TOKİ, kişiye ya da kamuya ait arazi ve arsaların yeni inşaatlara açılması konusunda müthiş bir kolaylık sağlıyor. Ancak TOKİ’nin başka bir işlevi olduğunu da söyleyelim. 2000’li yıllardaki dönüşüme damgasını vuran AKP iktidarı, uyguladığı neo-liberal politikalarla reel ücretlerin düşmesine ve sosyal devlet olanaklarının tasfiye edilmesine neden oldu. İşte TOKİ bu noktada devreye giriyor. Alt ve orta gelir gruplarına dönük konut projeleri ve uzun süreli kredi temini politikalarıyla bu kesimlerin kentsel ranttan pay almaları sağlanarak barınma maliyetleri azaltılıyor. Böylelikle toplumun büyük kesiminin rızası alınarak siyasi çıkar elde ediliyor. Yani inşaat sektörü sadece ekonomik anlamda değil, siyasi anlamda da lokomotif işlevi ediniyor.

Dosyadaki bir diğer yazı Sinan T. Gülhan’a ait. “Konuta Hücüm” başlıklı bu yazı Türkiye’deki müteahhitlik kurumunun geçirdiği değişim üzerine odaklanıyor. Öncelikle devlet müteahhitliğinin eski dönemde nasıl işlediği anlatılıyor. Devlet ihaleleriyle başlayıp bakanlık onayıyla biten süreçlerde nasıl bir bürokrasinin işlediği ve müteahhitlerin bürokrasinin içinde kendi yollarını bulabilmek için geçmeleri gereken rüşvet aşamaları bir bir tarif ediliyor. Gülhan günümüzün trendlerini analiz ederek bu müteahhit tipolojisinin değişmeye başladığını belirtiyor. TOKİ aracılığıyla dar gelirli kesimlerden arındırılan gecekondu bölgeleri yeniden inşa edilerek geniş kredi olanaklarıyla orta sınıfa ve beyaz yakalılara satılıyor. Gülhan, bu konut edinme modasını vahşi batıdaki altına hücum akınlarına benzeterek “konuta hücum” olarak adlandırıyor. Pazar günü boş bir öğleden sonranızda çoluk çocuk piknik yapmaya gidiyorsunuz. Ancak bu piknikler kırda bayırda değil, bir konut geliştirici firmanın satış ofisinde gerçekleşiyor. Sucuk ekmek yerken sizin için dayanıp döşenmiş örnek dairelere de bakabiliyorsunuz. Eğer erken giderseniz bedava kahvaltının yanında, aldığınız konutu beğenmediğiniz takdirde inşaat bitiminde geri iade etme hakkını bile elde edebilirsiniz. İşte bu satış ofislerine gittiğinizde sizi müteahhitler değil, “gayrimenkul geliştiricileri” (real estate developer) karşılıyor. Kesinlikle müteahhit olduklarını kabul etmiyorlar, çünkü yaptıkları iş eski anlamda devlet müteahhitliği değil. TOKİ onlar için gerekli olan arazileri zaten gasp ediyor, gerekli izinleri, prosedürleri vs. sağlıyor. Onların yapması gereken, sermayeyi ortaya koymak ve TOKİ ile “gerekli ilişkiyi” kurabilmek. Eskiden binlerce işçi, yüzlerce mühendis çalıştıran büyük inşaat şirketleri varken, artık bünyesinde zengin patronlar, bir kaç mühendis, ama yüzlerce satış ve pazarlama elemanı çalıştıran ve gelirinin önemli bir kısmını tanıtıma harcayan dev cüsseli – küçük beyinli gayrimenkul geliştirme şirketleri var. Bu tür şirketlerin en belirleyici özelliği, yapılacak işin büyük kısmını taşeronlara havale etmeleri; onlar da alt taşeronlara, alt taşreonlar da daha alt taşeronlara havale ediyor. Bu zincirin en altında yer alan işçinin geliri ise yukarıdan aşağıya süzülerek gelen mebla ne ise o oluyor. O işçinin pazarlık gücü ise bu karmaşık yapı içinde oldukça önemsiz bir faktöre dönüşüyor.

Gülhan’ın çizdiği gayrimenkul geliştiricisine verilebilecek en iyi örnek, televizyon programlarından ve reklamlardan düşmeyen Ali Ağaoğlu. Dosyadaki bir diğer yazı da onu anlatıyor: “Şantiyeler Kralı”: Bir Yeni Zaman Muktediri Olarak Ağaoğlu. H. Bahadır Türk, bu yazıda Ağaoğlu’nun medyadaki görüntüsünün bilinçli bir pazarlama stratejisi olduğunun altını çiziyor. Onlarca arabası olan, istediği kadınla birlikte olabilen, günün 16 saatini çalışarak geçiren, katıldığı bir TV programında “cebinizde şu an ne kadar para var?” sorusuna pantolon ve ceketinin cebinden çıkardığı binlerce lira ile cevap veren zengin bir iş adamının global krizden etkilenmesi mümkün mü hiç? Paranızı ona güvenle yatırabilirsiniz. Başladığı işi bitiremeyen, sahtekar müteahhit tipi ile uzaktan yakından ilgisi yoktur onun. Ağaoğlu, basına verdiği her söyleşide güçlü erkek imajını tekrarlamaktan geri durmuyor: “araba, kadın, silah ve para”. Koç ve Sabancı’nın çizdiği “geleneklere saygılı, mütevazi zengin” imajından oldukça farklı olan bu PR biçimi, Amerika’lı Donald Trump gibi iş adamlarının PR’ına daha yakın duruyor. Bu arada geçen hafta yine bir TV programına konuk olan Ağaoğlu’na Birikim Dergisi’nin Ekim sayısındaki eleştiriler aktarıldığında, kendisinin “beni seven olduğu kadar sevmeyen de vardır, normal karşılarım, herkesin düşüncesi kendine” gibi sözler sarfettiğini de aktaralım. O derece de alçak gönüllü.

Dergide bahsedilmeden geçilemeyecek bir yazı daha var, o da İhsan Eliaçık’ın yazısı. İslamiyetle kapitalizmin uzlaşmayan yönlerini vurgulayan konuşmaları ve yazılaryla bilinen Eliaçık, “Paranın dini imanı olur mu versus ‘dava’nın ölümü” başlıklı yazısına Machiavelli’nin devlet adamlarına verdiği öğütlere değinerek başlıyor. Makyevelist bir yaklaşımda devlet bir araç değil, amaçtır. Devlet, devlet için vardır. Devlet amacını gerçekleştirmek için ise bir devlet adamı “güç”ü elinde tutmak durumundadır. Din ise erdem ve ahlak üzerine kurulu bir sistemdir. Erdemsiz bir davranış dini açıdan ne kadar günah ise, devlet adamını güçten düşürecek bir davranış da Makyavelli için o kadar günahtır. Bu yaklaşım üzerinden Machiavelli, güç kazanmanın bir erdem olduğu bir sistem inşa eder. İhsan Eliaçık, Machiavelli’nin bu insanlık dışı öğütlerini sınırsız para biriktirmenin tek erdem olduğu kapitalizm ile benzeştiriyor ve kapitalizm ile islamı uzalaştırmaya çalışan “paraının dini imanı olmaz” yaklaşımının akıl dışılığını vurguluyor. Bu sözün günümüzde, geçmişte içerdiği “ticaret yaptığın kişinin dinine bakılmaz” anlamından oldukça farklı bir anlama büründüğü söylenebilir. İslami “dava”ya sempati ile yaklaşan geniş bir kesimin, kendilerine sunulan zenginlikler uğruna savunduğu değerlerden feragat etmesini ima ediyor bu sözler. Eliaçık bu kesimi net bir şekilde eleştiriyor: “Bugün Türkiye’de gördüğümüz bunlardan başkası değildir. Bir zamanlar ‘Şefaat Ya Resulullah’ diye yola koyulanlar ‘İnşaat Ya Resulullah’, oradan da ‘İktidar Ya Resulullah’a gelmiş bulunuyorlar. Bu, ‘Paranın dini imanı olmaz’ zihniyetinin bir zamanların ‘dava adamlarını’ getirdiği son noktadır. Biz buna ‘dava’nın ölümü diyeceğiz.”[1]

Aydan Çelik

Eliaçık, ‘dava’nın ölümünün nasıl gerçekleştiğini beş madde halinde özetliyor. İlk olarak refah ve konfor geliyor. ‘Dava’ uğruna mücadele ederken elde edilen kazanımlar bir süre sonra ‘dava’nın kendisi olmaya başlıyor. Sohbet toplantıları ya da tefsir dersleri, çaylı pastalı ikram yarışına girilen ziyafetlere dönüşmeye başlıyor.

İkinci aşamada yeni sınıf kendi statükolarını üretiyor. Kariyerizm ve konformizm kendi yazarlarını, gazetecilerini ve sanatçılarını üretmeye başlıyor. Bu bilgi ve kültürle yoğrulan yeni sınıf, kendi gerçekliğine dışarıdan bakanların görüşlerini kısıtladığı için giderek kendi ördüğü duvarların arkasında gömülüyor.

Üçüncü aşamada yeni sınıf konumunu muhafaza etmek için yalan söylemeye başlıyor. “Cenab-ı Hakkın, nimetlerini Salih kulları üzerinde görmek istediğinden” dem vuruluyor. Bu nimetlere sahip olanlar onları kaybetmemek için, sahip olmayanlar da bir an önce sahip olabilmek için birbiri ardına yalan söylemeye başlıyorlar.

Dördüncü semptom ise kendi kendine ihanet. Kardeşlik söylemi, düşmanlığın ve savaşın kışkırtılmasına dönüşüyor, başörtüsü özgürlüğünü savunanlar Kürtçe türkü söylemenin cinayette tahrik edici faktör olduğuna dair yargıya ses çıkarmıyor, adaleti savunanlar avukatların hapse atılmasına göz yumuyor. Bundan on yıl önce söylenenlerin tam tersi söyleniyor.

Son ve öldürücü vuruş ise bütün bunların bir “ideoloji” altında toplanması ile gerçekleşiyor. Saflar keskinleşiyor. Bu ideolojiyi paylaşıyorsanız kapılar açılıyor, eleştiriyorsanız kapanıyor. Ve en nijhayetinde de ‘dava’nın cenazesi kaldırılıyor.

***

Bütün Türkiye’yi bir şantiyeye benzetebiliriz. Ankara’nın kentsel dokusuna nüfuz etmiş eski devlet binalarını görenler bilir. 1930’ların Nazi ideolojisiyle flört eden bir mimari anlayışın ürünü olan, sivil-asker bürokratların doluştuğu o koca binalar yıllar boyunca köylere, gece kondulara tepeden baktılar. Şimdi yıkılmaya yüz tutan o binaların yerine daha büyük, mağrur kuleler dikiliyor. Gecekondu semtleri işgal edilip yerlerine kulelerden oluşan yeni siteler inşa ediliyor. Binalar yapılırken demir ve çimentodan yine çalıyorlar. Ama çalanlar artık müteahhit değil, gayrı menkul geliştirici. Karizmatik, güçlü, yakışıklı ve espirili adamlar onlar. Konforlu ve rahat yaşam hayallerini satıyorlar. Devletin yönetimine eklenen ‘yeni sınıf’, kendi anlayışını taşıyan binaları inşa ediyor. Çılgın projelerle üç liralık toprak on liraya satılıyor. Ancak bütün bu hesaplar şu varsayıma dayalı: ekonomik istikrar sürecek ve yaşadığımız kentlerdeki arsaların fiyatları giderek artacak. Amerika’daki mortgage krizine sebep olan durumun Türkiye’de de gerçekleşebileceği pek akla getirilmiyor. Ya bir gün üç liraya aldığımız arsaları, daireleri on liraya değil de bir liraya satmaya başlarsak ne olacak? Başka sorular sormak da mümkün. Binaları yapanlar bu koşullarda çalışmaya ne kadar devam edecek? Yerinden edilenler hırsız ya da gaspçı olarak geri dönmeye kalkarlarsa ne olacak, o siteleri kim koruyacak?


[1] Paranın dini imanı olur mu versus ‘dava’nın ölümü, İhsan Eliaçık, Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, Ekim 2011, Sayı 270, s. 80

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Özgür Eren

2 yorum

  1. İlk paragrafta bahsedilen tiyatro projesine nasıl bağlanacak diye merak ederek yazıyı okudum ama merakımı gideremedim.
    Öte yandan yazının içeriğinde anlatılan inşaat sektörünü ve mekanizmasını çok iyi bilen biri olarak sanki önce başlık konulmuş ve her şey onu kanıtlamak için yazılmış gibi geldi bana. Hiçbir şey artık kolaylıkla analiz edilebilecek ve bilindik formüllerle açıklanacak kadar yalın, basit değil. İnşaat sektöründe yaşananlar,bugünün nedeni değil sonucu bana göre. Halbuki yazıdan benim anladığım, bugün inşaat ile anlatılıyor.

  2. Şu dönemde yaptığımız çalışmalar nasıl bir tiyatro projesine bağlanacak açıkçası ben de merak ediyorum. Yani proje henüz şekillenme aşamasında olduğu için yazıda da fazla üzerinde durmadım.
    Bu yazı Birikim Dergisi’nin Ekim sayısındaki dosyanın ana hatlarının aktarımını amaçlıyor. Yani başlık, dosyanın başlığı, içerik de dosyadaki temel önem arz ettiğini düşündüğüm bazı tespitler.
    İnşaat sektörünü bilen birisi olan Melih Anık’ın gözlemlerine başvurmak isterim. Hatta bu konuyu kendisiyle yüz yüze konuşmak mümkün olursa çok mutlu olurum.
    Melih Bey’in bu yazıda “bugün inşaatla anlatılıyor” tespitine katılıyorum. Tabi ki günümüzde gerçekleşen neo-liberal değişimi sadece inşaat ile anlatmak mümkün değil. Ancak inşaat, önemli bir metafor oluşturuyor. İçinde yaşadığımız alanların yeniden düzenlenmesi ve şekillendirilmesi olarak baktığımızda, inşaat faaliyeti farklı alanlardaki gelişmeler tarafından belirlenen, ancak aynı zamanda yaşamın kendisini de belirleyen bir olguya dönüşebiliyor.
    Sanırım buna verilebilecek en iyi örnek Van depremleri sonrasında kurulması planlanan Yeni Van şehri. Devlet yeni bir şehir kurmaya hazırlanıyor, ve hazırlıklar gösteriyor ki yeni şehirde yapılacak olan TOKİ konutları asıl olarak deprem sonrasında şehri terk eden orta gelirlileri şehre çekmeye yönelik. Şehri terk edecek imkanı olmayan yoksullara şu anda hizmet götürülmediği gibi, yeni kurulacak şehirde onların yerinin neresi olacağı da muğlak. Bu duruma aslında İstanbul’da uygulanan kentsel dönüşümde de yakınen tanık oluyoruz.
    Dolayısıyla günümüzdeki toplumsal dönüşümü konu alacak bir oyunda inşaatın hem bir arka plan, hem de bir metafor olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Koyu gri cepheli, yüksek tavanlı eski devlet binaları çürümeye yüz tutarken, şehirlerde yükselen kuleler, korunaklı siteler ve devasa bir şantiye… Ölen, yaralanan işçiler… Sitelerdeki rahat yaşama kavuşmak için her türlü ayak oyununa başvuran, sınıf atlamaya çalışan ‘uyanıklar’… Kulelerin tepelerindeki satış ofislerinden varoşlara ağzı sulanarak bakan “gayri menkul geliştiricileri”… Ama Birikim’de yazısı yayınlanan inşaat mühendisi Neşe Gurallar’ın dediği gibi, şantiyede işler ne kadar planlı yürürse yürüsün işin her anı rastlantısal… Şantiyenin barındırdığı kaos her şeye gebe… Bu şantiyeden her türlü yapı çıkabilir, içindekilerin ne yapacağına bağlı…

Yanıtla