Melih Anık
Düşündüklerimi yazmasam kendime ayıp etmiş olacağım; yazınca Engin Alkan’a ayıp etmiş sayacaklar çıkacak. Şimdi bir de Şark Dişçisi’nin prova, prömiyer ve galasında “orada” olan ve oyunu seyrettikten sonra tiyatro camiasında pek az rastlanan bir cömertlikteki beğenileri ile twitter’ı “inleten” tiyatrocuları da üzme riski ile karşı karşıyayım. Bu yazıyı ne zor şartlar altında yazdığımı anlayın yani.
Şark Dişçisi’ni aile dostumuz olan Ermeni kökenli bir çift ile birlikte seyrettim. Oyun sonunda, Alen, Engin Alkan’ın oyun dergisindeki yazısına dikkatimi çekti ve Hagop Baronyan’ı tesadüfen öğrenen “Engin Alkan, ‘Ermeniler hakkında o kadar az şey biliyorum ki ancak bunu yapabiliyorum’ demeye getirmiş” dedi. Bence bu, yapılanı özetleyen bir ifade. “Olanı” bilmezseniz “bildiğinizi” anlatırsınız. Resmi tarih ise “olanı bilip başka şekilde anlatmak” değil mi? Ama Baronyan ve oyun ile ilgili ne olduğunu bilecek kadar bilgi var.
Bir oyunun, tarihi yazma sorumluluğu var mı? Elbette yok. Ama en azından uzun yıllardan sonra önünüze böyle bir fırsat çıkmışsa elinizdeki metnin hakkını verme sorumluluğunu hissetmek zorundasınız. Osmanlı toplumunda Ermeni tiyatrosu ve Hagop Baronyan sizin kendi heyecan, hayâl ve kariyerinizden daha önemli olmalı diye düşünüyorum. “Metni” öne çıkararak gölgede kalmak olmalı işiniz, oyunu kullanarak kendinizi parlatmak değil.
Başta ve sonda eklenen sahneler, metinde yaptığınız değişiklikler, oyunun başından sonuna sadık kalınamayan Ermeni şivesi, araya koyduğunuz duduk, Ermenice şarkı, Türkan Şoray ve Nubar Terziyan’lı Direklerarası taklidi çadır tiyatrosu filmlerinin “trük”leri ile hem dosta hem de düşmana güzel görüneyim bu arada da “ne avangard olduğum anlaşılsın” çabası, “kurtarmaya” yetmiyor. Yani aynaya “ey ayna söyle bana …” tavrıyla bakmamak lâzım.
Eminim ki Engin Alkan aşağıda yaptığım alıntıları okumuştur, ona hatırlatayım okuyucuyla da paylaşayım. Zira sahnedekini anlamlandırmak için bence bunları bilmek zorunlu.
Bakın Kevork Bardakjian neler yazmış:
“Baronyan, Osmanlı halkına yönelik olarak Arapça harflerle ve Türkçe olarak Tiyatro adlı hiciv ağırlıklı bir mizah dergisi yayımladı” “Tiyatro, Türkçe konuşan Osmanlı halkı için yayımlanmakta ve bu kesim tarafından okunmaktaydı.” “Baronyan’ın Tiyatro’yu yayımlamaktaki amacı, Osmanlı başkentinin çok uluslu kamusu ile temasa geçmekti “ “Baronyan’ın kendi görüşlerini Osmanlı başkentindeki genel kamuya ulaştıracak olan Tiyatro üzerinde çok daha fazla yoğunlaştığı fikrini doğrular nitelikteydi” “Tiyatro’nun yayımlanması Baronyan’ın Osmanlı toplumuna dönük çok iyi bilinen toplumsal tavrını güçlendiriyordu. Baronyan düşüncelerini engelleyerek hiçbir milliyetçi önyargı olmadan etnik ve dini bariyerleri aştı ve açıkça topluluklar arası uyumu ve toplumsal ilerlemeyi teşvik eden bir bakış açısına işaret ederek İstanbul’daki Osmanlı toplumunu, toplumsal ya da diğer türden ortak problemlere sahip tek bir toplum olarak kabul etti.” “Baronyan Tiyatro’yu yayınlayarak Türkçe edebiyatta mensur mizah türüne -1870’lerde henüz ilk oluşum çevrelerini yaşayan bir türe- kendi katkısını sundu.” “Baronyan toplumsal reformları sağlayacak en etkili aracın tiyatro olduğunu kabul ettiğinden Tiyatro’nun sayfalarında etkin biçimde tiyatronun tanıtımını yaptı… okuyucularının tiyatro zevkini geliştirdi…. Eleştirileri Türkçe tiyatro tarihinin bu konudaki ilk örnekleri arasında yer aldı”
“Baronyan’ın genel görüşleri farklı etnik grupların aşağı yukarı aynı toplumsal, ekonomik ve siyasi koşullar altında yaşadığı ve aynı dış etkilere maruz kaldığı Osmanlı başkentinde yaşayan herkes için geçerli olacak ve uygun düşecek nitelikteydi.”
“Baronyan yazılarında konuşma Türkçesini kullanan ilk yazarlardan biridir. Baronyan Türkçeyi en az ana dili kadar iyi kullanıyordu.”
“Avrupa’da oynanan iyi oyunlar Türkistan’da oynanmalıydı. Türkistan’ın her zaman Avrupa’nın gerisinde kalacağını Hayal’e kim söylemişti?” (Hayal o dönemde yayımlanan bir dergi)
“Baronyan, Osmanlı’nın Avrupa’yı taklit etmemesi gerektiği konusunda onunla (Kasap) hemfikirdi”
“Baronyan, Gedikpaşa Tiyatrosu’nu tüm kalbiyle destekliyordu. Bu, nitelik ve nicelik açısından saygıyı hak eden bir ekibe sahip ilk ve tek profesyonel Türk tiyatrosuydu.”
“Baronyan’ın Batılı müzikten ve enstrümanlarından genelde zevk almamasıyla ve Çuhacıyan’ın Baronyan’a göre uyumsuz olan Doğulu ve Batılı melodileri harmanlama yönünde bir çaba sarf etmesiyle ilgiliydi. Leblebici Horhor Ağa’yı yarı yarıya Doğulu, yarı yarıya Batılı giysiler giymiş bir biçimde aynı anda hem sigara hem de nargile içerken gösteren bir karikatür yayımladı. Başlık şöyleydi: “Eğer Doğulu ve Batılı melodiler harmanlanırsa…”
“Baronyan ortaoyununun modern tiyatronun taleplerini karşılayacak biçimde geliştirilmesi önerisine şiddetle karşı çıkıyordu. Orta oyunu popüler bir eğlence biçimiydi ve tiyatro ile orta oyunu arasında belirgin bir çizgi çekiyordu. Orta oyunu icracıları paçavra giymiş bir grup şarlatandı; saçma konuşmalar yapar ve uygunsuz davranışlar sergilerdi”
“Baronyan Şemsettin Sami’nin oyunu Ahde Vefa’yı övüyor ve o güne kadar yazılmış iki iyi Milli” oyundan biri olduğunu söylüyordu.”
Yukarıdaki satırlar 19 yüzyıl İstanbul’unda “Osmanlı”yı ve Ermeni Baronyan’ın kendisini nasıl Osmanlı saydığını anlatıyor. Bu bizi çok kültürlülük (multi veya poli) meselesine götürüyor. Osmanlı’daki “çok kültürlülük”, her cemaatin kendi sınırlarının devletin âli menfaatleri ile çakıştığı noktaya kadar olduğu, kapalı toplumlar şeklinde tezahür etmiş. Mutfaklar dışında serbestçe karışan bir şey olmamış. Her kültür kendi içine kapanarak kendini korumaya çalışmış. Kültürler üzerindeki kısıtlamaları da “birileri” kararlaştırmış. Buna rağmen Baronyan o toplumun bir ferdi olmayı seçmiş ve dertlerini dert edinmiş. Kendini “öteki” olarak görmemiş ve “öteki” değil. Bunu göremezseniz “nostaljik” anılarla baş başa kalırsınız ve genel söyleme katılırsınız. Sahnelediğiniz oyun da içi doldurulmamış bir yorumla ortaya çıkar, müzik de bir harman (karmaşa) olur. Oysa sanatçı, farklıyı görebilen ve söyleyebilendir, akıma kapılan değil!
Şark Dişçisi, 3 saatlik Kervansaray eğlencesi gibi. Bazı sahnelerde uzaktan kumanda ile “zap”layasınız ya da “ileri sarasınız” geliyor. Gereksiz uzatılmış bir gösteri, karman çorman.. “Karman çorman”lığa katlanır insan ama “kaba saba”lığa asla. Bu “karman çorman”lık içinde ince ve zarif bir şey bulmak samanlıkta iğne bulmaya benziyor.
Broadway tadının, Commedia dell’arte ile harmanlanıp, içine Direklerarası rayihasının yedirilmeye çalışıldığı, ortaoyunuymuş gibi yaparak grotesk “takılan”, zaman zaman çağdaşlığa özenen, CATS boyasına daldırılmış, hem entelektüel hem cahil, köylü ama şehirli, Şark gibi görünüp Garb’a göz kırpan bir ÇORBA! Addams’ Family karakterlerini Şarlo gibi oynatıp Ermeni şivesi ile konuşturmak ise üstüne dikilen tüy! Kaldı ki grotesk olunca şiveye ne gerek var? (Alen’in söylediğine göre Ermeni şivesini en iyi Sevinç Erbulak konuşuyor, diğerleri şiveyi unutuyor, köylü ağzına kaçıyor.) Moliere filmindeki gezici kumpanyanın arabası da böyleydi. Bu “grotesk” makyajı, bu yürüyen “orman”ı daha önce kaç kere gördüm. Ya “Halloween” soluğuna batmış ruhlar. Kaç kere bu “boş sahne” dolduruldu böyle! Oyunun tümüne “sinmemiş” jimnastik kurdelesi ile sözüm ona diyalog denemeleri, göz boyamacı jonglör figürleri. Sahnedeki her şey bana bir şey hatırlatıyor. Her şeyden biraz biraz “ortaya karışık” gibi, beğenen beğendiğini alsın! Duduklu Ermenice şarkı ve rakı ile yapılan bir kültüre saygı duruşu, tüm bunların yanında göstermelik kalıyor. (Kostüm: Tomris Kuzu – Sahne ve Işık Tasarımı: Cem Yılmazer)
Bedros Norehad’in “Baronyan sansüre alegorik biçimde yaklaşarak yasaktan kurtulmanın yollarını aradı. Ermeni folkloru ve mesellerinden aşina olunan kurbağa, tilki maymun ve karınca gibi hayvanlar kisvesi altında sunarak milli ve uluslararası politikaları eleştirmeye devam etti. Avrupalı güçlere bel bağlayan kendi dönemi birçok Ermeni’sinin aksine bu güçlerin sadece kendi çıkarları için harekete geçtiğinde ısrarcıydı. Aynı zamanda Osmanlı memurlarının acımasızlığını ve beceriksizliğini ifşa ederken de sözünü sakınmıyordu” İfadesine gönderme yapar gibi altı kadın altı erkekten oluşan hayvanlar korosu ki asla Norehad’in ifadelerinin karşılığı değil, sanki “bulunsun” diye var. Tiratları akıcı yapmak için Broadway’vari bir anlatıcının (Kolcubaşı?) olaya katılması, monologların parçalanması; orta oyununda karakterlerin sahneye girişlerinde kullanılan müziğin Metro Goldwyn Mayer filmi girişini ya da bir sirki hatırlatır bir müzik ile “modernleştirilmesi”(?); “görsel” olma gayreti ile her şeyin “boyanması”; İbiş gibi ama Arleken’e özenmiş Nigo; “Huysuz”laştırılmış “terzi yamağı” Giragos; “Laurel” ve “Şarlo” karışımı Taparnigos… Şark Dişçisi’ni “sirk”leştirmek kimin aklı?
Oyuna “müzikal” denilmiş. “Müzikal”de müzik, senaryoyu ilerletmek ve de karakterleri geliştirmek için kullanılır. Pratik bir tanımla şarkıları çıkarırsanız oyun anlaşılmıyorsa o müzikaldir. Şark Dişçisi’nde müzikler onun müzikal olmasını sağlamıyor. Şark Dişçisi metnin içine yerleştirilen şarkılar ile müzikli bir oyundur. Zaten kitabın kapağında da “şarkılı oyun” yazıyor. Broadway’e özenen bu oyundaki müziklerin cd’sini alıp kaç kişi dinler ve de oyunu kaç kişi salt müzikleri için gider seyreder? Oyunun müzikleri de atmosferden payını almış. Selim Atakan gibi bir ustanın çabalarının, yönetmenin tercihleri nedeniyle heba edilmiş olduğunu düşünüyorum.
Elbette içinde her şeyin olduğu bir şeyin bazı şeyleri iyi olacak. İyiler de var tabii. Örneğin Selçuk Borak, Sevinç Erbulak, Çağlar Çorumlu, Tuğrul Arsever’in kişisel performansları… Bir de oyunun içindeki tek Ermeni karakter olan Markar’ın taklidinin doğru oluşu var ki onu da Alen’den öğrendim.
Türk Balesi’nin en başarılı erkek dansçılarından ve koreograflarından biri “Özge’nin babası” Selçuk Borak ne yazık ki değerini Şark Dişçisi’nde gösterecek ve bunca yıldan sonra “kendisi olarak” geniş bir kitle tarafından fark edilecek. Ama koreografisi için aynı şeyleri söylemem güç. Yönetmenin tercihleri ile oluşan müzik maalesef koreografiyi de etkilemiş ve o hep bildiğimiz hareketlerle sınırlanılmış. Bunda oyuncuların da “yatkınsızlık”larının etkisi var tabii. Komedideki başarıları ve değerleri Engin Alkan ekibinden olmasalar görülemeyecek olan Sevinç Erbulak ve Çağlar Çorumlu gibi iyi ve çok yetenekli iki oyuncuya haksızlık değil mi bu? Sesi ve sahnedeki alımı ile bir “değer” olan Tuğrul Arsever’i kendini “efemine” taklidi bir rol ile hatırlatmasına üzülmez miyim! Ama ben en çok İBBŞT kadrosundaki “hatırlanmayan” Arda Aydın, Çağlar Yiğitoğulları ve Selim Can Yalçın gibi gençler için üzülüyorum böyle “oyun”ları görünce. Engin Alkan’a verilen ekip yapabilme lüksünün hangi diğer tiyatroculara verildiğini de merak ediyorum doğrusu.
Oyunun diğer rollerinde Sevil Akı, Selin Türkmen, Ümit Daşdöğen, Hüseyin Tuncel, Salih Bademci, Emrah Özertem, Çiğdem Gürel, Senem Oluz, Özge O’Neill, Yasemin Güvenç, Reyhan Karasu, Murat Üzen, Serkan Bacak, Okan Patırer, Y.Arda Alpkıray’ın verdikleri emeğin unutulmaması gerekiyor. Ama ne yazık ki tüm çabaları karşılığında aldıkları alkış -yanlış bir sahneleme nedeniyle- gerçekten hak ettikleri olmayacak.
Şark Dişçisi gibi bir “kolaj”ı görünce en çok en çok Engin Alkan için üzülüyorum, neden “görünen” ile daha çok ilgili diye. Beğenmediğim halde, Alemdar ve ardından gelen Generaller, Savaş ve Barbekü’deki tiyatro anlayışına bile razı olacağım nerdeyse! Alkan ne çok zikzag çiziyor!
Ve tabii ki Şark Dişçisi’nin içerdiği Osmanlı tarz söylemin ortaya çıkarılmamasını ve bir sentez olarak sunulmamasını kaçan bir fırsat olarak görüyorum. Metin buna uygun çünkü. Oyunu okuduğunuzda Baronyan’ın, Moliere’den aldıklarını dönemin orta oyunu tipleri, kanto ve Direklerarası formatlarını kullanarak yazmış olduğunu anlıyorsunuz. Ben diş çekme sahnesinde (Baronyan’dan sonra gelmesine rağmen) Çehov’u hatırladım. O döneme göre yeni sayılabilecek epik ögeler de var oyun içinde. Baronyan, tiyatronun eğlendirirken eğitmesi üzerine ciddi şeyler söylemiş; Osmanlı ve Ermeni toplumunu da acımasızca eleştirmiş. Bugünün tiyatrosunun ve tiyatrocularının kendi toplumunu eleştirme ve de sahiplenme yönünde Baronyan’ın çok gerisinde kaldığını söyleyebilirim. Baronyan’ın “ülkesi” için samimiyetle çırpınması da örnek olmalı.
Yönetmeni metnin sınırları içine sokacak, oyunun dönemsel konumunu ona anlatacak dramaturg (Sinem Özlek) ne yapıyor? Yönetmen onu dinlemiyorsa orada işi ne?
Şark Dişçisi’ni seyrederken zihnimden geçti, Darülbedayii Osmanî’nin temelleri üzerinde duran bir kurumda Sara Mannik, Toto Karaca, Behzat Butak, Nuvart Suat, Reşit Baran ve diğer sanatçılarımıza bir vefa borcu ödenmez mi? Mesela, dekor niyetine kullanılan, tavandan asılı ve ipi bırakılınca sahneye düşen perdeler hatırlatılmaz mı? İBB Şehir Tiyatroları “arşiv”inde kalan gösterilecek hiçbir şey yok mudur?
Baronyan “Bazı hilebazlar bu tiyatroyu fırsat bilir, dört arşın boyunda bir buçuk arşın eninde ilanlar hazırlayıp muhteşem temsil, harikulade temsil, çok cezbeli temsil, fevkalade temsil, alelade temsil ve daha bir sürü laflarla zavallı milleti burnundan yakalar abuk sabuk temsiller vererek keseleri boşaltırlar” demiş.
O eski dönemler geride kaldı, tiyatromuzda artık o hilebazlar yok. Artık tiyatrocularımız çok iyi niyetlerle büyük emekler sarf ederek iyi işler yapmaya çalışıyor. Ne “burundan yakalama” ne de “burundan yakalanan” var. Ama Baronyan’ın belirttiği ”Çoğu vakit alkış vurmanın hiç uygun olmadığı bir anda alkış sesi duyulur. Alkışlayanın oyunu değil (localardan birindeki) sevdiceğinin verdiği bir tebessümü veya onun bir işmarını alkışladığını bilmezler”de ifade ettiği gibi alkış sesinin nereye gittiğini bilmeden kendilerine olduğunu sanma yanlışına düşen tiyatrocular var.
Bazen ben de Baronyan’ın anlattığı Gedikpaşalılar gibi ”silik aşınmış paraları yutturmaya çalışmak; eğer biletçi farkına varırsa ‘bizim paramız noksan da sizin temsiliniz tam değil ya!’” demek istiyorum.
Özel Teşekkür:
Okuduklarımı paylaştığım ve sohbetleri ile ufkumu zenginleştiren Nirva ve Alen Mevlat’a teşekkür ederim.
İlgi:
Şark Dişçisi / Baronyan-Çeviren: Boğos Çalgıcıoğlu-Aras yayıncılık
Vartovyan Kumpanyası ve Yeni Osmanlılar-Fırat Güllü-BGST Yayınları
Mimesis Dergisi’nin 17. sayısı
Fırat Güllü’nün yazısını okumak için: Şark Dişçisi ya da Katmerli Lazzi http://mimesis-dergi.org/2011/10/sark-discisi-ya-da-katmerli-lazzi/
Direklerarası-Burhan Arpad-May Yayınları
Not 1
Şark Dişçisi, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) içerisinde faaliyet gösteren “tiyatro bağlamında kültürel çoğulculuk çalışma gurubu”nun katkılarıyla yayımlandı. Oyun Dergisi’nde BGST’nin bu katkısının hak ettiği yeri almayışını yadırgadım. Bildiğim kadarıyla oyunun dramaturgu (Sinem Özlek) BGST ile temas etti. Yönetmen’in BGST ile ortak çalışma yapması ve destek alması, yanlışları önlerdi diye düşünürken Fırat Güllü’nün yazısına (Baronyan’ın Dönüşü Görkemli Oldu) rastladım ve düşünmekten vazgeçtim… Herkes mutlu, bana ne oluyor ki!
(http://firatgullu.blogspot.com/2011/10/baronyann-donusu-gorkemli-oldu.html)
Not 2
J.Wood’dan esinlendim: Sahnedeki oyun, hayatı fark etmemizi sağlıyor, hayatı daha iyi okumamıza yardım ediyor, hayata ilişkin pratik yaptırıyor mu? Tiyatro niye var?
3 yorum
Sevgili Melih Anık’ın değerli eleştirisini okudum. Kimi görüşlerine tam olarak katılmasam da sorduğu pek çok soruyu önemli buluyor ve bu oyunun yaratacağı tartışmalara oldukça önemli bir katkı sunacağını düşünüyorum. Benim oyunla ilgili görüşlerim, bu yazının altında linki yer alan uzun değerlendirmemde açıkça belirtildiği için burada tekrarlama gereği duymuyorum.
Burada belirtmeyi uygun bulduğum konu ise daha çok 1 nolu notta bahsedilen mesele üzerine olacak. Agos gazetesi için kaleme aldığım, Sevinç Erbulak’la yapılan bir söyleşi ile birlikte özel bir düzenleme ve başlıkla yayınlanan, Melih Anık’ın kişisel blogumdan okuduğu yazımdan yola çıkarak yaptığı “herkes mutlu bana ne oluyor ki” şeklindeki değerlendirme üzerine bir şeyler söylemek istedim. Daha önce özel bir konuşmamızda da Melih Anık’la da paylaştığım gibi bir sanat eserinin kendi döneminin şartlarından ve ona hayat veren sanatçıların niyetlerinden bağımsız ele alınmasına her zaman karşı oldum. Bu yüzden de oyunun kendisinden çok Şark Dişçisi’nin ortaya çıkış süreci üzerine yoğunlaşmayı tercih ettim. Maalesef ana akım tiyatro kurumlarımız pek çok konuda vurdumduymaz ve kamusal güçlerinin farkında olmadan hareket etmeyi tercih ediyorlar. Belki de bu yüzden Engin Alkan ve Sinem Özlek gibi insanların araştırmacı bir yönelimle hareket ediyor olmalarını önemsemek lazım. Sonuçta bugün Baronyan’ın ve eserinin adının popülerleşmesi bir şeyleri değiştirme uğraşı veren bir grup sanatçının inisiyatifi ile gerçekleştiriliyor. Bu küçükmüş gibi görünen girişimler geleceğin önemli değişimlerini hazırlıyorlar. Bunun farkında olmak lazım. Ve bu eserin sanatsal başarısını, her iki yazımda da ortaya koymaya çalıştığım gibi, sadece belli biçimsel amaçlar içeren denemelerinin başarısı ya da başarısızlığından ziyade, çok açık politik göndermelere sahip tarihsel nedenlerden dolayı isminin ve mezarının yeri unutturulmuş bir sanatçının bir zamanlar yaşadığı şehrin seyircisiyle samimi ve güçlü bir karşılaşma yaşaması gerçeğinde de aramak lazım. Sonuçta Baronyan’ın bugün bir kaç ay öncesine göre çok daha tanınan birisi olduğunu göz ardı edemeyiz. Onun yeni eserlerinin Türkçe’ye kazandırılması mümkün olduça belki ona yönelik ilgide de artış olacaktır. Baronyan’ın eserleri o gün olmadığı gibi bugün dekimsenin tekelinde değil. Farklı yorumlar için bekliyor olacaklar. Kısacası bu prodüksiyonu bir şeylerin nihayete erdiği bir noktadan ziyade yeni bir başlangıç olarak ele almak lazım.
Artık İBBŞT’nin gündemine alması gereken başka yazarlara yönelmek lazım. Beki L. Bahar bunlardan birisi. Umarım bir zamanlar Sefarad Yahudileri’nin İstanbul’a göçünün 500. yılında oynanmak üzere ŞT repertuar kuruluna gelen Senyora: Grasya Nasi oyunu yeniden hatırlanır ve önümüzdeki yıl da Beki L. Bahar’ın bu önemli oyununun İstanbul seyircisiyle karşılanşmasını yankılarını tartışıyor oluruz.
Bu arada tartışmaya daha geniş bir perspektif kazandırmak açısından Sinem Özlek’in oyunun çevre tasarımı ve kostüm-makyaj uygulamaları ile ilgili Agos’un bu haftaki (4 Kasım) sayısında yayınlanan yazısına da göz atmakta fayda var.
Sayın Melih Anık, acaba Engin Alkan ile kişisel bir probleminiz olabilir mi ?