Melih Anık
“Bir yere yazı yazdığında göndermeden üstünde uyumalı” derdi babam. Küçüktüm yazının üstünde nasıl “uyunur” anlamazdım. Babam yirminci yaşıma bastığım yıl öldü, üniversitede okuyordum. Onun ölümünden sonra yazı yazmamı gerektiren sorumluluklar aldım. İş hayatımda bir yazı yazacaksam hep babamın sözünü hatırladım, üstünden bir gece geçirmeden, “üstünde uyumadan” yazıyı göndermedim. Onun haklı olduğunu ve “yazının üstünde uyumak” ne demek anladım. Zira insan ilk kalkışta yazdığını sonradan okuduğunda neleri yazmaması ya da başka türlü yazması gerektiğini görüyor, “yazının üstünde yatınca” kendi kendini düzeltiyor.
Ama Behçet Necatigil’in dediği gibi bu arada “bazı şeyleri yarınlara bıraktık” ve “bütün tanıdıklarımız bizi yanlış tanıdı”. “Geniş zamanlar umduk”, çünkü “yanlıştı dar vakitlerde bir düşünceyi söylemek”, “yılların telâşlarda bu kadar çabuk geçeceği aklımıza gelmedi”. Heyhat! Şiir gibi güzel olmuyor hayat!
Zamanımızda hız çok önemli. “Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek” (Özdemir Asaf) Sanki Alice’in tavşanı olmuş “Geç kaldım geç kaldım” diye koşuşturup duruyor zamane, nereye ve neden geç kaldığını bilmeden. Ama tavşanın peşinden giderek, dipsiz bir kuyuya düşüp kitaplarla dolu rafların arasından masal ülkesine çıkamayacak, masallarını yitirdi çoktan. Artık yanında taşıyor telefonunu, bilgisayarını; anında aramak, konuşmak, mesaj göndermek kolay. Nerede olursa olsun cevap yazıyor, yazı yazıyor, ahkâm kesiyor, bir cümlede “kurtarıyor” bir kelimede “asıyor” mesajlarla. Mesajla sohbet edilebiliyor saatlerce. Ama mesajla sohbetin konuyu nasıl savurduğunu anlayamıyor insan. Hatta kendine soruyor “Yahu ben buraya neden geldim” diye. Aceleyle, nereye gittiğine bakmadan bindiğiniz tren, otobüste yapılana benziyor bu yolculuklar. Gözünüzü bir açıp bakıyorsunuz ki geldiğiniz istasyon gitmek istediğiniz değil. Belki bu yüzden biri çıkıyor aklına ilk geleni yazıp “Sözde Solcu, Beyaz Türk Melih denilen adam uslanmayacak mı? Paldır küldür köşesinde hakkımda yine zırvalamış. 60’ında eleştiri yazmak böyle” diye zırvalıyor, eline geçirdiği kayaları fırlatıyor kendi “paldır küldür”ünü bilmeden.
Yazılan yazıldığı yerde kalmaz, bir gün mutlaka bulunur. Bulunursa cevap verilir zorunlu olarak. İki dost, arkadaş “sohbet” ederdi eskiden, şimdi fark etmiyor. Ama zaten “sohbet” değil yapılan, “chat”. Yapılan da “dersen derim”, “dedinse dedim”.
Ben twit ile sohbeti pek sevmiyorum. 140 karakter ile sohbette meramımı doğru dürüst anlatmak bana göre değil. Yapmak zorunda kalırsam benim “canlı twit” sohbetlerim ağır aksak gidiyor. Karşında bekleyen var, kısa sürede yazılanı okuyup, içerdiği düşünceleri göreceksin, yanlış anlaşılmaya neden olmadan sayılı karakterle mesajını “paketleyip” yollayacaksın. Halbuki ben şapkasını koyamadığım harfe, kısalttığım kelimeye üzülüyorum. Kendimi kapısında uzun kuyruk oluşmuş telefon kulübesinde hissediyorum, ağzım dilim birbirine karışıyor. “Paldır küldür”e, “üstünde uyuyarak” üç “twit” attım üst üste: “Maya’da yanıma gelip yazılarımı öven @yasamkaya’nın beni “zırvalamakla” suçladığı twitine şaşırmadım.“ ve “60’ımda yazdığım tiyatro yazıları, içinde 7 “büo yılı” olan tiyatro dolu 50 yılın birikimidir.”
İlkine “evet yazılarını övdüm, ama bir yere kadar. eleştirinin sınırı var. kendini en iyi eleştirel insan görmekten vazgeçmelisin melih anık” diyor; ikincisine aklındaki cevabı veriyor: “kimse haldun taner’in ardından sövüp saymıyor. tarihsel bir gerçeği yazıyorum. bu hayatta kimse dokunulmaz değil.”
Doğruya doğru “yazılarımı övdüğünü” itiraf ediyor. Çok tür tanıdım ama “EN İYİ eleştirel insan”ı bilmiyorum. İnanacaksa söyleyeyim, kendimi “öyle” görmüyorum. Amacım da düşüncelerimi en kısa ve öz anlatabilmek, gayret ediyorum. “Eleştirinin sınırı” olduğunu, ama “kişi dokunulmazlığına dokunmanın sınırı olmadığını” öğreniyorum(!), “kimseyi dokunulmaz saymayan” biri, eleştiride “sınır” arıyor. Sardığı zarf da “belirsiz” bir “tarihsel gerçek”. Ama bu “dokunulmazlık” Ömer F. Kurhan’ın yorumunda da var. “Haldun Taner’in eseri adına, neredeyse bir dokunulmazlık talebi var gibi geldi bana” demişti.
Necip Fazıl Kısakürek’in “Bir Adam Yaratmak” oyununda “Ben gazeteciyim haber olan her şeyi yazarım” diyen gazeteciye başrol, “Karınız metresimdir bunu da yazın” der ya hani, gençler de “dokunulmazlık yok” diyor, ben onlardan daha mı iyi bileceğim, hadi ben de “dokunayım” o zaman, hem de belgeli “tarihsel gerçek”lere dayanarak.
Yaşam Kaya, geçmişteki bir yazımın (“Aynı ‘Twit’de Bir Tiyatrocu (Engin Alkan) ve Bir Eleştirmen (Yaşam Kaya)”) yayımlanmasından sonra Maya Sahne’sinde yanıma geldi yazdıklarımı övdü. Ertesinde yazımın başlığındaki diğer isme (Engin Alkan) “twit”ler göndermiş (4 Mart 2011):
“Güzel iş yapan insanları taşlamak tiyatromuzda marifet olmaya başladı! Ya onların istediği gibi olacaksın ya da tu kaka”
“Yani bir eleştirmenin çıkıp da, dedikodu yapan birine destek vermesi de beni fazlaca şaşırttı! Ne demek şimdi bu?”
“İttifak mı diyorlar? Ben güzel iş yapan adamı severim, o kadar net! Engin Alkan aykırı ve güzel işler yapıyor!”
Ben “dedikodu yapıyorum”, bana “destek veren” de Üstün Akmen! Yaşam Kaya yüzüme gülüyor, övüyor; arkamdan “dedikoducu” diye dedikodumu yapıyor, iyi mi!
Attığı twitleri görünce o sıralar ben de yazmıştım:
“Yazmayacaktım, ‘kaşındı’. Yanıma geldi, kendini tanıttı, yüzüme güldü, elimi sıktı, eğildi, büküldü, övücü şeyler söyledi: “Adımın geçtikleri dahil tüm yazılarını beğenerek okuyorum. Üslûbun çok güzel. Hakkımda yazdıklarına alınmadım” dedi. Düşündüm: Ya okuduğunu anlamıyordu ya da yalan söylüyordu. ‘Usta’sına içini dökmüş de anladım, yazdıklarım onu ‘sıkmış’.……” (4 mart 2011)
Bir sonraki karşılaşmamız yine Maya’da oldu, “GECE Tarlabaşı Bulvarından Meydana Çıkmak” oyunundan önce. Salona girince beni gördü, görmezden geldi sırtını dönüp oturdu. Anladım ki beni “follow “etmese de ‘twit’i okumuştu. “Burası benim özel alanım” diyen benim “özel alanıma” (!) dalmakta sakınca görmüyordu.
“Zaman” zorluyor, herkes “üstünde uyumadan” yazıveriyor, gönderiveriyor cevabını, harfleri şapkasız, kelimeleri harfsiz, cümleleri abuk sabuk devirip, noktasız bırakarak, oradan oraya savrularak. “Delete” etsen bile, “iz” kalıyor bir yerlerde. Sabah uyandığında hiçbir şey olmamışçasına “Nietzsche’nin söylediği gibi ‘Yazıyorsan çelişkilerin vardır, sakin duramazsın…’” diye yeni bir twit atınca, her sabah yeni baştan, hayatının “yeni” felsefesini yazınca, her şey “güllük gülistanlık” oluyor!
Meksikalı ünlü yazar Juan Rulfo “Şu arkasında silgisi olan kalemlerle yazar gibi yazmak lâzım” demiş Eduardo Galeano’ya “Çünkü ucundan çok kalemin arkasıyla yazılır, yani ekleyerek değil silerek”. “Zamane”, bunun anlamını bilmiyor. Mesaj silmeyi biliyor da, gereğinde kendini gereğinde kelimeleri silmesini ve de yanlışından öğrenmesini de bilmiyor. Galiba hafızası da zayıf ve “dokunulmaz” tanımıyor. Seyrettiği oyun, yazdığı sayfa ve vuruş, cevap verdiği “mail” sayısını ve uyuduğu süreyi paylaşıyor. Kendini tanımlamış: “(theatre critic – art historian) tiyatronline, mimesis, birgün, tiyatro..tiyatro…, radikal” . Bana “kendini en iyi eleştirel insan görmekten vazgeçmelisin” diye akıl veriyor. Yazmamış ama galiba o bir “psikolog”.
Ne mutlu 60 yaşındayım ve aklım, psikolojim ve konumum nedeniyle bana doğru ve gerçekmiş gibi gelen, inanmaya hazır olduğum bir söylentinin, bir rüyanın, bir halüsinasyonun peşine takılıp, kendimi konumlandırma ihtiyacının bir gereği olarak değil becerebildiğim kadarıyla düşüncelerimi yazıyorum!
Yukarda atlamışım, yazdığım 3. twit şuydu: “Dolu dolu yaşanmış 60 yılın güzel tarafı “İNSAN”ı tanıyabilme sezgisinin gelişmiş olmasıdır.” Ama bence en önemlisi hangi yaşta olursa olsun insanın kendini bilmesi!
Not 1:
Bu yazının “üstünde uyunmuştur.”
Not 2:
Yaşam Kaya “Kimse dokunulmaz değildir” deyip “özgürlükçü” görünerek aslında yeni “dokunulmazlar” yaratıyor; Ömer F. Kurhan “dokunulmazlık talep ettiğim” için utanmamı istiyor sanki. Ülkemde bu gerekçelerle en temel değerlerimizi yerle bir ettik. Yıkım çağını mı yaşıyoruz? Dünya mirası hepimizin! Her ikisine de dünya kültürleri üzerine bilgilerini tekrar gözden geçirmelerini öneriyorum. Bizden başka kimse kolayca vazgeçmiyor “dokunulmazlar”ından! Böyle giderse elde kalan tek “kahraman” “Recep İvedik”, tavsiye edilen kitaplar arasında Milli Eğitim müfredatına girecek. Kendi dokunulmazlarımızı, yıktığımız öncekilerin üzerine inşa edersek bilmeliyiz ki birileri de bir gün onları yıkacak! Böyle kurulacak bir düzen kalıcı olamaz. Buna “bindiği dalı kesmek” denir. Benim dünya algılamama göre aydın olmanın gereği, dünya mirasına sahip çıkmaktır, ülkesine, ırkına, diline, dinine, rengine bakmadan.
Not 3:
Behçet Necatigil’in alıntı yaptığım “Sevgilerde” şiirindeki özgün dizeler şöyle:
“Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı”
……………
“Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi”
2 yorum
2007 yılında Türkiye’de tiyatro kritikleri yazıyorum, Yasam Kaya beni destekliyor. leeds university beraber okudupum zaman Yasam Kaya derdi, “zamanı geldiğinde elbette her şey değişecek”. “Kesanli Ali Ne Zaman Kurt Cemali” olacak yazısı üzerine dusunduğumde degisim zamanının geldiğini anladım. “Çok kültürlü tiyatro” yapmanın zamanı geldi. Melih Anık, sen kendini “tiyatro üstü” bir isim mi sanıyorsun? Dert ney? Yasam Kaya’ nın yazdıklarına ‘Yanlıs’ diyecek insanın tiyatro sanatıyla ilgilenmemesi lazım. Sen nasıl demokrat bir isimsin? Tartışmaları takip ediyorum. Yasam Kaya sana twitter’dan laf söylemiş. Sen de cevaplamıssın. Eeeee daha ne uzerine gidiyorsun olayın? Açıkça dedikodu yapıyorsun. Senden elestirmen lafan olmaz. Ancak polemik insanı olur. Melih Anık sen ne yazsan da haksızsın. Yasam Kaya gibi tanınmıs birisinin üzerinden pirim yapmaya kalkısıyorsun. Yasam Kaya sana buradan cevap verir mi bilemem, ama twitter’dan sana cevap verirse ilk ben retweet yapacağım. Senin gibi dirençler kırıldı artık. Türkiye’de ‘çok kültürlü tiyatro’ olacak. Kürtçe, Rumca, Ermenice Tiyatro olacak. Ve tarih senin gibi düşüncelere gülerek bakacak. Simdi benim baktıgım gibi..
Benim Melih Anık’ın ya da Melih Abi’nin utanmasını talep etmeye hakkım olmadığı gibi, haddimi de aşar.
(Bu utandırma tespiti nereden çıktı, anlayamadım gerçi.)
Tartışmanın nereye evrileceği, bu evrim sırasında tespit ve görüşlerin hangi biçimler alabileceği dramatik bir seyir içinde değerlendirilirse anlaşılabilir.
(Ciddiyetle sarf ettiğim bu sözler beyhude mi, o ayrı mesele.)
Araya edepten nasibini almamış magazinel parazitlerin girmesi ve hatta hakimiyet iddiası, fair play’i bozar, fikri agon’u dejenere eder.
(Hâlâ ciddi laflar etmedeyim.)
Benzer bir durumu Haluk Bilginer’in devlet tiyatrolarına dönük çıkışı da kışkırtıyor. Kendisiyl yapılan söyleşi, zaten “olay” yaratsın diye biçimlendirilmiş. Sezon açıldı ve heyecana ihtiyaç var. Yani mesele Haluk Bilginer’i aşar gider.
Milliyet Sanat’taki söyleşiyi okurken, Haluk Bilginer’in düşüncelerini nasıl düzene soktuğunu izlemeye çalışın. Çok zor ve dahi imkanzsız. Amaç akla ziyan olmayan bir söyleşi sunumu yapmak değil ki zaten. Bir de “s.çmak” ya da “k.çımı yesinler” gibi bir iki provokatif sözel bildirime yer verdiniz mi alın size vukuat.
(Almasam olmaz mı?)
Sonuç:
Karşılıklı Bittin! ilanları yayınlayarak, devlet tiyatrolarının anlam ve önemini tartışanlardan mıyız?
Nedense bu durum karşısında dönüp Kemal Tahir’di, Oğuz Atay’dı, Orhan Pamuk’tu… edebi biçimler de edinen aydın ve aydınlanma sorunsalı üzerinde düşünüp taşınmaya başladım.
(Psikolojik olarak iyiye alamet mi, pek emin değilim.)
Melih Abi Yaşam Kaya ve beni, birlik ve beraberliğimizi paketleyip bir güzel Recep İvedik evrenine postalamış, SANKİ.
(Hakemden vazgeçtim, bir moderatör yeter bana.)
Bu meseleyi bir de Fenerhaçe Başkanı Aziz Yıldırım’la tartışmak isterdim. Fakat adam içerde. Bir de bu durum karşısında zil takıp oynayan Rasim Ozan Kütahyalı paraziti var ki, topla aklını başına toplayabilirsen.
(Ben en iyisi deconstruction işlemine tabi Özben’liğim ardımda,nice bekçilerin muhafaza ve müdafaasından geriye kalan kültür mirası sırtımda, tehlikeli yollara mı düşeyim?)
Sahi biz neyi tartışmakta, ne üzerine kafa yormaktaydık?
(Köredesi postmodern zamanlarda ne kadar da uygunsuz bir soru.)