Melih Anık
İBB Şehir Tiyatroları’nın 2011-12 sezonu yeni oyunlarından Kargaşa, hem iyi hem de gündeme uygun bir oyun. Bildiğiniz gibi Türkiye’nin gündemindeki sıcak konulardan biri, kadına uygulanan şiddet ve yaşanan artış diğeri de komşumuz Suriye’de yaşanan politik gelişmeler, Türkiye ve Suriye arasındaki bulutlu hava. Kargaşa, Suriyeli bir yazar ve tiyatrocuya ait, konusu da kadının dünyası ve maruz kaldığı şiddet. Bu nedenle Kargaşa güncel ve iyi tanıtılırsa ses getirecek bir oyun.
Yazar Abdul Mounem Amayri hakkındaki bilgileri oyun dergisinden aldım, Türkçe’de basılmış kitabını ve internette çok bilgi bulamadım. Muhtemelen hakkında bilgilerin çoğu Arapça.
1970 doğumlu yazar, Şam Devlet Konservatuvarı Tiyatro-Oyunculuk Bölümü’nü bitirmiş, halen aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmakta. Amayri’nin oyunları kitap olarak yayımlandı ve Türkçe’ye de çevrildi denmesine rağmen ben bulamadım. 2001 yılında Yankı isimli oyunu ile hem Kartaj hem Tahran Festival’inde “En iyi Oyun” ödülü almış. Kargaşa 2005 yılında Kahire Festivali’nde En İyi Yönetmen ve En İyi Oyun Ödülü’nü kazanmış. Yankı oyunu ile 2001 yılında kazandığı “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü de var. Yazdığı ve yönettiği oyunlar Yankı(2001), Kargaşa(2005), Taktik(2008), Ölümüne Sahne Tasarımı(2009), Silikon(2010).
Türkiye Batı’ya çevirdiği yüzünü Orta Doğu’ya da çevirse ve İran Sineması’nı tanımaya başladığı gibi Orta Doğu tiyatrosunu da tanımaya başlasa artık. Zira sanatını bilmediğiniz topraklara ait siyaseti yönetmeniz güç olur, imkânsız değilse. Hele hele akrabalık bağlarınız varsa sanatını da bilmeniz gerekmez mi! Batının yıllardır bize yaptığını maalesef biz de Orta Doğu’ya yapmışız galiba. İnşaat yapmışız ama tiyatro ve sanatı paylaşamamışız. Benim Irak’taki tecrübeme göre sanattaki (!) ihracatımız İbrahim Tatlıses, aferin bize! Amayri’nin aldığı ödüllerinden, Mısır ve İran’da ödüllü tiyatro festivali yapıldığını anlamış olduk! (Size söylüyorum ANLADINIZ mı?)
Yazar kendi oyununu yönetmiş. Bunun iyi tarafı kâğıt üzerindekini, birinci elden üç boyutlu olarak sahnede görme olanağı. Öte yandan yazarın, oyununun ufkunu kilitleme tehlikesi de var. Oyunu sonradan sahneleyecek olanın önünde yazarın kendi versiyonu olacak.
Amayri, iyi bir yönetmen ve tiyatrocu, kendine has bir tiyatro dili var. Yazdığına da hâkim. Oyun karakterlerinin, kendi hikâyelerini tek tek anlattığı(monolog) oyunlarda en büyük sorun, oyunun bütünlüğünü sağlamak. Amayri bunun farkında ve bu nedenle de oyununu “matematiksel” bir yapı üzerine kurmuş. Rakamlar değil kelimeler, cümleler bağlıyor sahneleri ve oyunda bütünlüğü sağlıyor. Örneğin “karınca, kucak, 16 yaş, laf atma, yağmur, ay, baba, büyük göz” bu matematiğin kilit kelimelerinden bazıları. Seyirci, bir kadının hikâyesini mi yoksa beş kadının ayrı ayrı hikâyelerini mi (ortak kaderini mi) seyrettim diye kendine soracaktır. Oyun, orijinalinde 6 kişi üzerine kurulu sahnede ise beş kadın var.Kağıt üzerindeki oyun matematiği sahnede bir eksik kalmış ama sorun yaratmıyor.
Dil farkından dolayı bu matematiğin oluşturulmasında çevirmenin rolü önemli. Her ne kadar iki toplum arasında akrabalık bağları yoğun olsa da başka bir dilde, dolayısıyla imgelerle yazılmış bir oyunun her anlamda Türkçe “söylenmesi”nde çevirmen (Ezgi Sümer Yolcu) ve dramaturgun (Dilek Tekintaş) katkısı fark ediliyor. Örneğin mısır tarlası Karadeniz’i hatırlatıyor size. Oyuna sonradan eklenen Lâleli hikâyesi, söylemin algılanmasını kolaylaştırıyor.
Dekordan (A.M.Amayri) başlayarak müzik (Can Atilla), ışık (A.M.Amayri-Murat Selçuk), kostüm (Duygu Türkekul), efekt (Erhan Aşar), koreografi (Handan Ergiydiren), oyunculuk ve mizansendeki söylem birliği ile bir “bütün” ortaya çıkmış. Özellikle müzik ve ışık, oyunun sanki altıncı ve yedinci oyuncuları. Gösteri sırasında şaşırarak izlediğim ışık ve müzikteki zamanlama başarısı ise teknik odanın sahne ile tam bir ekip bütünlüğü içinde çalışmasının bir göstergesi. Bu oyunda teknik ekip de alkışa çıkmalı.
Sahnenin açılışı ile boş sahnenin arka duvarında sahne genişliğindeki platformun üstünden tavana yükselen bir kafes görüyorsunuz, önünde de çerçeve sırtları yüksek beş sandalye. Sandalyeler içerden dışarı baktığınızı ve de bakmanın zorluğunu gösteriyor; ışık aydınlanıp kafes arkasına dizilen kadınlar da onların odanın, hayatın dışında olduklarını, aynı zamanda kafes arkasından dışarı baktıklarını da. Bu bakana göre değişen bir bakış yaratıyor, bir tür yansı(t)ma..
Yansı(t)malı anlatım, oyunun tümünde kullanılmış. Tekerlekli sandalyede oturan ile sandalyeyi iten; sahne önünde anlatan ile aynı sahne gerisinde sessiz duran; ışığa yakalanan ile o sırada kafes arkasında duranlar, karakterler ile müzik ve ışık arasında yansı(t)ma var. Bu giderek sahne ile salon arasında da bir yansı(t)mayı çağrıştırıyor. O nedenle sandalye arkasındaki sarsak kadın sandalyede oturan mı; sahne gerisinde duran öndekinin çoğalması mı diye düşünüyorsunuz. Örneğin bir oyuncu şarkı söylerken ya da konuşurken sustuğu anda diğerlerinin nefes alması da bir yansı(t)ma, kadının kadınla karşı karşıya gelmesi de, bir tür yüzleşme olduğu kadar. Oyun sonundaki kullanımına bakarak beş sandalyenin (?) yanında duran tekerlekli sandalye de bir yansı(t)ma. Ya sakatsın ya da… Oyunun sonunu bekleyin.
Sandalyeleri öne taşıyan oyuncunun dudaklarını bükerek bir başka oyuncuyu taklit etmesinde de yansıtma var. Dansçı, oyunun umutlu, aydınlık yüzü ve kadınların düşü ve sahnedeki karanlığın aydınlık yansı(t)ması, kafes arkasındakiler ile öne çıkıp kendini anlatan kadınlar, anlattıkça var olan kadınlar da.. Sahne arkasında başlayan dumanın, sahne önünde ışıkla oynaşması küçük bir ayrıntı ile gerçek ve hayal yansımasının etkili görsel anlatımı.
Erkeksiz oyunda onlarca erkek var, Koçak Ali, Hortlak Hasan, Şeyh Nazif, baba, abi, dayı, amca, sevgili.. Kimi aşk kimi sevgi kimi nefret olur hayatlarda. Elbiseleri altındaki farklı kişilikler var, ama elbise onların aynı kaderi paylaşması aslında. Sol yanakları üstündeki benleri ile birbirinin yansı(t)ması bu kadınlar. Yoksa onlar aynı kadın mı?.
Işık ve müzik oyuncu gibi, oynuyor. Kimi zaman dıştan baskı, teselli, kimi zaman içten çığlık halinde oyuncu ile birlikte oynuyor, tamamlıyor, bütünlüyor. Can Atila’nın müziğini çok beğendim. Oyunun etkisini arttırıyor ve yansıtıyor. Bu aynanın gördüğünü yansıtması değil, olayı içselleştirmiş, sindirmiş ve yorumlamış bir yansıtma, güneşin ışığını kullanan ay gibi, kendi kişiliği var. Darbukanın, hüzünlü olabileceğini anlayacaksınız bu oyunda.
Sofitadan yağan yıldız yağmuru ile sahnede birebir yağan yağmur da birbirinin yansı(t)ması. Yıldız yağmuruna tutulan kadının yerdeki yıldızları görüp içine girme umudu ve sahne sonundaki sürpriz, insanı, gazetenin birinci sayfasındaki üçüncü sayfa haber fotoğrafından daha çok acıtıyor, anlayana. Hayatı ve hayatını “tiyatro” sanmış, “tiyatrosuz” genel yayın yönetmeninin farkında olmadığı ve kendisini savunurken söylediği “halkı sarsmak için daha ne yapayım” “abuk”luğuna çare, sanattır, tiyatrodur. Davetiye ile gittiğin III. Richard’da “boy” gösterip”, girerken “anlamam” çıkarken “şahane” dersen, Kevin’le öğle yemeği yedim diye çatlayanlar olacağını sanırsan, bilmediğin sanatın dilini işinde kullanmazsın ve o resmi basmak sana “yakışır”! “Adam olmanın” bir yolu da tiyatro (Kargaşa) seyretmektir.
Oyuncular
Beni yanıltmayan oyunculardan biri ve yüksek oyunculuk standardını her zaman koruyan, bu oyunun “kuvvetli” açılışını yaparak seyirciyi sahneye sokan ve bırakmayan Nergis Çorakçı; ışığı ve sahneden yansıttığı elektrik ile Tehlikeli İlişkiler’deki kısacık rolünde dikkat çeken, oyunculuğu ile seyirciyi “yakalayan”, bir oyunun kendisine emanet edilebileceğine inandığım, sahneye yakışan İrem Arslan Aydın; Romeo ve Jüliet’in Jüliet’i, Tehlikeli İlişkiler’in Cecile’i, bu kez rolünü kendini dinleyerek, içinde bulup çıkardığı için samimi bir oyunculuk sunduğuna inandığım Ece Özdikici; Vişne Bahçesi’nde melodramatik, Bekleme Odası’nda yeterli bulduğum, bu oyundaki nerdeyse sözsüz rolünde geçmişindeki dansçılığını ortaya koyan; bakışlarındaki ve beden dilindeki tedirginliği üstünden atarsa daha başarılı olacağına inandığım Zeynep Özyağcılar’ın tek tek yorumlarını ve de ekip oyunculuklarını beğendim.
‘Ortadoğu sanat elçisi’ ve Suriye’nin ömür boyu konuk sanatçısı seçilen Ezgi Sümer Yolcu’ya ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Zira onun ekip oyunculuğuna yaptığı katkının altını çizerek diğer özelliğini vurgulamak daha önemli ve anlamlı geldi bana. Bu oyunun Arapça bilen oyuncusu, çevirmeni aynı zamanda yazar/yönetmenin dili ve sesi. Orta Doğu’lu tiyatrocuların da Türkiye’deki dili, eli ayağı olmuş. Ezgi Sümer Yolcu, Suriyeli ünlü yazar Delaa Rahba kaleme aldığı Nurullah Tuncer’in yönettiği ve dekorunu hazırladığı oyun ‘Manken’ deki performansıyla Suriye’de ‘En İyi Oyuncu’ ödülüne lâyık görülmüş. İBB Şehir Tiyatroları’nın oyun dergilerinde çevirmenden bahsedilmediği için Ezgi Sümer Yolcu’yu seyircinin tanıma şansı az. Ben bu eksikliği kapatmak istedim. Aslına bakılırsa oyun dergilerinde, müzik, ışık, dekor, kostüm, efekt, dans tasarımını yapanlar ile çevirmen ve dramaturgun kısa da olsa tanıtılması gerek. Ama İBB Şehir Tiyatroları’nın web sayfasında çalışanların yaşam hikâyeleri halâ tamam ve güncel değil, nereden dergiye koyacaklar.
Çoğunlukla oyun dergilerindeki yazılar seyirciye katkı sağlamıyor. Ancak yazar/yönetmen Amayri’nin yazısı, oyun öncesi seyirciye kapı aralıyor ve bu kapıdan geçerse oyunu daha iyi anlamlandıracak olan seyirciye yardım ediyor.
Oyun sonunda salondan çıkarken dilime dolandı: “Var” mıydı o kadınlar? “Bir görünüp bir kayboldular”, “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular / Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir / Azıcık okşasam sanki çocuktular” (Attilâ İlhan)
Eminim oyunu seyreden ve sahnede bedenen “yok” olan erkekler (GSY Fatih Altaylı bile) sahnedeki “var”lıklarından rahatsız olacak; kadınlar ise kafes arkasından ortaya çıkarak içlerini dökmüş olmanın buruk acısını duyacak; evlerine yürürken üstlerine düşen ve onları serinleten yağmurun dinmemesini dileyecek; yaşadıkları özgürlüğün yağmura karışan gözyaşı olup düşmesine ve boğazlarındaki düğüme engel olamayacak.
Faslı yazar Fatima Mernissi’nin kitabında şu dizeyi okudum : “Susuz yüzen kadınlardır yalnız” (Alaycı Macdub’un Dörtlükleri). Kitapta yazar, İran’lı Haşime Teyze’nin söylediklerini naklediyor: “Kendini hepten gaileye kaptırma; meselenin altını üstünü karıştır, iyice bak. Geçmişte neler olduğunu hatırlamaya gayret et ve neler olacağını kestirmeye alıştır kendini. Bütün ihtimalleri düşün sevgili Fatima, hepsini. Bu imansızlar memleketinde bir kadının hayatta kalmasının tek yoludur bu”. Mernissi, “Tuhaf olan nokta Müslüman ve Avrupalı kuramların aynı sonuca varmalarıdır. Kadınlar toplum düzeni için yıkıcıdırlar; İmam Gazali’ye göre etkin oldukları için, Freud’a göreyse olmadıkları için” diye bir saptama yapmış.
Bilirsiniz Anadolu kadını kilime işler kilim ile anlatır kendini. Bu yazıya Osman Şahin ile nokta koyayım, “Kilimdeki Kadın” isimli hikâyesinden alıntılarla.. “Hiç yaşamadığı, yalnızca düşünü kurduğu tutkuların özlemi vardır” kilimde. “Belki de zamansız ölümlerin, çözülmelerinin, sınırları belirsiz uçurumların adıydı onlar”. Gayreti, “ışıklandırmaya çalışmaktır kilimi, renkler, düşler, tutkular ile.” “Dünyayı yalnızca kendi iç coşkularıyla algılamaya çalışan, parmaktan parmağa, gözden göze devredilen bir gelenekler kanının imbiklenerek yoğunlaşması, yorulmuş çağların ayağa kalkması, içinde bulunduğu yavan dünyadan kaçarak, o nakışlar aracılığıyla kendini açıklamaya çalışmasıdır.”
Kargaşa, Orta Doğu kadınlarına ait bir kilimdir.
“Artık herkes kilimin içinde, kilimi dokuyan kadınımızın yerindedir şimdi. Herkes kilimin içinde gezintiye çıkabilir, şiir okumak isteyenler o kilime bakabilir, kenarlarına dizilmiş sapsarı güneş çiçeklerini koklayabilir,nakış tarlasından çiçek buketi derleyebilir, çayını yudumlayabilir, bakışlarıyla bulutların hatırını sorabilir; her şey hem uzak, hem yakın hem de birazcık anıdır kilimin içinde şimdi..”
Ey Seyirci! Kilimin içindesin artık, her şey senin elinde!
İlgi:
“Kilimdeki Kadın” – Osman Şahin – Ay Bazen Mavidir – Cumhuriyet Kitap
“Peçenin Ötesi” – Fatima Mernissi – Çeviren : Mine Küpçü- Yayınevi Yayıncılık