Doç. Dr Ömer Adıgüzel/ Sana buradan, bu köşeden hem de ardından yazı yazacağımı hiç düşünmez ihtimal bile vermezdim. Mesajı aldığımda çakılıp kaldım. Evde salondaydım. Salonda elini öperken çekilmiş fotoğrafımız var… Seni tanımayanların sorduğu “Kim?” sorusuna “Eli Öpülecek Kadın!” diye yanıtladığım fotoğrafına yeniden baktım. Sonra arşivden diğer fotoğraflarını sıraladım. Dikkatimi çeken ilk ve tek şey hepsinde yüzünde hiç eksilmeyen bir gülümsemenin olması ve tüm enerjinin her karede görülmesi… İşte bu yüzden bu kötü habere, ne kendim ne de seni tanıyan tüm arkadaşlarım kendimizi hiç alıştırmamıştık. Yakıştıramazdık doğrusu… Son mektuplarını nasıl da saklıyorduk…
Yaratıcı drama eğitimine başladığım ilk yıllarda Sevgili öğretmenlerim İnci San ve Tamer Levent, senin yaptığın birkaç atölyeden görüntüleri bizlerle paylaşmış ve yorumlarda bulunmuştuk. Cezaevi konulu çalışmanı yaparken çocuklarla ilk karşılaşmandan ve onlara rol içindeki verdiğin yönergenden çok etkilenmiştim. Tüm çocuklar o anda sana odaklanmıştı ve gözlerini ayırmıyordu. Seni izleyenler de çalışmanın içinde olanlar da ikinci bir hareketini, yeni bir söz yazmanı bekliyorlardı.. Ben de yıllar sonra bu görüntüleri izlerken sana ve yarattığın o enerjiye kilitlenip kalmıştım.
Seni Türkiye’den sanıyorum ilk tanıyan, yaşadığı yere giden, onunla ilk söyleşiyi yapıp yayımlayan Tamer Levent’in yazdıklarını, söylediklerini nerdeyse ezberlemiştim. Pek çok yazı ve çalışmamda konu etmiştim seni. Ne okursam okuyum karşıma hep sen çıkıyordun ve katılımcı liderlik konusunda yaptıklarımla hep örtüşüyor gibiydik. İnci hoca bir drama sohbeti sırasında“bizde Ömer hep katılımcıların arasına katılır ve onlarla birlikte çalışır” dediğinde ben seni daha hiç tanımıyordum. İşte o ilk görüntülerini izlediğimde kilitlenmemin nedeni anlıyorsun değil mi?
Yıllar sonra Atina’ya kongreye gidecektim. İsmail Güven, listeden ismini gösterdiğinde inanamamıştım. Atina yazmış, gerçekten oraya gelip gelmeyeceğini sormuştum. Sonra Drama dünyasından meslektaşım Nicos Govas’tan bana mutlaka bir randevu almasını talep etmiştim… Nicos, zor diye yazmıştı…
Kongre resmi olarak Atina Üniversitesi’nde açılmış, akşam da kokteyle gidiyorduk. John O’Toole ile “Süreçsel” sözcüğünün ilkinin kime ait olduğunu konuşuyorduk. Bu konuşmalarımda İsmail hep yanımda ve benim adıma aktarıyordu. Birden İsmail salonun köşesinde yalnız oturan birini gösterdi ve “Bak işte orda oturuyor!” demişti. İkinci kilitlenmeyi yaşıyordum… Hemen yanına gittik. Patates haşlamaların olduğu bir saklama kabını açmış, atıştırmaya başlamıştın. “Merhaba!” demiştik, o bildik güler yüzün ile “Merhaba!” demiştin…”Yaratıcı dramanın Tanrıçası Dorothy Heathcote ile mi tanışıyorum?” diye sormuştum “Abartma lütfen!” diye yanıt vermiştin. “Sağlık nedenleri ile diyetim olduğu için başka şeyler yiyemiyorum”demiştin… Hiç olmadık bir konuyu konuşuyorduk ve şaka değil bir kokteyl ortamında karşımdaydın. Sen, İsmail ve ben bir köşedeydik ve kimse sanıyorum fark etmemişti senin orda olduğunu… Kongre süresince bir saatini bana ayırıp ayırmayacağını sormuştum. Kızıma sorun, benim zamanlamamı o yapıyor demiştin. Ertesi gün açılış konferansını dinlemiştik. Müthiş enerjik, etkileyiciydi. Ne yazık ki araya giren ikinci dil nedeniyle çoğunu anlayamamıştım. Çok sonraları metin elime ulaştığında da üçüncü kilitlenmeyi yaşamıştım… Ömrüm boyunca beni bulunduğum yerde dondurup bırakacağının habercisi gibiydi seninle yaşayacaklarımız. Bunu çok yakından hissediyordum… Ne kadar abartmış olursam olayım, gizli bağ ile kongre boyunca sürekli olarak seni izliyor ve sürekli yanı başında olmaya çalışıyordum.
İDEA’nın ilk toplantısına katıldığımızda toplantıya biraz geç gelmiş, İsmail Güven, Ali Öztürk ve benim oturduğum masaya oturmuştun, izin isteyerek. “Bu bir mucize!” diyordum kendi kendime… Toplantı bittikten sonra Ali video kameraları açmış ayaküstü bir söyleşi yapmıştık seninle… Söylediklerimi çok iyi hatırlıyorum. “Dorothy, Yunanistan’da pek çok tanrı ve tanrıça var. Ama ne şanslılar ki Yaratıcı Dramanın da tanrıçasını buraya getirdiler. Ama biliyor musun Türkiye’de seni tanımak isteyen bir kez görmek isteyen çok kişi var. Ankara’ya gelir misin? Bu tanrıça Ankara’ya gelir mi?” demiştim. “ Lütfen abartma. Çok yaşlandım ve ailem yolculuk yapmama izin vermiyor artık” demiştin… “Ama…” diyor sözün sonunu da getiremiyordum… Kongre süresince her fırsatta bu davetimi yenilemiştim. “Kızıma sor, onu ikna edersen, olur demiştin.” İsmail Güven eksik olmasın, benim bu tutkumu çok iyi anladığından Dorothy’in kızı Marianne ile durmadan konuşmuş ve Kongre’nin bitimine bir gün kala “Evet, geliyoruz!” demeyi başartmıştı. İnanamıyordum. Gerçek olup olmadığını soruyordum habire… Telefonumun şarzı bitmek üzereydi, sanıyorum önce İnci Hoca’ya sonra da Özlem Gökbulut’a haber verebilmiştim. Şarjım bittiği için de o an başka kimse ile paylaşamamıştım.
2008 yılı Çağdaş Drama Derneği’nin tarihi günlerinden biriydi. Dramanın tanrıçası olan sen Ankara’daydın. Türkiye’de senin adının ilk kez anıldığı Eğitim Bilimleri Fakültesi’ndeydin. Sonra seni Kongremizin yapılacağı salona almıştık. Koluma girmiştin. Salonun ön koltuğuna beraber gitmiştik. Ayaklarım titriyordu. Dolu salon seni ayakta alkışlıyordu… Açılış konuşmanı yapmıştın yine o bitmez tükenmez halinle… Sonra Derneğimizin Fahri Üyeliğini ve “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” nü İnci Hoca sana sunmuştu… Aynı karedeydik… Göz kırpmıştın bir an bana… Yeni bir kilitlenmeydi yaşadığım. İnanılmaz mutluydum. Dernekteki tüm arkadaşlarım, meslektaşlarım, öğrencilerim seferber olmuşlardı. Aynı onuru yaşıyorduk. Sen Ankara’da Çağdaş Drama Derneği’nin konuğuydun ve üç gün boyunca hiç oturmadan saatlerce ayakta yaptığın atölye (birkaç kişi senin el ele tutup çember yapıp oyun oynatmanı bekliyordu yine ama…) hepimize ayrı bir ayna tutmuştu. Utanmıştık galiba. Bu istek, bu işini zevkle yapma durumu, sanki yeni başlamış gibi…
Sonra seninle uzun bir söyleşi yapmıştık. Yakında dergimizde yayımlanacaktı. Giriş yazısı için Dergi editörümüz beni sıkıştırıp duruyordu… Hep bir şeyler eksik kaldı diyerek onu atlatıyordum. Meğer vefat haberini de bu yazıya yazmam gerekecekmiş… Çok iyi yaşantı ve anılarla ayrıldığını söylemiştin Ankara’dan ayrılırken… Çok zor geldiğini biliyordum. Seni çok iyi anlıyorduk, ama beni kırmamıştın… İçimde bir kez daha davet edersem yine kırmayacağın düşüncesi oluşmuş, bu kez çocuklarla çalışmak üzere seni davet etmiştim. Çalışma İngilizce bilen çocuklarla yapılacak, bizler de izleyecektik… Yüzün üzerinde kişi seni izleyecektik. Kabul etmiştin. Havalarda uçuyordum sanki. Yazışmaları Oylum yapıyordu ve ona diyordum ki bu mektuplar için ne kadar şanslısın… Ona Türkçe ve çevrilmiş haliyle İngilizce mektuplar yazıyordum, her birine kendi el yazısı ile hemen yanıt veriyordu. Her bir soruya hem de ayrıntılarıyla… Yazacağım kitaba önsöz istemiştim senden. Önce içindekiler bölümünü isteyip, sonra da kendi el yazın ile metni bana posta ile ulaştırmıştın…
“Sevgili Ömer,
İlk kez hiçbir zaman yazıldığı dil nedeniyle okuyamayacağım bir kitaba önsöz yazıyorum…” diye başlayan bir metindi…Sonra devam ediyordu: “…Benden kitabına önsöz yazmanı istediğinde neden hiç tereddüt etmeden ‘evet’ dediğimi açıklayayım. Ankara’da içeriği dolu iki farklı çalışma yürüttüm. Senin ve dernekteki arkadaşlarının nasıl konsantrasyonunuzu kaybetmeden tüm çalışma süresince çalışmalara katıldığınızı gözlemledim. Bizim mesleğimizde başkalarından bir şeyler öğrenmek az rastlanan bir durumdur, genellikle kendi düşüncelerimizin başkaları tarafından onaylanmasını bekleriz. Ama sen, Ömer bu kişisel ilgi ile gözleri kapanmamış birisin. Sen diğerlerinin çalışmasından bir şeyler öğrenmeye açıksın…” diye devam eden… Bu sevinç ve onur bana yeterdi… Kitabı hemen sana gönderme telaşındaydım… Gönderemedim. Nasıl üzgünüm şu an… Eskişehir’den Asuman’dan aldığım mesajında ilk söz “yetişemedim” oldu… Salondaki fotoğrafa yeniden baktım. Türk usulü el öpmeyi gösteriyordum sana. Arkadaşlar o anı fotoğraflamışlar. Çerçeveletip bana da hediye etmişlerdi… Eli Öpülecek Kadındın… Zeki Özen’i sonra yönlendirmiş ve yüksek lisans tezini senin üzerine çalışmasını önermiştim. Zeki, sanıyorum Türkiye’de en şanslı ve ayrıcalıklı bir eğitmen/lider olacaktı. Senin evinde kalmış, söyleşiler yapmış ve tezini oluşturmuştu. Ne yazık ki onu da sana göndermeye zaman yetmedi. Ama Ocak 2012 yılında kitap olarak yayımlayacağız. Hiç olmazsa bunu duyurayım sana…
Sonraları duyduk ki İngiltere Kraliyeti sana “Yaşam Boyu Başarı” Ödülü vermiş. Bizden sonra demiş ve ayrı bir gurur duymuştuk… İşte böyle Sevgili Dorothy.
Biliyor musun yıllar önce bir 24 Ocak öğle saatlerinde yüksek lisans tezimi yazdığım bir anda Radyo haberinden Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü duymuş, yerimde donup kalmış ve onu toprağa verene dek ağlamıştım. Ben bu sabah sana çok ağladım Dorothy. Hem seni tanımış, senin elini öpmüş, seni Ankara’da da görmüş, pek çok kişinin seni görmeni sağlamış biri olmanın sevinci ile Derneğimizin bu onuru yaşamış olması nedeniyle ve bir o kadar da sözlerin bittiği ve söylenecek hiçbir sözün kalmadığı bir üzüntü ile ağladım.
Parmaklarım zorlandı ilk mesajları yazarken. İnci hocayı Tamer hocayı aradım. Diğer birkaç meslektaşımı aradım. Bir an ne yapacağımı bilemedim. Masamın üstüne yazılmış kitaplarına bir kez daha baktım. O güleç yüzlü fotoğrafın gözlerimin önünde. Biraz önce tıpkı diğerleri gibi Songül Başbuğ aradı beni “Sizin duygusal yakınlığınızı bildiğimden size baş sağlığı diliyorum” dedi… Ben yine ağladım. Hem de Uğur Mumcu’dan sonra yeniden…
Sana ne yazayım ne diyeyim bilmiyorum. Ama ben seni hep çok sevdim. Meslek yaşamım boyunca senin etkilerini çok hissettim. Yaşamın en güzel dillerinden biri olan dokunma dile ile bana ve bizlere dokunduğunu çok iyi biliyorum, öyle ki parmak izlerin her yerde…
Sevgiyle ve dostlukla…