Üstün Akmen
Müzikseverlerin çok yakından tanıdığı “Taş Plak Sesli” Sema’nın öyküleriyle etkili, sesleriyle büyülü cumhuriyet dönemi kadın şarkıcılara adadığı “İstanbullu Efsane Hanımların Dillerindeki Şarkılar (1895-1940)” başlıklı albümünü ancak edinebildim/dinleyebildim.
İyi ki de edinebilmişim, edinmem ve dinleyebilmem ile birlikte Osmanlı’nın son döneminde, Levanten ve gayrimüslim azınlıkların da müziğe dahil olmasıyla başlayan ve cumhuriyetin kuruluşunu takiben 1940’lı yıllara kadar devam eden bir modanın, günümüz müzikseverlerince keşfedilmesini amaçlayan çalışmadaki tangolar, fokstrotlar, operetler ve kantolar arasında yittim gittim.
Fırtınaya Tutulup Gidiveren Efsaneler
1895-1940 yılları arasında, sesiyle efsaneleşmiş İstanbullu hanımefendilerin seslendirdiği şarkıların yeniden yorumlanmasıyla hazırlanan albüm, hiç kuşkum yok ki müziğe ve sese değer veren herkes tarafından beğeniyle dinlenebilecek bir çalışma olmuş. Müzik çevrelerinde “taş plak sesli” olarak anılan Sema Moritz ise, İstanbullu efsane hanımlara atfen yazdığı albümün kapak yazısında, duygularını şöyle dile getirmiş: “Sesler kimi kez hüzünlü, kimi kez kırılgan, kimi kez şen şakrak, kimi kez bir bahar çiçeği, kimi kez rüzgarda uçuşan bir kar tanesidir. Kimi kez ‘Ben seni işte böyle baştan çıkarıveririm’ dercesine acımasızdır. Kimi kez de aniden fırtınaya tutulup gidiverirler, eğlenirsiniz, gülersiniz, ağlarsınız…”
Kanto’nun Pürneşe Sahneleri
Şimdi, Sema’nın sözlerinin hemen ardından, yazımın tam da bu noktasında, doğu kültürünün en şen taraflarından birinin olsa olsa “şarkı” kültürü olduğuna inandığımı söylemeliyim. Şarkılar, “mukaddes aylarda” dahi kentin oruçlu dudaklarını keyiflendirmeyi bilmiş, tebessüm ettirmiş ve hatta kahkaha dahi attırmış. Bunun yanı sıra, çeşitli kesimlerden eleştiriler gelse de, “Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”. Pürneşe sahneler, şarkılarla toza dumana boğulmuş. Latincede “cantare” fiilinden gelme bir sözcük de 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış, yani sahnede hareket ederek şarkı söyleme biçimi olan “Kanto” müziği bu ortamda doğmuş, gelişmiş, serpilmiş. Kanto sanatçıları sahnede hem dans ederek, hem şarkı söyleyerek, hem de Anadolu ozanları gibi “atışma” halinde düetler yaparlarmış. Bu arada, elbette erkek kılığına bürünen kadınlar da varmış sahnede.
Kanto Ciddi İştir, Pop Gibi Değildir
Kanto şarkıların besteleri, sanıldığı gibi (ya da bugünkü pop müzik besteleri benzeri) asla derme çatma değilmiş. Ciddi çalışmalar sonucunda fantastik eserler ortaya çıkar, formlar üretilir, gerekirse var olan eserler kanto üslubuna uydurulurmuş. İşte, Sema’nın albümünü başlatan, Rakım Elkutlu’nun (1869-1948) “Saçlar Samur Bukleli”si de bu yabana atılmaz şarkılardan sadece biri. Günümüzde, bir müziksel çalışmada ortaya çıkan tonal merkezin, doğal armonik işleyişin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ve bunu aşmanın mümkün olmadığını düşünenlere Sema’nın özellikle bu şarkıdaki yorumunu dinlemelerini önerebilirim. Sema, “Saçlar Samur Bukleli”de “gerçek” kanto ile kesin bir koşutluk yakalıyor. Nasıl mı? Tonalite çerçevesinde oluşan hegemonyayı, sadece kendinden menkul olarak ele alıyor. “Kağıthane’ye Geliniz Yalınız”da da, “Helvacı”da da kantoya objektif bir görünüm kazandırmaya yarayan tonalitenin özünde bulunan başlıca ön yargıları gizliyor, tonaliteyi birliği sağlamaya yarayan bir “araç” olarak kullanıyor.
Ahenk Ve Ahenksizlik Akordunu Kullanabilmek
Albümü edinir ve dinlerseniz “Anonim” olarak belirtilmiş, ama benim bildiğim söz ve müziği Mehveş Hanım’a ait olan Nihavent eser: “Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem/Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem/Derdinle ufuklarda sönen gün gibi bitsem/Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem”deki Sema’nın latif çıplak sesiyle kullandığı ustalıklı ve zarif yorumundan alacağınız zevki, hiçbir şeyle, ama hiçbir şeyle kıyaslayamayacağınızı peşinen garanti ediyorum.
Sema’nın sesi nihavent makamında “Mümkün mü unutmak güzelim neydi o akşam”ı söylerken de fevkalade lirik. Tonalitesi ahenksizlik ve ahenklilik akordunu kullanarak, bir gerilim, bir gevşeme, giderek devinim ve durgunluk duygusu yaratmakta. Güftesi Bedri Noyan’a, bestesi Necip Celal Antel’e ait olan ve Türkçe tangolar arasında özel bir yeri bulunan “Özleyiş”te tonikten (Müzik teorisindeki bir müzik ölçüsünün ilk notası anlamında kullanıyorum) uzaklaşma gerilim olarak, toniğe geri dönüş ise gevşeme ile yaşanıyor. Sema’nın sesindeki tınılar, tüm diğer armonik kombinasyonları yönetmesiyle, onları kendine çekmesiyle birlikte, bir bütün olarak, sesin alçalıp yükselişinde ya da bitişinde çözülüyor.
İç Tempo, Sema’nın Sesinin Özünde Var
Müziğin de ötesinde, nostaljik anlamda acı veren bir dolaşım ve geri dönüş tutumunu “Ah Ne Tatlı Bir An”da da, “Ah Erkekler”de de, Kaptanzade Ali Rıza Bey’in (1881-1934) Seyyan Hanım’ın sesinde yücelen fantezisi “Yıldızların Altında”sında da sesinin özü olan bir iç tempoyla oluşturuyor. Şamran Hanım’ın ünlü kantosu “Sarhoşum amma hiç rakı içmedim/Aşıkım amma hiç güzel sevmedim”de müziğin esrarlı tınısını toplumsal anlamlar ve değerlerle bütünleştirerek şifrelemekte. Sema’nın; piyano ve akustik gitarda Genco Arı’nın, davulda Necdet Arı’nın, perküsyonda Gencer Arı’nın, klarnet ve soprano saksafonda Ali Çeliksu’nun, kemanda Can Olgun’un motiflerle süslü, emprövizelerle renklendirilmiş mükemmel eşliklerini yücelten sesi, efsane hanımların dillerindeki şarkıları yorumlayışı, edebiyattaki gerçekçiliğe ve resimdeki perspektife benzetilebilir, ama bana sorarsanız her ikisinden de çok daha derinlere kök salmış gibime geliyor. Bu kökleşme, kitlesel müzik beğenisini ve tüketimini belirlediği için galip gelen anahtar merkezli evrensel müzik göstergesi altında, sınıfsal ayrımların ve toplumsal farklılıkların sözüm ona aşılmasını kolaylaştıracak mıdır, işte işin o tarafını kestiremiyorum.
Sema’nın Her An Yanında Taşıdığı Enstrüman
Bilebildiğim, Sema’nın varoluşundan bugüne her an yanında taşıdığı o olağanüstü enstrümanının (yani sesinin) “bel canto”dan “brutal vokal”e uzanan geniş skaladaki iz düşümlerinin, vokal analizlerinin, güzelim ifade aracının, gezegenimizin hiçbir yerinde sağladığı ulaşılabilirlikle rekabet etmeyi göze alabilecek başka bir dilin halen olmadığı, oluşmadığı.
Hemen deyivereyim: Sema, “İstanbullu Efsane Hanımların Dillerindeki Şarkılar (1895-1940)”da kullandığı bu kutsal dille, başucu tınınız olmaya anasının ak sütü gibi hak kazanıyor.
Fazıl Sağlam, Yücel Sayman ve Yeni Anayasa Martavalı
Geçen hafta Hayat Televizyonunda “Gece Vardiyası” programına konuk olan, İstanbul Baro Başkanlığını 2 dönem üst üste üstlenmiş değerlerimizden Prof. Dr. Yücel Sayman, önemli açıklamalarda bulundu. Demokratik bir anayasa gereksinimine vurgu yapan Sayman, yeni anayasanın hazırlanışının partiler arası “pazarlığa” indirgenmemesi gerektiğini, halkın taleplerini dile getirmesi için uygun yolların bulunması gerektiğini söyledi.
Açıklama ilginçti, fikir yerli yerindeydi, ama üşenmedim, Anayasa Mahkemesi Emekli Üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam’a da başvurdum. Emre Kongar Üstadın “hukuk devletinin kazancı” olarak tanımladığı Fazıl Hoca ile söyleşimizden önümüzdeki anayasa gelişmeleri açısından belirleyici bir nitelik taşıyan, bu anlamda başkanlık ya da yarı başkanlığa geçişin alt yapısını oluşturan, güçler ayrılığı ilkesini zedeleyen, yargı gücünü yürütmenin etkisi altına alan Anayasa değişikliklerinin ciddi bir otokritiği yapılmadığı sürece, aynı eğilime ve çoğunluğa sahip bir Büyük Millet Meclisi yapısı içinde yürütülecek çalışmalardan farklı bir sonuç doğabileceğine inanmadığını anladım.
Prof. Dr. Fazıl Sağlam, 2007 yılında Türkiye Barolar Birliğinin (TBB) çağrısı üzerine anayasa hukukçularından oluşan bir çalışma grubu olarak, 4 aylık bir çalışma sonunda geniş kapsamlı ve gerekçeli bir “Anayasa Önerisi”nin AKP yetkililerince incelemeye değer bulunmadığını da söyledi. Kendiliğinden bir araya gelen ve çoğunluğu anayasa hukukçularından oluşan bir çalışma grubu olarak, 2010 anayasa değişikliği’nin doğru bir çizgide düzeltilebilmesi için, ilgili Yasa’nın bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geri göndermesini istemişler. Cumhurbaşkanı’na yaptıkları başvuru da sonuçsuz kalmış. Fazıl Sağlam, kendisini ilke olarak siyasal organlar dışında bilimsel ya da mesleki çevrelerin istekleriyle sınırlı tutma kararı aldığından, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının “nazik” davetine de “icabet” etmeyecekmiş.
Yani bir değerli hocamız “halkın talepleri toplanmalı” diyor, halkın gereksinimlerini karşılayamayacak bir anayasaya olmaz gözüyle bakıyor, diğer fevkalade saygın bilim insanımız başkanlığa/yarı başkanlığa geçişin altyapısını oluşturan, güçler ayrılığı ilkesini zedeleyen, yargı gücünü yürütmenin etkisi altına alan anayasa değişikliklerinin ciddi bir otokritiği yapılmalı yolundaki fikrinde ısrar ediyor.
Yani demem o ki, önümüzdeki dönem Arap Prensi’nin önemli gündem maddesini teşkil edecek olan yeni anayasanın hazırlanışı itiş kakışının siz siz olun şimdiden çekiverin kuyruğunu.