Halil Turhanlı
Deneysel sinemanın öncülerinden Shirley Clarke, tıpkı Amerikan yeraltı sinemasının anası sayılan Maya Deren gibi, modern dans eğitimi almıştı. Polonya asıllı, oldukça varlıklı Yahudi bir ailenin kızı olarak Park Avenue’da bir evde büyüdü. Modern dans tekniklerini, Martha Graham metodunu öğrendi. Sinemaya geçtiğinde Deren’in sine-dans filmlerindeki estetiği sürdürdü.
Maya Deren avangard sinema içinde sine-dans olarak anılan özgün bir estetiğin yaratıcısı sayılır . Onun filmleri dans eden bedenin hareketlerini kaydetmekle kalmaz, insan bedeninin anlam üretme ve iletme potansiyelini de inceler. Hollywood’un stüdyo sistemi içinde üretilen, disiplin altına alınmış bedenlerin sunulduğu show filmlerinde, revü kızlarının belirli bir düzen içinde hareket ettikleri Busby Berkeley müzikallerinde hiç görme imkanı bulamadığımız bir koreografi vardır onun filmlerinde.Şiirsellik de içiren bir koreografidir bu.
Fin-de siécle Paris’de, Folies Bergéres’de dans eden Loie Fuller’ın danslarından etkilenen Stéphane Mallarmé şiirde ve dramatik sanatlarda mevcut olan “ilahi düşünce”nin onun bedeninde, hareketlerinde cisimleştiğini yazmıştı. Mallermé koreografi sözcüğünün Yunancadaki etimolojik kökleriyle ele alındığında “bedenle yazmak” anlamına geldiğini ileri sürüyor ve modern dansı simgeci şiire yakın buluyor, simgeci şiirin uçucu, gözden kaybolan bir biçimi olduğunu düşünüyordu. Geleneksel mimetik formlarla bağlarını koparan Deren koreografisiyle, sine-dans filmleriyle gerçekten simgeci şiire yakın bir estetik yaratmıştır.
Shirley Clarke, Deren’in yarattığı bu radikal estetiğin takipçisiydi. İnsan bedeninin hareketleri, bu hareketlerdeki ritim ve tempo onu hep ilgilendirdi. 1950’lerin başında sinemaya geçtikten sonra da iç ve dış mekânlarda çektiği ilk dans filmi Güneşte Dans’dan başlayarak beden hareketi ile kameranın hareketi arasındaki ilişkiyi inceledi. Şiirsel bir montaj anlayışıyla sinematik ortamda hareketin akışını ve dinamizmini yakaladı. Soyut dans hareketleri dışında insan bedeninin olağan hareketlerinde ve hatta uykudayken dahi bir ritmin olduğunu, gündelik hayat içindeki sıradan etkinliklerinde bile insanların bir ritim duygusuyla davrandıklarını kavradı (parklardaki insanların, hatta köprülerin…) ve imgelerin koreografisini yarattı.
1958’de Brüksel Dünya Fuarı kapsamında ABD pavyonu için D.A. Pennebaker ile birlikte kesintisiz akış halindeki imgelerden oluşan film döngüleri hazırlamıştı. Fuar için kullanılmayan filmlerden de yararlanarak Bridges Go-Round adını verdiği deneysel filmi gerçekleştirdi. Bir büyük şehir senfonisidir bu film, imgelerle yazılmış, formalist tekniklerle yaratılmış bir kompozisyon. Clarke, Deren’in koreografisinin yanı sıra Walter Ruttmann’ın şehir senfonisinin de izinden gider. Şu farkla: Ruttman, Weimar yıllarının Berlin’indeki günlük hayatı sunmuştu. Clarke ise kamerasını salt şehrin köprülerine yöneltmiştir.
Bridges aynı zamanda bir şiirdir. Daha doğrusu, Hart Crane’nin modern Amerikan şiirine armağan ettiği Köprü’nün sinemadaki karşılığıdır.
Crane’nin şiiri de bir köprüdür aslında. Ondokuzuncu yüzyılın romantik ruhu ile yirminci yüzyılın modern şehir vizyonunu birleştiren bir köprü. Whitman’ın bu yakın takipçisi kaldığı pansiyonun penceresinden Brooklyn ile Manhattan Adası’nı birbirine bağlayan ve modern dünyanın bir sembolü saydığı köprüye iyimserlikle bakar. (Oysa, T.S. Eliot’ın Çorak Ülke’de Londra Köprüsü’ne nasıl da kasvetli bir bakışı vardır).
Crane bir dizesinde, “Sinemaları düşünüyorum, panoramik göstericileri” der. Clarke, şairin düşündüğü sinemalarda izleyebileceği bir film yapmış, hareketsiz nesneleri gösterirken kesintisiz bir hareket duygusu yaratmıştır. Dingin suların üzerindeki köprüler, kabloları, çelik halatları, kuleleriyle hareketlenir, adeta dans ederler. Ama dansı başlatan kameradır. Havada adeta asılı duran köprüler önce esnek, plastik materyale dönüşür, sonra kamerayı izleyerek düş benzeri bir atmosfer içinde onlar da hareketlenirler. Canlı renkler, üst üste bindirilen, giderek birbirinin içinde eriyen imgeler.
Yapı ve hareket üzerine soyut, öznel bir inceleme olan Bridges’de Hans Richter’in figüratif sunumu reddeden, yalın geometrik formlarla karmaşık optik etkiler doğuran soyut filmlerinin de etkisi vardır. Görsel fenomenin müziğe özgü niteliklerle (ton, ritim, ölçü, zaman..) deneyimlenmesini isteyen Richter bu filmlerinde sinestezi estetiği yaratmıştı.
Bridges aslında üç buçuk dakikalık bir filmdir. Clarke sonradan iki kopyayı ekleyerek yedi dakikalık bir film yapmıştır. İki kopyanın müzikleri farklıdır. Orijinal müziği Louis ve Bebe Barron yapmışlar, ancak daha sonra bu müziği MGM’ye satmışlardı. Telif hakları elinden çıkan Clarke da bu kez cazcı Ted Macero’ya yeni bir müzik sipariş etmişti. Film uzun süre Macero’nun müziğiyle gösterildi. Clarke yıllar sonra Barron’ların müziğini kullanma hakkını mahkeme yoluyla elde edince farklı müzikleri olan iki kopyayı monte etti. Sonuçta iki ayrı müzikle ardı ardına izlenen iki kopyadan oluşan yedi dakikalık bir film ortaya çıktı. Burada ilginç olan köprülerin farklı müzikler eşliğinde farklı hareket ediyorlarmış algısı yaratması. Sanki Barron’ların elektronik müziği ile Macero’nun cazına farklı tepkiler veriyorlar.
Shirley Clarke’ın konulu, uzun metrajlı filmleri ve Ornette Coleman üzerine yaptığı belgesel bir başka yazının konusu.