Nedim Saban
Yeni tiyatro mevsimi yaklaşır, tiyatrolar yeni oynayacakları oyunları ilan ederken, içimde tiyatroya gitme dürtüsünün neden hâlâ harekete geçemediğini düşünüyorum. Dünyada en çok beğendiğim oyunculardan biri olan Kevin Spacey, 5 Ekim’de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın öncülüğünde İstanbul’a geliyorsa ve bu bile beni hâlâ olması gerektiği kadar heyecanlandırmıyorsa, o zaman artık İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nı değil, kendimi sorgulama zamanı geldi diye düşünüyorum. Tabii ki bu yine de İKSV’nin daha önce üç star ile Fanny Ardant, Jeanne Moreau ve John Malkovich rezaletlerini aklamaz ama ortada festival bile yokken Kevin Spacey gibi dev bir aktör ile aynı havayı soluyacağımı düşününce, şimdiden onun gitmesi muhtemel kafelere parfüm kokumu salgılamam gerekirdi diye düşünüyor ve bunu niye yapmadığımı sorgulayarak kendime çok kızıyorum.
Mesleğimin otuzuncu yılında heyecanımı yitirmiş olamam, psikolojimin şu sıralar en azından dalgalı olduğu çok doğru ama aksine bu ruh haliyle Wagner’in coşkun müziği beni kovalıyormuşçasına itelenmeli, sezon heyecanı ile çok hızlı koşabilmeliyim. Hadi sizi çok yormadan, yitirdiğim şeyin ne olduğunu söyleyeyim: Oyun duygum!
İnanmayacaksınız ama hayatta benim en iyi oyun arkadaşım, 60 yaşında resim yapmaya başlayan, tiyatro heyecanıma tanık olduğu zaman, beni bu yıl kaybettiğimiz Deniz Uyguner’in çocuk oyununa her Cumartesi sabahı götürerek, ‘Birlikte Oynayalım’ adlı çocuk piyesini 64 defa izleyerek Guiness Rekorlar Kitabı’na geçen babaannemdi. Onun artık oynayamayacak kadar yaşlandığını hissettiğim zaman, içimdeki çocuk öldü. Belki daha büyük bir sanatçı oldum, ama ben küçük bir çocuk olarak üretmeyi tercih ederdim.
Setlerde, provalarda “bu adam çocuk ruhlu” sözünü birçok kez çok güvendiğim sanatçılardan duydum ama bir yaştan sonra kontrol duygunuz o kadar ağır basıyor ki, birlikte ürettiğiniz arkadaşlarınızla bile, birlikte oynayamaz hale geliyorsunuz. Egonuz üretiminizin önüne geçiyor, sanki kalp ameliyatı yapıyormuşçasına kendinizi kanıtlama sevdasıyla yazıyor, yönetiyor, rol yapıyorsunuz.
Şimdi, twitter sayfamda “Nedim abi ne içtin” dedirterek takipçilerimi şaşırtan sorunun cevabı geliyor: Dört tane yeğenim var, hepsi değişik yaşlardalar ama onlarla da oyun oynayamıyorum çünkü beni televizyonda izledikleri için midir nedir, mühim adam sanıp önemseyerek, benimle oynamak yerine büyük adam gibi seviyemi yakalamaya çalışıyorlar. Büyük insanlar gibi konuşup, genelde akıl yarıştırıyorlar.
Şu hayattaki tek oyun arkadaşım köpeğim: Çiço. Kendisi American cocker olup, çiftleşme ihtiyacı var, ancak o konuyu Ertuğrul Özkök’e bırakıyorum. Dün keşfettim ki ben oyun oynama ihtiyacımı köpeğimle gideriyorum, olursam belki Çiço’nun sayesinde daha küçük bir tiyatrocu olabileceğim. Beni büyük sanatçı olmaktan kurtarsa kurtarsa ancak Çiço köpek kurtaracak.
Çiço’yu okurlarım, seçim zamanı tartışmalarımızdan filan tanırlar. Ancak, dün onu İstanbul’un bir alışveriş merkezine özel izinle sokup (işi yukardan bitirerek yani), bu ayrıcalığını koruması ve güvenlik görevlileri tarafından kovulmaması için altı saat bağlı tuttum, üstelik beş buçuk saat yalnız bıraktım. Hayvan, en önemli markalarla bezenen bir mall’da olduğunu ne bilsin, küstü tabii. (Oysa defalarca Clayderman dinleyerek, evde hiç alışkın olmadığı bir müzik türüyle bile tanışma şansına ulaşmıştı.) Küsünce beni kulak ardı etmesini bırakın, verdiği ceza tüm evi, anlarsınız ya, şöyle bir yoklamak oluyor. Kendimi, bir AVM’de bağlı tutulmuş köpeğin gönlünü almak için kemikler yediren, çeşitli oyuncaklarla kakafonik sesler çıkartan, top peşinde koşturan, kedi taklidi yapan biri olarak buldum: Çiço ile oynuyordum. Tekrar babaannemin torunuydum.
Artık büyük sanatçı değil, çok şükür küçük bir tiyatrocuydum.
Şimdi Nişantaşı sokaklarını dolaşacağız. Köpeklerin çiş yapma duyguları iz bırakmak içinmiş! Şu ölümlü dünyada, Kevin Spacey’nin bizim parfüm kokumuzu duyması için, bizim de bir zamanlar dünyanın bir yerinde oyun peşinde olduğumuzu bilmesi için Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne kadar her ağacın önünde stop ederek, birlikte yürüyeceğiz.
Köpeğiniz olmayabilir, babaannenizi hiç tanımamış ya da onunla oynayacak kadar şanslı olmamış olabilirsiniz.
Ama fazlasıyla oyun alanı var yaşamınızda belki de hiç fark etmediğiniz. Bu haftaki Fenerbahçe maçında 40.000 kadın kendilerine yepyeni bir oyun alanı açtı mesela. Doyasıya eğlendiler. Onları seyirciden saymayarak ayrımcılık yapanlara da çok iyi bir ders verdiler. Bir gazete manşet attı: Saha parfüm kokuyordu! Gördünüz mü bakın, bundan sonra maça gidecek olan erkekler için de bir çığır açılmış oldu: Duş almak, deodorant sıkmak, daha az küfür ederek oynayarak medeniyete ermek!
Demek ki, oynayarak sadece kendimizi değil, toplumu da zenginleştiriyormuşuz.
Futbol oynayanlarla mı oynarız, tiyatro izleyerek mi oyun oynama keyfini çıkartırız, yoksa köpeğimize sığınarak anti sosyal takılmaya devam mı ederiz bilmem ama iyi oyunlar olsun hepimize!