Güneşli Sezonlar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Nedim Saban

Tiyatrokare’nin yirminci sezonunda ne kadar coşkulu olmamızı, coşkulu bir yazı yazmamı beklerdiniz değil mi?

Repertuarımızda 3 farklı türde yeni oyun, geçen yıldan seyircisi hâlâ tükenmemiş olan iki oyun ve 3 çocuk oyunu var. Nicelik olarak neredeyse bir ödenekli bölge tiyatrosu kadar sayıda oyuna sahip olan tiyatromuzda, oyun seçerken çağına hizmet eden, söyleyecek sözü olan yapıtlar bulmaya özen gösteriyoruz. Ancak, bu kadar hızlı ilerleyen bir gündemde, özellikle birkaç yıl arka arkaya oynayan oyunların sözünün eskime tehlikesi beliriyor bazen.

Ben nice yirmi yılınız olsun diyenlere, Türkiye’de özel tiyatro yapmanın bir tükeniş olduğunu ve tuhaf bir biçimde kendimi bu tükenişin tam ortasında hissettiğimi söylüyorum. “Aaa yapma” gibi ucuz kahramanlık üretenlere de “o zaman sen yap” diyesim geliyor.

Tiyatrokare’nin ilk yıl Macide Tanır’ın konuk olmasıyla oynadığı ‘Müziksiz Evin Konukları’ adlı oyunda da bir büyüğün, bir çocuğa atasözü olarak sayabileceği öğütler vardı, bu yıl seçtiğimiz ve yazarı Emile Ajar’a Goncourt Ödülü kazandıran ‘Onca Yoksulluk Varken’ adlı oyununda da, bir büyükten bir çocuğa aynı söylem var. Artık içimde öyle bir his var ki yirmi yıldır büyükten küçüğe geçen bu ana sözü ile demir almanın vakti geldi zamandan!

Tiyatro yaparak maddeten korkunç olarak yoksullaştığımız için, ‘Onca Yoksulluk Varken’ adlı oyun, günün anlam ve önemini belirten iyi bir seçim olmuş olabilir. Şaka bir yana, bu mesleğe 30 yılını vermiş biri, üstelik sadece tiyatrosunu yaşatmak için kafasını kazandipleri ve muhallebilerin içine daldırmışken plaket ve alkıştan biraz daha fazlasını bekliyor.

Neler mi mesela?

* Hocam, “benim tek amacım tiyatro yapmak diyerek” gelen ve bir yıl boyunca tiyatrodan makul ölçüde ekmek yiyen bir gencin, diziye kapak attıktan sonra, oyunu bıraktığı gün bir teşekkür ederek gitmesini…

* Televizyondaki şöhret öykülerini anlatanların özgeçmişlerinde oynadıkları tiyatroların adını da saymayı zül saymamasını…

* Aynı ekibin bir parçası olarak görev alan oyuncuların birbirlerinin başarısını, ödülünü, galasını alkışlamasını…

İnsan tiyatroyu sadece seyirci için değil, sahnede güzellikler paylaşmak için yapıyor kuşkusuz. Kavgalı, dövüşlü, dedikodulu tiyatro kulisleri mutlaka çok gerilerde kaldı, ama gönül tiyatronun şahlanması, yurtdışında olduğu gibi en yetkin oyuncuların bu sanat kolunda direnmelerini istiyor.

Ve şu sözlere inanmak istiyor…

Bana bir oyun bul da oynayalım: Bu sözü ciddiye alıp dünya tiyatro külliyatını tararsanız ve tiyatro sahnesinde birlikte bir şeyler paylaşmak istediğiniz bir oyuncunun önüne, üstelik bir metni Türkçeye çevirterek çıkartırsanız, bu sözün, “yaz olsa da denize girsek” kadar yüzeysel ve samimiyetsiz olduğuna inanabilirsiniz.

Eylül ayında tiyatrolar prova yapmak için kast arayışına girerken, bazıları, neden ille de, televizyondan ismi olan kişiler seçtikleri için eleştiriliyor. Oysa bilinmiyor ki, afişe bakan izleyici, şu dizinin bu oyuncusu, o dizinin bilmem ne oyuncusu diyerek eleme yapıyor ve ne acıdır ki, bazen tanımadığı oyuncu olmayınca gişenin kapısından geri dönüyor. Daha da fenası yurdun muhtelif kolejlerinde turnelerde genç kızları cezbedecek isimlerle ilgili toplu biletler alıyorlar ve diyelim ki o isim şansa asker kaçağı çıktığı için turneye katılamıyor. Bırakın tüm biletleri geri vermeyi, usta tiyatrocularınızdan okulda aldıkları paneldeki bilgiler bedavaymışçasına davranarak, sizi bir çiçekle kapının önüne koyuveriyorlar.

Bu durumda, bazı tiyatrolar ‘medyatik’ oyuncu seçmelerinde, “o da tiyatrocu mu yav” diye eleştiriliyor, oysa ne yazık ki, dördüncü beşinci tercihleriyle çalışmak zorunda kalıyorlar.

Bu durumda tiyatro yapımcıları ancak dizileri bitmiş ya da ratingleri yerlerde sürünen dizilerin oyuncularını seçebiliyor. Bundan başka şansları yok.

Ha, provalar Nisan/Mayıs’ta yapılıp, oyun çıktıktan sonra tatile çıkılsa, birdenbire Eylül ayında birkaç diziden teklif almış olan oyuncular tiyatroya “ama evin, arabanın taksiti” diyerek öyle bir kazık atıyor ki, perdenin açılmasını aylarca geciktiriyorlar.

Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Halk Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu geleneğindeki ekip tiyatroları ne yazık ki artık tükendiği için, ne kadar yetenekli olursa olsun, toplama kadrolarla ortaya çıkan işlerde estetik birliği ve dil birliği kurmak ne yazık ki her zaman olası olmuyor, sahneler arasında bazen iki farklı oyun oynanır gibi kopukluklar yaşanıyor.

Her oyuncunun farklı bir yaklaşımı ve tiyatroya bakış açısı olduğu, farklı alışkanlıkları olduğu düşünülürse, ekiplerin daha sezon ortasında dağılmaları da çok kuvvetli bir olasılık olarak önümüze çıkıyor tabii ki.

Şimdi bu durumda, “bu yıl ne oynayacaksınız yerine”, “bu yıl neyi, kimle oynayacaksınız” diye sormak lazım tabii! Adı üstünde oyun bunun. Annen yemeğe, menajerin sete, baban okula çağırdığı zaman tadı çıkmaz!

Provada koşar, coşar, azar, kurtlarını ortaya döker, ‘seyirci nihayet geldiği zaman da’ orkestranın çılgınca uyumuna hayran bırakırsın herkesi.

Uyum bir market ismi, Vefa bir semt adı, prova terzide yapılan bir eylem olduysa, 20 yıl ekip ruhu kurmaya çalışsan ne olur, bundan sonraki hayatını aşurenin fındıklarını sayarak geçirsen ne olur…

Dünyanın en güzel oynanan oyunu, güneş battığı zaman tekrarlanan oyun değil, güneşin seni kıskanacağı oyundur.

Bu düşüncelerle güneşli sezonlar olsun, hâlâ ışığa inananlara…

Birgün 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nedim Saban

Yanıtla