Bülent Sezgin
İlköğretim ve lise düzeyindeki okulların açılmasına çok az bir zaman kaldı. Eğitim dünyasında şu günlerde öğretmenlerin seminer çalışmaları sürüyor. Bundan tam bir yıl önce yazdığım yazıda Türkiye’deki drama ve tiyatro eğitimine dair gözlemleri paylaşmıştım. (http://mimesis-dergi.org/2010/09/okullar-aciliyor%E2%80%A6-peki-ya-tiyatro-ve-drama-egitimi) Bugünkü yazımda aynı konuya farklı bir çerçeveden bakmak istiyorum, çünkü bunun bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bir süreden beri İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde öğretmenlere uygulamalı eğitimler yaptırdığım için de konuya dair değişik gözlemlerim oldu.
Bugünkü yazımın başlığını kısa bir süre önce katıldığım bir seminer çalışmasından esinlenerek koydum. Özel sektörde çalışan teknoloji uzmanı sayın Sezer Pal benim de katıldığım bir eğitimde Dijital Doğanlar Çağında Talim Terbiye adlı bir sunum yaptı. Sunumda 1990 sonrası doğan kuşak, dijital çağın çocukları (Z nesli) olarak adlandırılıyordu. Z nesli olarak adlandırılan bu kuşak dikkat toplamada zorluk çeken, sabırsız fakat fonksiyonel bir düşünme becerisine sahip, değişime hızlı ayak uydurabilen ve teknolojiyi çok iyi kullanan bir nitelikte idi. Sosyal medyaya aşırı derece bağımlı bir “facebook” ve “msn” kuşağından bahsedildi. Sanal sosyalleşmeye eğilimli bu kuşak sürekli “görünme” takıntısıyla yaşamakta, sosyal ağlarda ortalama 150 kişilik kapasite ile iletişime geçmektedir. Sosyal medyada oldukça talepkar, katılımcı ve hızlı organize olabilen bir yapıdadır. Ancak konuşmadan çok mesajlaşma ön plandadır. Sezer Pal, Z neslinin eğitimi söz konusu olduğunda yeni bir paradigmadan bahsetti. Bilgi kaynaklarının internet ve bilgisayar alanındaki gelişmelere paralel çoğalmasıyla, klasik eğitim yöntemlerinin iflas ettiği tezini aktardı. Örneğin Türkiye’de şu anda MEB nezdindeki Fatih projesi ile 500 bin çocuğa tablet bilgisayar dağıtılacak, öğrenciler ders kitapları yerine akıllı tahta ve bilgisayar teknolojisinden yararlanacakmış. Özelikle ABD ve İngiltere’deki yeni arayışlar teknoloji merkezli eğitim metotlarını (e-learning, e-kitap, simülasyon ile eğitim ve internet vs.) geliştirmeye odaklanmış. Tabi yeni arayışlar yapılırken dikkatli olalım diyenler de var, örneğin ABD’de ince kas gelişimini engellediği için el yazısına geri dönülmesini isteyen birçok eğitimci olduğu biliniyor. Bilgi kaynaklarının çoğalması beraberinde “fikir mülkiyeti, akademik dürüstlük, bilimsel etik” gibi konuların yeniden tanımlanmasını getiriyor. Sonuçta 1990 sonrası dönemde doğan kuşağın yaşadığı ciddi bir değişimin olduğu aşikar. Bu değişimin yorumlanması oldukça uzun bir yazının konusu. Ben daha çok böyle bir sürecin drama ve tiyatro üzerindeki etkileri konusunda bir şeyler söylemek istiyorum.
Yeni dönemde en büyük değişim bana kalırsa oyun kültüründe yaşanıyor. Atölye çalışmalarımda öğretmenlere sürekli soruyorum, çocuklar ne tarz oyunlar oynuyor diye. Anadolu’da bile şu anda ciddi bir değişim söz konusu. En son Niğde Aksaray’da ve İstanbul’da Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş 300 tane öğretmenle konuştum. Gelişmeler İstanbul’dan çok da farklı değil. Sokağın ve geleneksel kültürlerin zayıflamasıyla dijital döneme yavaş yavaş Anadolu’da da geçilmiş. Kuralların özgürleştirdiği ve kuralların bizzat çocuk tarafından değiştirildiği oyunlar yerini, “başka birileri tarafından kurulmuş” oyunlara devretmiş. Denilebilir ki, bilgisayar oyunlarında da kurallar katılımcılar tarafından belirlenebilir, ama bu klasik çocuk oyunlarına göre çok daha zor bana kalırsa. Kapitalist kuralların belirlediği bir dijital oyun endüstrisi içinde çocuk daha edilgen bir konumda. Örneğin savaş konseptli dijital oyunların yeni neslin savaş hakkındaki fikirlerini etkilemesi üzerine araştırmalar mevcut. Ömer Faruk Kurhan’ın güncel yazısını ve Ed Halter’in Yakamoz yayınlarından çıkan kitabını okumanızı tavsiye ederim.
Sosyal ve fiziksel gelişime dayalı oyunlar yerini simulasyon oyunlarına bırakıyor. Örneğin saklambaç oynamayı bilmeyen bir öğrenci nesliyle karşı karşıyayız. Saklambaç oynamayı bilmiyorlar belki ama 3 yaşından itibaren bilgisayarı çok rahat kullanabiliyorlar. Özelikle büyükşehirlerde kent yaşamının getirdiği mekan kısıtlamaları, güvenlik kaygıları yüzünden çocuklar eve kapalı bir sosyalleşme sürecini yaşıyor. Örneğin drama-tiyatro derslerinde öğrencilere öğrettiğimiz çocuk oyunları onlara zaman zaman yavan gelebiliyor. Öğrenciler play-station ya da cep telefonlarıyla oyun oynamayı fiziksel bir enerji harcayacağı oyuna tercih edebiliyor. Hareketsiz bir şekilde bireysel bilgisayar oyunları ön planda olduğu için harekete dayalı sosyal oyunlar çok tercih edilmiyor. Çok oyunculu online oyunlar ise bir yandan dijital sosyalleşme yaratıyor, ama bir yandan da eve bağımlı ve takıntılı bir ruh halini ortaya çıkarıyor. Yetişkinlerde bile ruh sağlığı bozukluğu yaratabiliyor. Velilerden sürekli duyuyorum, günde ortalama 5 saate yakın dijital oyun oynayan, zihninde sürekli “online oyunlar” olan birkaç öğrencim oldukça zor günler geçirmişti. Kendini dijital dünyaya fazla kaptırdığı için ciddi fizyolojik ve psikolojik sorunlar ortaya çıktı.
Obezite gibi problemleri de düşünürsek, drama ve tiyatronun asal bileşenlerinden biri olan oyun kültürü konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Örneğin tiyatro provalarındaki bir gözlem olarak öğrencilerin bedenlerini kullanmak konusundaki isteksizliği ve de dil gelişimi konusunda yaşadığı sorunları sayabiliriz. Örneğin lise düzeyindeki öğrencilerle vücut çalışması yapmak oldukça zor. Veya öğrenci bir text okuduğunda epey zorlanıyor, çünkü bilgisayara ya da cep telefonuna bağımlı bir imgelem ve okuma-yazma söz konusu. Şiir ve edebiyat alanlarındaki eserleri de çok fazla okumadıkları için zaman zaman yavan bir dil yapısı ortaya çıkabiliyor. Grup çalışması yapmak için öğrencilerle ilk olarak bir ön çalışma yapmak gerekiyor, çünkü bireysel oyuna alışmış bir çocuk için grup çalışması eziyet oluyor. Reel grup çalışmasında ve provada, “varlıkları ve yoklukları bir mouse hareketiyle gelip gidenler olmadığı için” çocuk ilk başta epey zorlanıyor. Sağlıklı bir prova düzeni için birbirini dinleyen, birbirini bedensel olarak hisseden bir donanım gerekiyor.
Sorun şu ki, tüm yaratıcılığını ve enerjisini teknolojiyle ve internet sayesinde açığa çıkaran bu yeni kuşağa drama ve tiyatroyu sevdirebilmek. Hem onların dilinden konuşmak hem de onları eleştirerek bir tür mücadele vermek. Bu süreçte çocukları suçlamak ya da eleştirmek yerine, Z nesli ile ortak bir dilin nasıl yakalanabileceği üzerine düşünmek gerekiyor. Drama ve tiyatro eğitimcilerinin, çocukları modası geçmiş, demode gözüyle bakılan oyunlarla bir şekilde barıştırması gerektiğini düşünüyorum. Kendi yaptığım ve şu anda 10 bin çocuk üzerinde uygulanan programda bir öğrencinin en az 30 tane klasik oyunla tanışmasını sağlamak istedim. Gözlemlerime göre bu çocuklar için karşılığını hemen buluyor. 30 yaş ve üzeri kuşak için oldukça sıradan olan sokak kültürünü maalesef yapay bir şekilde yeniden yaratmaya çalışıyoruz. Drama ve tiyatro dersleri de belki de eskiye ait nostaljik bir “similasyon” Zararın neresinden dönersek kardır hesabı. Ancak sorun şu ki, evde ve yaşamının diğer alanlarında oyun sürekliliği olmadığı için drama ve tiyatro oyunlarının etki gücü oldukça sınırlı. Bu açıdan Huizinga’cı “oynayan insan” sloganlarını sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda bana kalırsa günümüzün “dijital oynayan insanını” anlamak ve yorumlamak gerekiyor. Bu yorumlama sürecinde ne “ah nerede o eski güzel günler nostaljisi yapmak”, ne de “teknoloji çağına yüksek övgüler düzmek” yararlı olacaktır. Ayrıca bu tartışmayı drama ve tiyatro bağlamında devam ettirmek gerekiyor. Canlı performansa dayalı sanatların günümüz dijital dünyasında varlığını sürdürmesi için buna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
10 yorum
Sevgili Bülent,
Böyle bir konuyu bu şekilde bizimle paylaştığın için teşekkür ederim.
Kısaca kendi okul çalışmalarımda nasıl bir bakış açısı ile hareket ettiğimi paylaşmak istiyorum. Geçen yıldan beri sahnede çocukların kendini yetişkinlere ifade ettiği anne-baba ve öğretmene kendi dünyalarını anlattığı oyunlar oluşturuyoruz. Rehberlik servisinin de yönlendirmesi ile yetişkin odaklı çözümler üzerine yoğunlaşıyoruz. Çocuklarla sahneleme anında herhangi bir sorun yaşamıyoruz, çalışma sürecinde ise kesinlikle eğlendikleri ve sahiplenebilecekleri oyunlar tercih edip çok uzatmadan sahneye çıkıyoruz. Okulda her öğrencimiz yılda en az iki defa sahneye çıkma fırsatı buluyor. Bir eğitmen için yorucu gibi görünse de bana kalırsa bir oyunu bir yıl çalışan eğitmen daha fazla yorulur. Bu sıklıkta oyun oynamak ve izlemek ciddi bir şekilde tiyatronun okula sinmesini sağlıyor. Ve bu sıklıkla sahneye oyun koyunca amaç tiyatro yapmak değil, her oyunda yeni bir şey söylemek oluyor. Tiyatro çocuğun dünyasına ev dışı yaşantısında girdiği için; ele aldığın konuyu sadece çalışma süreçlerinde dijital çağın çeşitli yan etkilerinin çalışmaları olumsuz etkilemesi olarak değerlendirdim .
Çözüm önerim de özellikle okul ortamlarında kabaca yukarıda bahsettiğim biçimde.
Not: Yazım tamamen okulda tiyatro uygulamaları etrafındadır,konu ile ilgili eğitimde drama uygulamaları üzerine yazarak dağıtmak istemedim.
Bülent Hocam yazınızı keyifle okudum. Yazınızda değindiğiniz sıkıntıyı derslerimizde öğretmen olarak bizler de gözlemleyebiliyoruz. Yere düşürdüğü silgisini almaya üşenen öğrencilerimiz dahi olabiliyor. Sbs, ygs, lys gibi kaygıları olan öğrencilerimiz sosyal etkinliklerden biraz daha kısıp daha fazla ders çalışmaya yönelebiliyor. Aslında yeni nesilin bu dijital modasına görünürde iki farklı yönelimle cevap veriliyor gibi. Biri öğrenciyi daha fazla hareket ettirmeye ve onu kendi hareketsiz ve sanal ortamından koparmaya yönelik çalışmalar, diğeri ise öğrenciyi kendi dijital ortamında kabul edip öğrenciye oradan ulaşmaya çalışmak. Artık işin ekonomik pazarının da etkisiyle ilk yönelimden ikincisine doğru ciddi bir geçiş olduğunu farkedebiliyoruz. Bazı üniversitelerimizde uzaktan eğitim sistemi başladı. Video konferans dersleriyle öğrenciler sanal sınıflarda öğretmenleriyle buluşup oturduğu yerden dersler işleyebiliyor. İlköğretim ve lise derslerinde akıllı tahta kullanımı yaygınlaştı. Tablet bilgisayarlar yakın zamanda öğrencilerin kitaplarının yerini alacak gibi. Gidişata bakılırsa artık sınıf ortamı, grup etkinliği kavramları yavaş yavaş yok olacak.
10 yıl önce ideal sınıf mevcudu kaç olmalıdır sorusuna cevap 30 iken şimdi 10-15lere indi bile. Öğrencilerin dikkatleri çok çabuk dağılıyor. Bu da sınıf ortamının yavaş yavaş yok olup, her öğrenciyle birebir ilgilenmeye doğru gidildiğini gösteriyor. Sınıf ve okul ortamının önemli katkılarından biri olan sosyalleşme ise artık oldukça zayıfladı. Kalabalık gruplarda oynanan online oyunlarda öğrenciler sosyalleşebiliyor, sosyal medya aracılığıyla birşeyleri paylaşabiliyor.
Eğitimde gelecek yıllarda yönelimin bu şekilde olacağını düşünüyorum. Daha az hareket, ama istenen her bilgiye ve kaynağa daha rahat ulaşım. Bu da ne yazık ki daha obez ve sağlıksız, daha az sosyal insanlar ve toplum demek.
Bu nedenle genelde sosyal etkinlik ve spor branşlarına yıkılan öğrencileri harekete geçirme ve sosyalleştirme sorumluluğu, benim gibi diğer branş öğretmenlerine de düşüyor.
Bu da farklı etkinlikler ve metotlat, daha dinamik öğretmenler, disiplinlerarası işbirliği ve sınıf ortamının fiziksel koşullarının ve ders müfredatlarının sorgulanması demek.
Merhaba Hocam,
Turkiye’de yeni bir sisteme geçildiğinde ya da geçilmeye çalışıldğında hep bir şeylerin eksik kaldığı aşikar. Şu an İsveç’teyim ve buradaki eğitim sistemini gözleme fırsatım oldu, hani bizim o bahsettiğimiz geleneksel ve modern eğitim bir arada. Çocukların fiziksel gelişimine her şeyden çok önem veriyorlar. Burada havanın inanılmaz soğuk olmasına rağmen, çocukların oyun bahçelerinde doyasıya oynadığını görmek çok şaşırtıcı değil. Tablet bilgisayarları yok belki ama eğitim parasız her seviyede ve kütüphanelerin çocuklara ayrılmış bölümlerinde günü her saati her yaştan çocuğu görebilirsiniz.
Yazınızı keyifle okudum, paylaştığınız için teşekkürler
Bülent Hocam,
Teknolojiye ruh katan yazınız için teşekkürler. Bu konuda siz ve Deniz Altınay bey ile bir toplantı yapalım istiyorum, böylece bir metodoloji geliştirme yönünde bir sinerji oluşturabiliriz. Kendisi İstanbul Psikdrama Enstitüsü kurucusu. Aşağıdaki makalesi kendisiyle ilgili biraz fikir verecektir. Psikodrama konusu gerçekten çok etkin ve verimliliğine ikna olduğum bir metodoloji. Gelecekte belki her öğretmenin bir PDR uzmanı donanımına geleceği, sınıfta iletişim kurmadan bilgi aktarmak yerine çocukların kişilik yapılanmasını onaracak ve geliştirecek bir ortama ulaşmalıyız. Finlandiya’da sınıfta öğretmenin yanında asistanlar var ve çocuk psikodramasında yaş küçüldükçe terapist sayısı artıyor mesela. Çocuklarımızın bu yoğunlukta ilgiyi hakettiğine inanıyorum ve Psikodrama aracının değeri bilindiğinde toplumumuza çok katkısı olacağını düşünüyorum.
(Bu bölümü mail ile özelinize gönderip göndermeme konusunda kararsız kaldım ama açık olursa diğer uzmanların katkıları da olacağından daha faydalı olacağını düşündüm.)
http://www.istpsikodrama.com.tr/alt_detay.aspx?ori=77
Not: Sunumumu Slide Share’e yükledim. İnceleyenlerin (özellikle yurtdışındaki eğitimci arkadaşlarımızın) geri bildirim ve katkılarını sezerpal-atişareti-yahoo-nokta-com adresine beklerim. Çoğu sözlü anlatım olan sunumu tamamen kapsamadığını belirtmeliyim. Sunumun video kaydını imkan olursa gelecekte paylaşacağım.
http://www.slideshare.net/sezerpal/dijital-doanlar-iin-talim-terbiye
Saygılarımla,
Sezer Pal
Merhaba Bülent Hocam,
Çocukların özellikle küçük yaşlardan itibaren tablet bilgisayarların, dokunmatik akıllı telefonların olduğu bir ortamda büyümesi gerçekten ileriki yıllarda onlar için ve toplum için büyük bir sorunu ortaya çıkarıyor. Daha ilk doğdukları anda bile resimleri çekiliyor, hep beraber aile toplanmalarında LCDlerden videoları izleniyor,kısacası gözlerini açar açmaz böyle bir dünyaya doğuyorlar diyebiliriz. Kuzenimi gözlemliyorum, tuşlu olduğu için televizyon kumandasını kullanamıyor fakat babasının dokunmatik telefonunu- hiç öğretmedikleri halde- kullanabiliyor, hatta kendisi oyun açıp onu oynuyor.
Fakat bu cuma günü durum ne kadar kötüye gidiyor gibi görünse de çocukların oyun oynamaktan hiçbir zaman vazgeçemeyeceklerini gözlemleme fırsatı buldum. Özel bir staj yapıyorum ve gözlemlediğim sınıflardan birisi de 3. kademe. İngilizce öğretmenleri öğrencileri ödül olarak bahçeye çıkarıyordu, öğrencilerin ellerinde voleybol ve basketbol topları vardı ve dışarı nasıl bir sabırsızla ve heyecanla çıktıklarını anlatamam. Dışarıda öğretmenleriyle beraber büyük bir sevinçle oyun oynadılar ve ben de onlara katıldım. Fakat dersin sonuna doğru yağmur başladı ve tekrar sınıfa girmek zorunda oldukları için çok üzüldüler. Dışarı bir an önce çıkmak için sabırsızlanan o ayaklar şimdi içeri girmek için geri geri gidiyordu.
Dijital doğanlar demek gerçekten çok anlamlı. Daha dünyaya gelmeden bebek hakkında birçok fikre sahip olabiliyoruz ve dünyaya geldikten sonra bebeğin çevresini keşfetmeden ellerine bilgisayarı, cep telefonunu tutuşturuyoruz.Teknoloji günümüze dair çok fazla kolaylık sağlıyor ama bir o kadar da fark ettirmeden, en çok sevdiğimiz özelliklerimizi, oyunlarımızı sinsice alıyor bizden.Gözlemlerimin çoğunda görüyorum ki çocuklar artık bizim oynadığımız oyunları bilmiyor. Yazınızda o kadar haklısınız ki oyunların isimlerini ilk defa duyup şaşıranlar ya da o oyunu internette oynamıştım diyen tanıdıklarım var. Ve ben sadece üzülüyorum çünkü bilgisayar başında boş vakitlerini harcayan bir nesil yetişiyor.Belki durumun ciddiyeti artık fark edildi ama bence performans ödevleri yerine( çünkü performans ödevinde çocuklardan konu hakkında somut örnekler oluşturmaları isteniyor ama bunu genellikle ailesi yapıyor.) ders esnasında öğrenci merkezli oyunlar, aktiviteler içeren bir ders periyodu izlenmeli.Diğer önemli bir etki de dil. Sosyal medya dili, var olan dili zenginleştirmek yerine dilin kullanımını olumsuz bir derecede etkiliyor. Hem eğitimci hem de aileler olarak yaratıcılığını teknoloji üzerinde ortaya çıkaran nesile, onlara bir çok yarar sağlayan oyunları tekrar kazandırabiliriz diye düşünüyorum.
Merhaba Bülent Hocam,
Öncelikle yazınızı okuduktan sonra gerçekten kendimi bir kez daha küçük şehirde büyümüş olmaktan ve bazı şeylerde daha geç tanışmış olmaktan dolayı şanslı hissediyorum. Tarihsel olarak ben de ifade edilmiş olan Z nesli tanımı içerisinde yer almaktayım; fakat oyun kültürünü bilgisayarlardan değil geleneksel oyunlarımızdan öğrendim diyebilirim. Benim hatırladığım daha çok kuralları kendimizin zaman zaman değiştirdiği, kafa dağıtmak için oynadığımız, bağımlılık yaratmayan, hayat amacı haline gelmeyen bir oyun kültürü vardı. Şimdi ise daha çok amaç haline gelmiş, günlük hayatın bir parçası olan; fakat aynı zamanda iletişim kopukluğuna sebep olan oyunlar var. Düşünmek, araştırmak, yaratmak bu oyun kültüründe pek de önemi olmayan şeyler. Sizin de dediğiniz gibi bu noktaya nasıl gelindiği konusunda suçlamada bulunmak, birilerini hedef göstermek çok da doğru bir adım değil. Geleneksel oyun kültürünü öğrenmek,sevdirmek için ilkokuldan itibaren derslerin drama yöntemi ile anlatılması ve öğrencilere de yaratıcılıklarını gösterebileceği etkinlikler hazırlatılması belki tiyatro ve drama etkisinin yayılmasında bir ölçüde katkısı sağlayabilir diye düşünüyorum. Oyun oynama isteği ve ihtiyacı her yaşta devam ettiği için insanlara bununla ilgili alan ve zaman sunulması eski kültürü yaşatmak ya da en azından anımsamak açısından önemli bir adım olabilir.
Merhaba Hocam,
Yazınızı, konuyu farklı açılardan ele almanız ve göz ardı edilen noktalara değinmeniz yönüyle çok beğendim. Hızla gelişen teknolojinin etkilerini günümüzde her alanda değerlendirmemiz gerekir. Televizyon ile ilk karşılaşıldığında, bundan daha iyi bir noktaya gelinemeyeceği ve televizyonun, teknolojinin son aşaması olduğu düşünülmüş; ancak günümüzde neredeyse her hafta hayret içerisinde kaldığımız teknolojik gelişmeler yaşanmakta. Hal böyle olunca, çocukların sosyalleşmesini ve iletişim becerilerini geliştirmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri olan “oyun oynamak” ta günümüzde teknolojik gelişmelerden nasibini almış durumda. Sizin de bahsettiğiniz üzere “online oyun” kavramı günümüz çocuklarının çok fazla başvurduğu yollardan biri haline geldi. Öte yandan, geleneksel oyunlarda, bir durum karşısında oyuncuların tepkisi, hal ve hareketleri, tutumları, jest ve mimikleri gibi iletişim ve sosyalleşmeye direkt katkısı olan olaylara online oyunlarda rastlanıldığını pek düşünmüyorum. Sizin de bahsettiğiniz gibi; teknolojik gelişmelere karşı cephe almamak gerektiği gibi, sorgulamadan “trendlere uyma” şeklinde teknolojiye bağlanmamak gerekir. Dolayısıyla, her alanda olması gerektiği gibi oyun ve drama alanında da ihtiyaç odaklı ve fayda sağlayacak şekilde teknoloji kullanımına başvurmanın en uygun durum olduğunu düşünüyorum.
Saygılarımla….
Merhaba Hocam,
Konuyu farklı açılardan ele almanız gerçekçi bir tabloyu ortaya çıkarmış.Bahsettiğiniz Z neslin bir parçası olarak diyebilirim ki dijital gelişmeler içimizdeki yaratıcılığı söndürdü.Yaşıtlarımızın çoğu bu dijital akımın parçası olunca,kaçınılmaz bir biçimde hepimiz kendimizi sanal ortamlarda bulduk.Sözlü iletişime bile gerek duymadığımız bu yapay ortamlar bizleri sokak kültüründen uzaklaştırdı.Sizin de yazınızda belirttiğiniz gibi, bu durum günümüzde bahsedilen neslin sosyal ve fiziksel gelişimini sınırlayan bir sorun haline dönüştü.Bu sorunu çözmek için eğitim sistemi içerisinde, özellikle de ilkokullarda yaratıcılığı ön plana çıkaran aktivite ve oyunlara yer vermek gerektiğine inanıyorum. Stajım sırasında gözlemlediğim kadarıyla öğrenciler başta odaklanmada zorluk yaşasa bile bu tarz drama çalışmalarını sanal uygulamalara tercih ediyorlar.Bu uygulamaları yaygınlaştırarak dijital etkinliklere alternatif olan klasik oyun ya da drama aktivitelerini de çocuklara ve gençlere göstermiş oluruz.İnanıyorum ki derslerin bir parçası olarak drama ya da tiyatro aktivitelerini öğrencilere aktarabilmek bu düzene bir alternatif sunmak açısından en etkili yol olacaktır. Fakat bu etkinlikler öğrencilere zorunlu bir görev olarak değil, eğlenceli bir yöntem olarak sunulmalıdır ki amacına ulaşabilsin.
“Dijital Doğanlar” tanımlaması gerçekten de yerinde olmuş çünkü artık çocuklar doğduğu andan itibaren bilgisayar, tablet yada akıllı dediğimiz telefonlarla haşır neşir oluyorlar. Bunun hem fiziksel hem duygusal yönden birçok olumsuz etkileri olduğunu hepimiz biliyoruz. Öncelikle sağlık konusunda daha sonra da insanlar arası ilişkileri yok etmesi konusunda birçok negatif yönü bulunan dijital ortamlardan çıkamaz olduk. Özellikle çocuklar artık sokakta oynayıp enerjilerini atmak ve yaşayarak öğrenmek yerine oturarak dijital bir oyun oynamayı seçiyorlar. hem açık havadan hem yaratıcılıktan hem de insanlar arası kurulan sosyal ilişkilerden uzak kalmış oluyorlar. Benim fikrim çocuklara bu davranışları biz öğretiyoruz. Her çocuk rol model alarak öğrenir. Çocukların etrafında da o kadar çok dijital ortam hazırlamamak onlara imkan sağlamamak gerek aslında…