Ölülerden Ölülere Ölümcül Monologlar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Şebnem SÖZER

“Dinleyeceksiniz, ama sizin için anlayış olmayacak.

İzleyeceksiniz, ama sizin için kavrayış olmayacak.

Bu insanların yüreği körleşmiş.

Kulakları ağır işitiyor ve gözlerini kapatmışlar.

Bu yüzden hiçbir zaman ne o gözlerle görecek ne de o kulaklarla duyacaklar.”[1]

Jean Genet insanları kendi suretlerine hapseden bugünün kapitalist modern toplumunda tiyatronun ancak “ölülerle bir diyalog”, ölüler tarafından (oyuncular), ölüler için (seyirciler) sergilenen bir cenaze töreni olabileceğini söylemişti. Çünkü ona göre bir surete dönüşmek ölmek demekti ve sözünü ettiği toplumda bir surete dönüşmekten/dönüştürülmekten kaçmak imkânsızdı. Peki nedir Genet’nin bahsettiği bu suret hastalığı (ya da suret vebası mı demeli)?

Roland Barthes fotoğraf makinesinin öldürücü bir makine olduğunu söyler, çünkü fotoğrafı çekilen kişi bir fotoğrafa dönüştüğü an, yaşayan bir özne olmaktan çıkıp üzerindeki bakışların kölesi olan sabit bir nesneye dönüşmektedir.[2] Güzel genç kız, serseri oğlan, karizmatik orta yaşlı felsefeci, devrimci, milli kahraman, çılgın şarkıcı, kuraldışı oyuncu, vb. Fotoğraf çektirmeyi reddetmek mümkündür, ama bugünün toplumunda suret olmaktan kaçmak mümkün değildir. Bugün herkes birer surete, birer nesneye ya dönüşmüştür ya da dönüşmektedir, çünkü “var olmak” buna bağlıdır. Seçim yok olmak ve var olmak=surete dönüşmek=ölmek arasındadır. Surete dönüşmeyen yok olur; surete dönüşen ise ölür. Bu sebeple “var olmak” arzusuyla yanan herkes kendi suretini biçimlendirmek ve korumak üzere “ölümcül” bir mücadele vermektedir. Bir yandan kendimizi surete dönüştürürken (intihar) öte yandan diğerlerini de suretlerini biçimlendirmeye zorlarız (cinayet). Baktığımız (ve görmediğimiz) her şeyi, herkesi kategoriler, sınıflar, rafa kaldırırız. Zamanımıza özgü suret hastalığının en temel belirtisi körlük ve sağırlıktır. Baktığımız her şeyde ve herkeste sadece kendi suretimizi görür, sadece kendi sesimizi duyarız. Ne kadar ıssız bir cehennem! Suretlerimizden oluşan tek kişilik hücrelerin içinde yalnız ve mutsuz oturuyoruz. Belki de bugün “ölülerle diyalog” bile fazla iyimser bir terimdir, çünkü tiyatro da (tıpkı hayat gibi) neredeyse tamamen “ölülerden ölülere monologlar” haline dönüşmüştür.

Suret hastalığına en kolay yakalananlar sürekli göz önünde olan oyunculardır. Stanislavski oyunculuk yöntemini oluştururken bunun tamamen bilincindedir ve yönteminin büyük kısmı buna karşı nasıl savaşılabileceğinin arayışından doğmuştur. Ona göre göz önünde olmak çok zor bir durumdur ve oyuncuda tedavi edilebilir bazı semptomlar yaratır. Fakat tiyatroda affedilmez olan tek suç teşhirciliktir; Stanislavski ruhunun ve bedeninin olanaklarını teşhir eden bir oyuncunun kumpanyasında yeri olamayacağını açıkça söyler.[3] Yöntem’in çok önemli olan bu etik yönü nedense hep biraz göz ardı edilir. Oyuncunun işi kendisini göstermek değil, diğer oyuncular ve seyircilerle yoğun bir iletişim kurmak; almak ve vermektir. Bugün suret hastalığı öylesine ilerlemiştir ki oyuncular bırakın seyircilerle iletişim kurmayı, sahnedeki diğer oyuncuları bile görmemekte ve duymamakta, sanki sahnede herkes kendi başına (tek kişilik hücresinde) oynamaktadır. Toplumun hastalığı bütünüyle tiyatroya sirayet etmiştir. Bugün oyuncular herkes kadar, ama onlardan daha da çok ölüler. (En acıklı durumlardan biri de televizyon ekranlarına, reklam panolarına, vs. hapsedilen birer surete dönüşen oyuncuların durumudur.)

Birkaç ay önce iki tiyatrocu arkadaşımla Sam Shepard’ın Vahşi Batı oyununu Ankara turnesinde izlemeye gittim. Yanımızda arkadaşlarımdan birinin banka emeklisi annesi de vardı. Benim oyun hakkında söyleyeceğim başka şeyler olabilir, ama onun oyunun sonunda söyledikleri bence şu an çok daha önemli. Dedi ki, “Ne vahşi batıymış bu! Oyuncular sahnede kendilerini paraladılar, ama bunun bize bir faydası olmadı.” Sonra ne yazık ki şöyle devam etti: “Yarın gideceğimiz oyun da böyleyse ben gelmek istemiyorum.” O sırada koca salonun neredeyse tamamını doldurmuş olan Ankara seyircisi oyunu ayakta alkışlamaktaydı. Şüphesiz ki bu işte bir yanlışlık vardı, ama neydi? Seyirci neden alkışlıyordu, neyi alkışlıyordu? Ne istiyordu, ne bulmuştu da alkışlıyordu? Aklıma 2010 İstanbul Tiyatro Festivali’nde Tadashi Suzuki’nin Elektra’sını izlerken arkamda oturan üç kadın seyirci geliyor. Oyunun sonunda alkış devam ederken içlerinden biri “Hadi kalkalım bari, oyuncular çok çalışmışlar” dedi. Sonra üçü birden ayağa kalkıp ayakta alkışlamaya devam ettiler. O an ilk kez tiyatro festivali denen şeyin ne kadar ölü olduğunu fark ettim. O gece o salonda gerçekleşen şey bir tiyatro deneyimi değildi. Bunun Suzuki’nin oyununun iyi ya da kötü olmasıyla hiç bir alakası yoktu. Modern toplum Suzuki’nin söylediği ve oyunlarında da çok iyi anlattığı gibi hastaydı. Oyuncuların körlük ve sağırlığını tedavi eden, içlerinden modern toplumun hastalığını söküp alan, yeryüzüyle ve diğer insanlarla bağlarını güçlendiren Suzuki egzersizleri seyirciler için faydasızdı. Onlar bakmayı arzuladıkları suretlerden başka herhangi bir şeyi görecek durumda değillerdi. Suzuki’nin yaptığı belki biri beni duyar diye kör kuyuya bir taş atmakken, Vahşi Batı oyunu toplumun bağımlı olduğu suret ihtiyacına oynuyordu. Oyuncular kendi olanaklarını teşhir ettikçe seyirciler onları daha da çok övüyordu. “Vay be ne müthiş oynadılar!” Körlerle sağırlar birbirini ağırlıyordu.

Modern toplumun hasta olduğunu ilk teşhis edenlerden biri Artaud olmuştur. 60’larda Grotowski Artaud’nun izinde bu hastalığın tedavisini aramaya koyuldu, Yoksul Tiyatro ile hem oyuncularını hem de seyircilerini tedavi etmeyi denedi. Bir süre sonra bu tedaviyi gerçekleştirmek için tiyatronun ötesine geçmesi gerektiğini fark etti ve katılımcı tiyatroya doğru yöneldi. 80’lere geldiğinde ise bu çok zor tedaviyi ancak uzun saatler boyunca özveriyle çalışarak elde edebilen oyuncuların yanında seyircilerin/katılımcıların pek bir şansı olmadığını fark etmişti. “Araç olarak sanat” olarak anılan seyircisiz tiyatroya yönelmesinin sebebi buydu. Ama hiçbir zaman “araç olarak sanat”ın seyirciyle birlikte gerçekleşemeyeceğini iddia etmedi, eğer bunu yapmanın yolunu bulsaydı hemen yapmak istediğini açıkça söylemiştir.[4]

Bugün iyice iliklerimize işlemiş olan ve her gün daha da kuvvetlenip yaygınlaşan suret vebası tiyatronun sonunu mu getirdi? Artık seyircili bir tiyatro mümkün değil mi? Bilmiyorum. Bugün burada, bugünün ve buranın şartlarına göre bir kez daha denemek ve görmek gerek.


[1] P. P. Pasolini’nin Aziz Matyas’a Göre İncil (1964) filminden.

[2] Roland Barthes, Camera Lucida: Fotoğraf Üzerine Düşünceler, İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları, 2000.

[3] Bora Tanyel & Uluç Esen, “Stanislavski ve Oyunculuk Yöntemi Üzerine”, Mimesis Tiyatro/Çeviri Araştırma Dergisi, Sayı. 6, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi,  1998, ss. 337-359.

[4] Jerzy Grotowski, “Tiyatro Kumpanyası’ndan ‘Araç Olarak Sanat’a”, Thomas Richards, Grotowski ile Fiziksel Eylemler Üzerine Çalışmak içinde, Hülya Yıldız & Ayşın Candan (çev.), İstanbul: Norgunk Yayıncılık, 2005, ss. 155-180.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Şebnem Sözer

Yanıtla