Nedim Saban
Bu yıl gittiğim Avignon Festivali’nin farkı boyutlarını birkaç farklı yazıyla anlatmaya çalıştım.
Geçen hafta gündeme getirdiğim, Lübnanlı yazar/yönetmen Wajdi Mouwad’ın ‘Kadınlar’ temasıyla Sofokles’in oyunlarından uyarladığı 7 saatlik gösteri, ne yazık ki gerek eleştirmenler, gerekse izleyicilerde büyük hayal kırıklığı yarattı. Artık Kanada’da yaşayan Mouwad, 2011’de kadınların doğurganlık temasından yola çıkarak, 2015’te yaşlılık temasıyla özel bir seçki yapmak istiyordu besbelli, ancak bu satırların sabırsız yazarını ne yazık ki 2011’deki üçlemesinin birinci oyununda kaybetti. Üstelik oyunu, Peter Brook’lar, Arienne Mnouchkine’lere özenilerek özel bir mekânda, surların arkasında sergileniyordu; ancak mekâna özel hiçbir yaratıcı tasarım ve uygulama olmadığı gibi, modern tiyatro adına oyuncuların seslerinin duyulmaması dışında hiçbir özelliği yoktu.
İstanbul Film Festivali’nde, kaleme almış olduğu ‘İçimdeki Yangın’ filmi ile kitleleri büyüleyen, 2010’da Garajistanbul’da düzenlenen Rotterdaminİstanbul’da yazmış olduğu ve köklerini sorgulayan ‘Yangınlar’ adlı oyunla tiyatro seyircimizle tanışan Mouwad’ın, bir yönetmenden öte bir yazar olarak daha başarılı olduğu ve kendine daha yakın temaları sahnelemekte ön plana çıktığı, oyunla ilgili öne çıkan eleştiriler arasındaydı.
***
Avignon’un büyüleyici mekânı Papaların Şatosu’nda ilginç bir gösteri, kendisini özellikle eğitime adamış biri olan Boris Charmatz adlı koreografın 9 yetişkin, 27 çocuk dansçıyla beraber gerçekleştirdiği ‘Çocuk’ temalı dans gösterisiydi.
20. yüzyılda sanat cinsellik ve üreme konularında yoğunlaşırken, 21. yüzyılın hastalık, ölüm ve varoluşu irdelemesi, insanlığın kahramanlıklarından öte uzayda bir hiç oluşuna ve gittikçe önemsizleşmesine, değer kaybetmesine, küçülmesine değinmesi, bu yıl sadece Avignon’da değil, genel olarak modern tiyatroda ve sanatta ön plana çıkıyor. Koreografın, 2011 yılında ‘çocuk’, Mouwad’ın doğurganlık olarak belirlediği tema, 2015’lere doğru ölüm ve yaşlılığa doğru bir karamsar bakış açısına yöneliyor.
Avignon’un Off kategorisinde izlemiş olduğum Marius Von Mayenburg imzalı ‘Le Moche’ (Çirkin), birdenbire bilinçüstü, birdenbire yüzünün çirkin olduğu konusunda harekete geçirilerek, aynanın karşısına geçirilen bir adamın, yavaş yavaş üst benliğini yitirerek, herkese benzemesini ve toplumda kişilik kaybına uğramasını anlatıyor.
Çağımızdaki oyunlar, Tanrılara karşı geldikleri için, hubris’le (kibir) karşı koydukları için ceza görmelerini değil, toplumda herkesin arasına karışarak, teknolojinin karşısında niteliksiz yaratıklar olarak kişilik kaybına uğramalarını anlatıyorlar. Bir anlamda kahramanların değil, sığınmacı karakterlerin öykülerine sığınıyorlar. Hastalık, ölüm, sağlıksız yaşam, kısa ve uğursuz ömürlere yakalanmamak için bir nokta ya da bir bilgisayar nick’i olarak yaşamaya sığınan korkakların öyküsüne doğru yol alıyor tiyatromuz.
Belki bunun içindir ki, pek çok büyük tiyatro oyuncusu, artık sağlam muhteşem karakterler bulamadığı için hayıflanmakta… Medea’lar, Cid’ler, Oidipus’lar, Hamlet’ler, Hekate’ler, Macbeth’ler, Blanche Dubuois’lar, Villy Loman’lar tekrar yazılmamakta, çağın bu bakış açısıyla yazılamayacak da.
Artık çabuk ölmemek, erken hastalanmamak, oyunun birinci perdesinde bir kazaya kurban gitmemek için, silinmemek için anti-kahramanların yazıldığı bir çağdayız. Belki de bu yüzden dramları korka korka, komedileri de bağıra bağıra oynuyorlar Avignon’da.