Öykü Gürpınar
Geçtiğimiz hafta, drama öğretmenliği için iş başvurusunda bulunduğum bir anaokulunda çalışmaya başlamıştım. Pedagojik formasyonum olmamasına ve lisans eğitimimi farklı bir alanda yapmış olmama rağmen, Amerika menşeli bu özel anaokulunda işe alınmıştım. Zira anaokulu, işe aldığı her öğretmeni iki haftalık bir eğitimden geçirerek gerekli donanıma sahip hale getirmeyi vaat ettiğinden formasyon ya da uzmanlık aramıyordu. Eğitimimin dördüncü gününde birlikte çalışamayacağımız söylenerek işten çıkarıldım. Yaşadığım deneyimi ve gözlemlerimi paylaşabilmek adına bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim. Okulla yaptığım gizlilik sözleşmeleri gereği isimden ve aldığım eğitimin içeriğinden bahsedemiyorum; bununla birlikte genel olarak işleyiş biçiminden ve bana ters gelen bazı unsurlardan bahsetmeden geçemeyeceğim.
Dediğim gibi, pedagojik formasyonum yok; drama eğitmenliğinde de sadece 7-15 yaş arası öğrencilerle bir senelik bir deneyimim var. Dolayısıyla bana verilecek olan eğitim süresince, 0-5 yaş grubundaki çocuklarla nasıl iletişim kurulabileceğine, birlikte nasıl çalışılabileceğine ve anaokullarında benimsenen işleyiş biçimine vakıf olmayı umuyordum. Velhasıl kelam, pek de beklediğim gibi gelişmeyen eğitim sürecinde, çevremde drama ya da anaokulu öğretmenliği yapmış insanlardan duyduklarıma ters düşen, anlam veremediğim ve açıkçası kişisel olarak da pek benimsemeyeceğim uygulamalar olduğunu gözlemledim. Önce, bu gözlemlerden yola çıkarak çalışma koşulları ve ortamından biraz bahsedip, sonra da kişisel deneyimimi aktarmak isterim.
Çalışma Koşulları
Öncelikle, diğer anaokullarından farklı olmakla övünen bu “özel” anaokulunda öğretmenlerin çalışma koşulları oldukça çetrefilli. 08.30-18.00 saatleri arasında, günde toplam 9,5 saat çalışması beklenen öğretmenlerin dinlenebilecekleri boş bir zaman ve onlara ait özel bir alan (mesela bir öğretmenler odası) yok. Her şeyi anaokuluna gelen çocuklarla birlikte yapmak durumundalar; öğle yemeklerini çocuklarla yemek, dersten derse koşmak, onlarla ilgilenmek, oynamak, bezlerini değiştirmek, onları uyutmak, yüzdürmek, ata bindirmek gibi işleri yapıyorlar. Öğrencilere özel ilgi prensibiyle hareket edildiğinden hemen hemen her çocukla birebir ilgilenilmesi gerekiyor. Çok acil ve gerekli bir şey olmadıkça kişisel hiçbir şeyle ilgilenmemeleri bekleniyor. Ayrıca, kendilerine ait bir oda olmadığından telefon görüşmesi, çay molası, ders hazırlığı, öğretmenler arası yaratıcı tartışmalar gibi ortalıkta yapılamayan şeyler de yasaklanmış ya da mutfakta gizli gizli yapılıyor. Ki mutfakta gerçekleşen gizli kaçamaklar da bu şanstan yoksun öğretmenler tarafından çoğunlukla şikayet ediliyor. Ben deneyimleme şerefine nail olamadım, ama duyduğum kadarıyla resmi tatillerde de, çocuklar anaokuluna gelmese bile çalışıyorlarmış. Bütün sene boyunca, sadece anaokulunun kapalı olduğu iki haftalık bir dilimde tatil yapabiliyorlarmış.
Bunlara ek olarak, anaokulunun Amerika’dan ithal edilen “kültürü” ve “imajı” gereği öğretmenlerin uyması gereken bir dizi kural bulunuyor. Genel merkez kuralları olarak geçen ve anaokulunun bütün şubelerinde uygulandığı söylenen kurallar da öğretmenlerin çalışma koşullarını ağırlaştıran, hatta bana kalırsa sömürü düzeyine taşıyan bir niteliğe sahip. Öğretmenlerden, anaokulundayken işleri dışında hiçbir şeyle ilgilenmemeleri, ebeveynlere ve kayıt yaptırma potansiyeli olan ailelere özel ilgi göstermeleri, öğrencileri ve ailelerini takip ederek onlarla da güler yüzlü iletişim kurmaları, kimse olmadığında resepsiyonda durarak telefonlara cevap vermeleri, sadece öğretmenlikle yetinmeyip okula öğrenci kazandıracak faaliyetlerde de bulunmaları bekleniyor. Bu kurallar nedeniyle öğretmenlerin aynı anda hem tanıtım, hem pazarlama, hem sekreterlik, hem ablalık, hem temizlik, hem bebek bakıcılığı, hem de öğretmenlik yapmaları gerekiyor. Kurallarda çalışma koşullarının yanı sıra öğretmenlerin söz konusu “imaj” bağlamında nasıl gözükmesi gerektiğine dair de maddeler var. Örneğin öğretmen sadece belli tip kıyafetler giyebiliyor, belirtilen ölçüde makyaj yapabiliyor, belirtildiği şekilde davranıp “zararlı” olabilecek davranışlarda bulunmaları halinde uyarılıyor. Mesela okula girerken ayağınızdaki ayakkabıları çıkarmanız ya da galoş giymeniz, okulun içinde de çorapla dolaşmanız gerekiyor. Ne kadar acil ya da önemli olursa olsun herhangi bir nedenden dolayı bunu yapamazsanız uyarılıyor, hatta benim gibi işten çıkarılabiliyorsunuz.
Performans ve Rekabete Dayalı Çalışma Ortamı
Anaokulunda benimsenen en ilginç işleyiş ise performans merkezli çalışma prensibi. Buna göre öğretmenler, öğrencilerine ne kazandırabildiklerine göre değil, anaokuluna ne kadar öğrenci kazandırabildiklerine göre başarılı sayılıyorlar. Verdiği derse yapılan kayıtların azalması, hangi nedenle olursa olsun, bir öğretmenin performansının kötüye gitmesi olarak yorumlanıyor. Aynı şekilde velilere ilgi göstermemek, çocukların şikayet etmelerine neden olabilecek şekilde davranmak, onları ağlatmak ya da azarlamak da performans açısından olumsuz sonuçlar doğurabileceğinden eleştiriliyor. Bu durum, gözlemlediğim kadarıyla, öğretmenler arasındaki ilişkide iki sakat sonucu açığa çıkarıyor.
Birincisi, öğretmen kendi deneyimine ya da etik yaklaşımına uygun olarak çalışmak yerine kendisine daha çok “başarı” sağlayacak şekilde çalışmayı tercih eder hale geliyor. Öğrencilerini ve ailelerini hoşnut etmek için kendini zorlarken maaşının artabileceğini ya da çalışma koşullarının iyileşebileceğini umuyor. Anaokulundaki kurallara ve uygulamalara itirazı olsa da sınırların dışına çıkmamaya, dolayısıyla yaratıcılığını ve deneyimini bir kenara koymaya gayret gösteriyor. Genel olarak çalışma koşullarından rahatsız olan öğretmenlerin bu konu hakkında ayaküstü dedikodu yapsalar bile hiçbir şekilde harekete geçmemeleri bunun bir göstergesi olarak okunabilir. Örneğin sınıf öğretmenliği konusunda deneyim sahibi olan öğretmenler, farklı bir öğrenim pratiğine ihtiyaç duyduklarından 3-5 yaş arasındaki öğrencilerin aynı sınıfta yer almalarını tercih etmiyorlar. Zira bu durum hem öğretmenin ders işlemesini zorlaştırıyor, hem de çocukların birlikte öğrenme deneyiminde eksiklikler doğurabiliyor. Fakat anaokulunun benimsediği pragmatizm nedeniyle 3-5 yaş arası çocuklar aynı sınıfa kaydediliyorlar ve öğretmene de bütün yaş gruplarına hitap edecek bir şekilde ders işlemesi salık veriliyor.
İkinci olarak da, öğretmenler arasında, performans söylemine bağlı olarak tuhaf bir rekabet ilişkisi oluşuyor. Bu rekabet ilişkisi, aslında dayanışma içinde olması ve birbirine yardım etmesi gereken öğretmenler arasında tatsız bir ispiyonculuk pratiği örgütlüyor. Mesela, dersten yeni çıkmış ya da henüz okulun temposuna alışamamış bir öğretmenin ufak bir kaçamak için mutfağa gittiği hemen “üstlere” söyleniyor. Öğretmenler, kendi dertlerine odaklanarak diğerlerinin sorunlarına kulak tıkayabiliyor. Ayrıca rekabet ortamında kendini kanıtlama içgüdüsüyle hareket eden öğretmenler, fazla “istekli” olup dersi yürüten öğretmeni bastırmaya çalışabiliyor. Bu durumda hangi öğretmeni dinleyeceği konusunda kafası karışan çocuklar da en sonunda sıkılıp derse olan tüm ilgilerini kaybedebiliyorlar.
Anti-Hiyerarşik İşleyiş Söylemi
Çalışma ortamına hakim olan başka bir absürtlük de öğretmenler arasında bir hiyerarşi olmadığının düzenli olarak vurgulanması. Aksini gösteren bir sürü pratiğe rağmen ısrarla anaokulunda çalışan herkesin aynı konumda olduğu söyleniyor. Bu söylemin neden bu kadar ısrarla sürdürüldüğünü anlamasam da performans merkezli çalışma ortamından doğan rekabeti törpülemek amacı taşıdığını tahmin ediyorum. Neticede, anaokulu yöneticilerinin de fark etmiş olabileceği gibi, öğretmenlerin birarada çalışabilmek için yatay olarak örgütlenen ve dayanışma temelli bir ilişki geliştirmeleri bir hayli elzem görünüyor. Öte yandan hiçbir öğretmenin bu yemi yutmadığı, aksine hiyerarşiyi destekleyen davranışlarda bulunduğu da apaçık ortada. Mesela, koordinatör sıfatıyla yeni işe alınmış bir öğretmenin sürekli olarak öğretmenlere ne yapacaklarını söylemesi, birkaç senedir o anaokulunda çalışan öğretmenler tarafından mesafeyle karşılansa da itirazsız kabul ediliyor. Benzer şekilde, aynı çalışma koşullarına riayet etmesi gereken öğretmenlerden görece deneyimli olanlar dinlenebilirken, henüz işe yeni başlamış olanların hiç durmadan çalışması bekleniyor. Elbette hiyerarşinin üstünde yer alanlara yaranmak için yapılan çirkeflikler de işin tuzu biberi…
Eğitim Süreci ve Adaptasyon
İster okul öncesi öğretmenliğinden gelsin, ister başka bir branştan, her öğretmenin bu koşullara adapte olabilmek için belli bir eğitimden geçmesi gerekli görülüyor. Ki uygulanan pratik düşünüldüğünde bu eğitim anlamlı, hatta gerekli bir uygulama olarak düşünülebilir. Öte yandan, benim deneyimlediğim haliyle “eğitim süreci”, öğretmenin anaokulunun gerekliliklerine vakıf hale gelmesinden ziyade bu gerekliliklere vakıf olup olmadığının denetlenmesi mantığıyla işliyor.
Anaokulunun her yerinde gözetleme kameraları mevcut; ayrıca sınıflarda da geniş pencereler aracılığıyla dışarıdan izlemeye müsait bir ortam oluşturulmuş. Dolayısıyla öğretmenlerin “performansları” sadece sözlü aktarımlarla değil, belgelenebilir bir gözetleme pratiği aracılığıyla da takip ediliyor. Dersler dikkatle izlenerek müstakbel öğretmenin davranışları, çocuklarla ilişki kurma yetisi, anaokulunun ilke ve prensiplerine uyumluluğu analiz ediliyor. Bir yandan nasıl bir ortamda olduğunu idrak etmeye çalışan öğretmen, bir yandan da sürekli gözetlenmenin getirdiği bir baskıyla hareket etmek durumunda bırakılıyor. Ayrıca eğitimde olan stajyer bir öğretmenin sözleşmeleri yapılsa da sigortası başlatılmıyor; maaşı ödenmiyor. Eğitim, bir deneme süresi olarak addedilerek öğretmenin her an işine son verilebileceği belirtiliyor. Bu gözdağı, henüz işe alınmış taze öğretmenin üzerinde gözetleme pratiğinden de büyük bir baskı yaratıyor. Bu kadar yoğun bir baskı altında, sürekli olarak tetikte olan öğretmen eğer okula uygunsa eğitim sürecinin sonunda sigortası başlatılıyor, değilse yollanıyor.
Bana sorarsanız, gözetleme pratiği ve sigortanın başlatılmaması dışında, müstakbel öğretmenin nasıl bir yaklaşımı olduğunu görebilmek adına bir deneme sürecine sokulması ve düzenli olarak takip edilmesi anlaşılır bir durum. Elbette her anaokulu işe aldığı öğretmenin iş görüşmesinde anlattıklarını ne kadar uygulayabildiğini görmek isteyecektir. Öte yandan “eğitim” denen olgunun tam manasıyla gerçekleştirilebilmesi için öğretmenin yaptığı uygulamalar konusunda yönlendirilmeye ve cesaretlendirilmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Neticede öğrencilerin eğitiminde katı bir disiplin ve kurallara tam itaat yerine eğitime katılma ve uzlaşmaya teşvik tercih ediliyorsa, öğretmenler için de aynı yaklaşımın geçerli olmasını beklemek sanırım tutarsızlık olmaz. Henüz eğitim sürecinde olan öğretmenlerin okulun prensiplerini bir anda kabullenmesini ve derhal uygulamaya başlamasını beklemek yerine neden başka türlü davranma eğiliminde olduğunu anlamaya çalışarak diyalog yoluyla sorunları çözmek tercih edilebilir. Ama elbette, performansa dayalı, kapitalist bir şirketten – pardon, anaokulu demek istemiştim – bahsediyoruz; neden bir öğretmeni eğitmekle vakit kaybetsin ki? Ne de olsa denizde daha çok balık var, elbet bir başkası oltaya gelecektir.
Bir Değerlendirme Teşebbüsü
Öğretmenlerin rekabet içinde oldukları, performanslarını arttırmak için kişisel hayatlarından ve deneyimlerinden feragat ettikleri, çocuklara öğrenci olarak değil müşteri olarak baktıkları bir anaokulunda eğitim gören bir çocuğun ne kadar “sağlıklı” bir şekilde sosyalleşebileceği tartışmalıdır. Ayrıca öğretmenlerini eğitmektense denetlemeyi, yönlendirmektense kurallara boğarak sınırlamayı, dinlenip kendilerini toparlayabilecekleri, baskı altında kalmadan kafalarını meşgul eden sorunlarla hesaplaşabilecekleri bir alan tanımaktansa sadece işlerini düşünmeye zorlamayı benimseyen bir okulun ne kadar “sağlıklı” bir çalışma ortamı vaat ettiği de sorgulanabilir. Elbette böyle bir çalışma ortamına “müşteri” olarak giren çocukların bu durumdan nasıl etkilendiği de tartışmaya açıktır.
Farklı anaokullarında uygulanan pratiğe dair bir fikrim olmadığından karşılaştırma yapmaktan yoksunum. Yine de durumun bu kadar vahim olmadığını tahmin ediyorum. En azından öğretmenler, kendi deneyimlerine dayanarak belli bir öğrenim pratiği uygulamakta özgürdürler ve belki de sadece bu yüzden daha başarılı olup, çevresiyle ve kendisiyle barışık çocuklar yetiştirebiliyorlardır.
5 yorum
Merhaba son detayına kadar okudum yazdıklarınızı.Çok doğru şeylere değinmişsiniz.Bnde pedagojik formasyonu olmadan sanat dersleri verdim yıllarca.Yarında bir iş görüşmesinde bulunacağım tahmin ediyorum ki bu bahsettiğiniz okulla görüşeceğim.Dünyada 550 şubesi olan bi okul aynı okulmu çok merak edyorum beni bu konuda mailimden bilgilendirirmsnz..
bir cok özel anaokulları böyle hatta devlette de öğretmenlerin dinlenecek bireysel zamanı yok malesef
Değerli ve bilinçli arkadaşım burada o kadar güzel ve doğru konuları ele almışsınki seni taktir ediyorum.bu konuda okul öncesi eğitmenlerini bilinçlendirip özellikle çalışma saati fazlalığı üzerine bir form kurmak istiyorum bu konuda yardımlarından ve desteğinle yanımda olmanı çok isterim.aynı zamanda bende bir öğretmen olarak çalıştığım özel anaokuluna dava açıyorum suan beni fazla çalıştırıp maaşımıda vermediği için eğer bu konuda birleşirsek özel kurumlar fazla çalışma saatini uygulayamayacaklar. sizden haber bekliyorum .Saygılarımla.
Çok teşekkür ederim eline sağlık hocam
Değerli hocam çok teşekkür ederim makalenizi okudum ve bilgi paylaştığınız için cani gönülden teşekkür ederim size