“Nicelik Ve Niteliğin Savaşı.”
Hakan Urcu
İnsan, doğası gereği, tarihsel süreç içerisinde gelişen yatay ve dikey toplumsal değişimleriyle kendini yenilemek zorundadır. Bu durumda tarihsel diyalektiğinin gereği olarak Homo Sapiens aynı zamanda Homo Ludens (Oynayan İnsan) günümüze değin, deneyimlerini sadece yazıtlarla ve sürekli gelişen yazımlarla değil en gerçekçi anlamda sanat üretimleriyle var olma yoluna gitmiştir. Her yüzyılda, farklı düşün akımlarının etkisiyle ortaya konulan ve uygulamalarla kendine, üretim ve öğrenci alanı yaratan sanatsal tekniklerin eğiticileri, bugün gelinen noktada yerini çıraklarına bırakmıştır. Postmodern kültür içerisinde her 10 yılda bir dönüştüren-etkileyen sanatsal akım olma hedefiyle ortaya çıkan deneysel oluşumlar, tiyatro sanatında vücut bulmakta, ancak kendini yeni bir yüzyıla nefes alarak ve büyüyerek çıkarmakta yetersiz kalmaktadır. Tabi burada asıl sorun, popüler kültürün artık yaşam hakimiyeti için uğraş vermesinden ziyade, zaferini açıkça ortaya koymasıdır.
Peki var olan, geçmişten bugüne gelerek, özellikle konumuz olan tiyatro sanatının içerisinde yoğrulan farklı nosyonlarda kendini kabul ettirmiş çalışmalar, zamanla ekol haline gelmiş tekniklerin hakimiyeti, bu günün Dünyasında belli etkinliğe sahip midir? Buna tamamen “evet” diyebilmemiz için yapılan çalışmalardaki üretimsel ve niteliksel başarının oluşma gereksinimi bulunmaktadır. Ancak artık izleyici, kalıplara ya da belirli ideolojik yaklaşımlara değil, kendi haz duygusunun tatminine öncelik vermektedir. Bu durum fastfood kültürü gibi sanatında çerez halinde, günlük, haftalık, aylık sürelerle tüketilmesi durumunu doğurmaktadır. İnsanı insan yapan düşünme yetisinin yok olmaya yüz tutması, basmakalıp zihniyetlerin, ulus bilincinden dahi yoksun “halk için halka rağmen” aymazlığını oluştururken, insana dair güzel olan ne varsa alıp götürmektedir. Düşünen varlık olmaktan ziyade, artık kendisi yerine düşünenlerin hakimiyeti altında, kısmi konformist yaşam biçimleriyle toplumların aydınlık geleceklerini oluşturması gerekenler “sözde aydınların” yine dediğimiz gibi “dibine ışık vermeyen ancak başkalarının gölgesinde yaşayanlar” haline gelmesi, sorunun kökenini açıklamaktadır.
Yaşamın içerisinde ve daha spesifik anlamda tiyatro çerçevesinde düşündüğümüzde, eğitmenlik bu noktada çok önemli göreve sahip olmakta. Sistem ise bunun bilinciyle yaklaşarak asıl nitelikli beyinler yerine içi boş ve maddiyatçı öğreticileriyle, toplumu kendi bünyesinde besleme mecburiyetinde bırakıyor. Böylelikle insanların sanata olan yakınlaşmasıyla doğacak ulusal kültür zenginliği yerine, tüketim kültürü zenginliğini her bireye sıkı sıkıya ve dolaylı olarak dikta ettiriyor. Bunu en basit örnek olarak dev alışveriş merkezlerinin ne kadar estetikten yoksun, şehir mimarisini kuşatan çirkinliği içerisinde görmekteyiz. Bu yapılara hayranlıkla bakanlar, eminim beton yoğunluğunu da ülkenin gelişim göstergesi olarak görüyordur. Tıpkı binlerce yıllık tarihi eserlere “çanak çömlek” diyen bir başbakanın “ Rekor miktarda asfalt yollar yaptık.” diyerek övünmesi gibi.
Sanırım birbiriyle bağlantısı olsa da konuyu çok fazla dağıtmadan “tiyatroda eğitmenlik sorunu”na geçelim. Bu sorun yıllardır süren ancak, tiyatro ustalarımızın, sanat kurumlarının dile getirdiği ama sonuca ulaşmak için müdahale etmekte çok da fazla kendini zorlamadığı bir alan. Mevcut konservatuarlar ve özel üniversiteler ile güzel sanatlar fakültelerini ayırmak gerekiyor. Gerçi bu yapılardaki tiyatro eğitim sorunlarını ayrıca daha yetkin kişilerin, sorgulaması ve daha doğruya yönelik açılımlarda bulunma gerekliliği de ortada. Fakat bizim bu gün ifade ettiğimiz sorun, bu yapıların dışında, binlerce öğrenicisi ve yüzlerce ” öğreticisi” olan özel girişimler. Bunların içerisine halk eğitim merkezlerini de dahil etmek mümkün. Buralarda bilindiği gibi mevcut birimin müdürünün “eğitimci görevlendirme” noktasında önemli ölçüde kendi taktirine kalmış yerler.
Sırası ile incelenecek sorunsal konular.
– Yaratıcı Drama Eğitmenliği
– Tiyatro Eğitmenliği
– Özel ve Devlet Destekli Eğitmenlik Kurumları