Nedim Saban
Birkaç gün önce Mazlum Erenci adlı 19 yaşındaki gencimizi Dersim Çemişgezek’te toprağa veren genç arkadaşları, dini vecibeler yerine getirildikten sonra cenazenin yıkanması sırasında kendilerini alamayarak “yıkamayın, Mazlumumuz dağ kokuyor!” diye ağlamış. Bu yazının bir tiyatro sayfasında yayınlandığını göz önüne alırsak, bugünün tiyatrocularına, hiç dağ kokusu duyup duymadıklarını sormak isterim!
Seçim sonrası ekran karşısına geçtiğimizde, sanki Doğu ve Güneydoğu başka bir yermiş gibi, “efendim şu an panik yapmak için erken, sonuçta bunlar Güneydoğu oyları” diyen anchorman’leri gözümün önüne getiriyorum da, değil biz tiyatrocuların, bu topraklarda yaşayan büyük çoğunluğun dağ kokusunu duyumsamaktan uzak olduğunu anlıyorum.
İçim acıyor.
Dağlar, sınır tanımayan, sınıflandırılmayan özgürlük alanlarını simgeler benim için. Ülkeler, topraklar, milletler, medeniyetler başlar biter, dağlar devam eder. Oysa Güneydoğu’da dağlar savaş, ölüm anlamına geliyor. Metis Yayınları’ndan bugünlerde çıkan ve 19 Kürt genciyle yapılan söyleşilerin yer aldığı Bildiğin Gibi Değil adlı kitapta çocuklar ve dağlar şöyle tanımlanmış:
Onlar sürekli dağlara bakan çocuklar
çocuklar dağlara bakıyorsa devlet günahkârdır
onlar her tür askeri aracın adını daha üç-dört yaşında öğrenen, daha on üçünde sessizce ve gizlice dağın yolunu tutan çocuklar.
19 yaşında dağa çıkan ve girdiği bir çatışmada devlet tarafından yaralı olarak ele geçirilmektense, kendi bombasıyla kendisini öldürmeyi seçen Mazlum, o çocuklardan bir tanesi.
16 yaşında izinsiz bir gösteriye katıldığı için 7 yıl 5 ay hapis istemiyle, küçücük yaşında 9 ay hapis yatan ve bence son zamanlarda bu topraklarda gerçekleştirilen en örgütlü sivil eylemle bazı haklara kavuşan TMK mağduru çocuklardan biri Mazlum.
“Onlar aslında çocuk değil, terörist” diyen bir bakanın, Çocuk Hakları Beyannamesi’ni göz önüne almaksızın kurulan mahkemeler, bugün Kürt, ama yarın devletle sorunu olan bambaşka bir etnik köken ya da siyasi görüşün masum çocuklarını cezalandırırcasına binlerce Kürt çocuğu cezaevlerinde çok kötü koşullarda ve erişkinlerin yanında cezalandıran, ıslah edilmek, topluma kazandırılmak yerine cezalandırmayı seçen bir sistemin içine doğduğu gün adı konmuş Mazlum’un.
Sizler, dağın kokusunu bilmeyen, merak etmeyenler ya da tüm dağların sıra dağlar gibi birbirine benzemesini isteyenler… Sizler, dağları bir özgürlük alanı değil saklambaç meydanı kuşkusuyla seyredenler, mutlaka çocukların savaşlarda kullanıldığını, Mazlum’un da sonuçta bombayla yakalanan bir terör örgütü üyesi olduğunu söyleyeceksinizdir. Hatta ölümle rekabet etmek çok matahmış gibi, “Mazlum ölmeseydi, belki öldürecekti” demeye getireceksinizdir sözü.
Bu coğrafyada ne yazık ki, eline kitap almadan, askerde komando olup, savaşa sürüklenmeyi hayal eden nice insan var. Öte yandan, bizim anlayamadığımız nedenlerle yıllardır durdurulamayan savaşta ölen nice masum gencimiz, nice ağlayan şehit annesi, polis babası, asker kardeşi de var.
Bizler, bu savaşı durduramıyor, dağın kokusunu duyumsayamıyor, kendine has dilini çözümleyemiyorsak, demek ki fark etmeden şiddeti seven bir kuşak olarak yetişmişiz, ama çocuklarımıza, gençlerimize barışı armağan etmek en büyük ödevimiz. Onları ırkçılık mikrobundan arındırarak, ayrımcılıktan uzak bir dünyada yetiştirme borcumuz var.
19 yaşındaki TMK mağduru Mazlum Erenci’nin düşlerinde gazeteci olmak vardı ama cezaevinden çıkar çıkmaz dağa çıktı. Neydi onu buna iten nedenler? Ölümlere dur demek istiyorsak, düşünmek, anlamak zorundayız.
Bildiğin Gibi Değil adlı kitapta,
“onlar hayatta kalanlar. Yüzlercesi öldü, öldürüldü.
Onlar bildiği dilde ıslık çalmasına izin verilmeyen, bilmediği dilden dayak yiyen çocuklar.
Onlar anasının, babasının, dedesinin, arkadaşının öldürülmesine parçalanmasına, işkenceye maruz kalmasına tanıklık etmiş, kendileri de neden ve ne olduğunu anlamadan, aklın alamayacağı işkencelere maruz kalmış çocuklar” diye betimlenen bu çocuklara daha ilk günden Mazlum adı veriliyor, daha ilk günden jandarmayı, kolluk kuvvetlerini haklarını koruyucu, kollayıcı olarak değil “karşılarında” görüyorlarsa, çocukluktan da gelen bu taş atma dürtüsünü nasıl engelleyebilirsiniz?
Geçenlerde Batı sahillerinden birindeki yahşi plajlardaki peyzajı bozarcasına denize taş atan çocuklara doğayı bozmamak gerektiğini nasıl anlatamadıysam, Güneydoğu’da taş atan çocukların da taş atma güdüsündeki öfkeyi ancak eğitimle, hizmetle, sevgiyle dönüştürebiliriz; onları 25 yıl, 30 yıl yargılayarak, cezaevlerinde suç işlemiş kişilerin yanında cezalandırarak değil! Bu duygularla Avukat Müşir Deliduman’ın hazırlamakta olduğu çocuk hakları manifestosunun arkasında olmalıyız.
Ve en önemlisi, Güneydoğu’ya kitap, tiyatro, sinema, ışık getirmeliyiz. Hayranı olduğum oyuncu/yönetmen Volga Sorgu ile bir televizyon programına katılmıştım. Tunceli’de yokluklar içinde büyürken, Enver Aysever’in öncülüğünde bir turne organizasyonuyla Çetin Altan’ın bir oyununu izlemiş ve o günden sonra sanatçı olmaya karar vermiş. O günden bu yana da her çektiği filmde ödül alarak, Güneydoğu’da doğmuş olmanın Mazlum gerçeğine karşı koyabilmiş.
Ne olurdu Mazlum Eren’in de cezaevinden çıkar çıkmaz ilkeli bir gazeteci olabilmesi için önünü açabilseydik? Cezalandırmayı değil, insanları, hele hele de çocukları kazanmayı bir devlet politikası haline getirebilseydik?