Barış Yıldırım
Bu yıl Dil-Tarih Tiyatro uzun zamandır yapmadığı bir şey yaptı ve mezuniyet oyunu olarak okul öğrencilerince yazılmış bir oyunu sergilemeye karar verdi. Oyunculuk, yazarlık ve (bu adı taşımasa da bu eğitimi veren) dramaturji dallarına ayrılmış bir okul olarak böylesi bir ‘ortak yapım’ belki çoktandır ihtiyacı duyulan bir şeydi.
Düstur-u Zelil adını taşıyan oyun Tunahan Von Paulus (elbette takma isim) ve Alper Bilir tarafından Georg Büchner’in Woyzeck ve Leonce ile Lena oyunlarından “hareketle” yazılmış. A. Kadir Çevik’in yönettiği oyunun dramaturjisi de Beliz Güçbilmez’e ait. Müzikler, Sedat Anar’a ve santuruna ait.*
Böyle isimle soyadla yazdığıma bakmayın, aslında hemen herkes tanıdık, çoğunluğu mezun olduğum okulun öğrencileri ya da hocaları. Bir mezuniyet oyununa ne kadar emek harcandığını yakinen bilen biri olarak işin içine bir de bu tanışlıklar silsilesi karışınca kalemini sivriltmek zor oluyor. Yine de izlenimlerimi olanca açıklığıyla yazacağım. Doğrudur, değildir bilmiyorum, ama en azından kendi tiyatro değerlendirme anlayışım açısından adil olacak.
Üç Yazar, Üç Oyun
Bunca peşrevden sonra sırada zılgıt var gibi görünse de öncelikle şunu teslim etmek gerekiyor: Tunahan ve Alper, Büchner’in iki oyununu bir üçüncü kurgunun çerçevesine alma ve ortaya çıkan öyküyü soyut bir zamana ve mekâna yerleştirme işini iyi kotarmış.
Elbette çalan müzikten geleneklere kadar Orta Asya ve Cengiz Han dönemi Moğollarının kokusunu almamak mümkün değil. Aslında soyut zaman ve mekân diye bir şey var mıdır o da şüpheli ya. Bütün soyutlama girişimleri, giyilen kıyafetler, tekniğin durumu, geçen isimler, dil vb. unsurlar yüzünden az çok tarihte ve dünyada bir yerlere oturtulabilir.
Yazarlar, üç öyküyü döngüsel bir kurgu mantığıyla birleştirmiş. Bunun bir örneği, senaryosunu Kaufmann’ın yazdığı Eternal Sunshine of the Spotless Mind/Sil Baştan filminden hatırlanabilir. Filmdeki Nietzsche göndermeleri, kurgunun Nietzsche’nin tarihdışı ‘öncesiz ve sonrasız yinelenme’ (bengidönüş) kavramına açıkça işaret ediyordu. Bu oyunda da Nietzsche’nin çürük kokusu var. Sadece öyle bengidönüş gibi tarihi tarihdışı görmek kabilinden teorik bir çürük kokusu değil bu. Öyle ki sahnede gördüklerimiz bazen insan onurunun burun direğini sızlatıyor.
Düstur-u Zelil’in satır araları sağlık/hastalık, güzellik/çirkinlik gibi sosyal-darwinizm kokan karşıtlıklar üzerinden abese meylediyor. Sahnede Down Sendromlu çocukları yansılayan kuzenlerin aptallık ve çirkinlik simgesi olarak sergilenmeleri sırasında yaşadığım duygu eğlence değil utançtı.** Bu denli değilse de benzer bir utancı “çirkin” cariyeler meselesinde de duydum. Üstelik bu türden epizotlar kurguda da bir yere oturmuyordu.
Zaten galiba metnin temel sorunu da bu. İlk sahnede diliyle belir bir atmosfer yaratmayı başaran metin, giderek rayından çıkıp özensiz ve tutarsız bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Oluşturulmaya gayret edilen ve kısmen de olsa oluşturulan stilize dil, komik olma çabasıyla “azimli sıçan”, “ananı”, “hayret bir şey” türünden lise geyiklerine sarıyor.
Aynı özensizlik kurguda daha da belirgin. “Örneğin ben prensin neden “güzel” kadınlardan uzak tutulduğunu anlayamadım, sadece güzellik/çirkinlik konusundaki hastalıklı fikirleri dile getirmek için olmasın? Yahut “aptal kuzenler”in sahnesi olaya ne katıyor, hastalıklı insanları aşağılamaktan başka? Oyun başında orduların birlikte çıkacağı sefere sonra ne oluyor? Kraliçe ile kralın adamları arasındaki sözde rekabetin manası ne? vb. vb.
Sıralamaya kalksam epey uzun sürecek bir yığın tutarsızlık ve anlamsızlık bütün oyunun başına musallat. Bunların bir kısmının yazarlar da farkında, oyun içinde kişilere sordurulan sorulardan anlaşılıyor bu, fakat sayfaları diyalogla doldurmanın şehvetine mi kapıldıklarındandır nedir, kendi sordukları soruları “İşte öyle…” türünden geçiştirmelerle yahut anlamlı görünen laf kalabalıklarıyla cevaplayıp doludizgin devam ediyorlar. Böylece de oyun manasızca uzadıkça uzuyor.
Sonun Unutturamadığı Baş
Kadir Hoca’nın rejisi de bu iskelet üzerine oturtulduğu için ikili özellikler sergiliyor. Oyun başında ve sonunda (ki döngüsel kurgunun birleşme noktalarına denk gelen bu kısımlar, yazarlık becerisinin de kendini gösterdiği seçme yerlerden) gerek sahne kullanımı gerek atmosfer oluşturma bakımından parlak buluşlarla ve sürprizlerle karşılaşıyoruz. Oysa diyalogların sündüğü yerlerde reji de, bir bağlama oturmayan Commedia del Arte trüklerine, söz şakalarına yahut salt sahne trafiğine bel bağlamaya başlıyor.
Oyuncular başta olmak üzere bütün ekip sıkı bir çabayla üç saate yakın süren oyunu tamama erdirmeye çabalıyor ve çabaları takdir edilesi. Ancak komedi sahnelerinde de diğer yerlerde de her zaman stilizasyonun ve dolayısıyla abartının karasularında dolaştıkları için oyunculuklar hakkında bir şey söylemek zor. Woyzeck gibi orijinal metinde oldukça işlenmiş karakterler bile tek boyutlu olarak ortaya çıkıyorlar.
Büchner, ütopik sosyalist düşüncelerden etkilenmiş ve bunun bedelini sürgünle ve yok sayılmayla ödemiş bir devrimci olarak her zaman yoksulların hayatıyla ilgilendi. Woyzeck, asıl karakterleri işçi sınıfından olan ilk Alman edebiyat eseri olarak anılıyor. Oyun temel yapısı itibariyle Büchner’in siyasi ve toplumsal kaygılarını paylaşmak bir yana bazı söylemlerini tam karşıt bir yerden devşiriyor. Elbette isteyen istediği metni istediği ideolojiye göre şekillendirir. Ama bu gerçek okuduğum okulun sahnesinde karşıma çıkan bazı söylemlerin beni irkiltmesini engellemiyor.
Oyunun sonuna yapılan dramaturjik müdahale, bir tür “şiirsel adalet” sağlamaya yönelik. Kurgu açısından da daha başarılı; oyunun ilk haliyle (en azından benim okuduğum versiyonuyla) karşılaştırıldığında, rejinin, dekorun ve müziğin Melahat Özgü Sahnesi’nin dar alanında el birliğiyle ortaya çıkarmayı başardığı şiirsellikle birleşerek çok daha sağlam bir final oluşturduğu söylenmeli.
Sonlar önemlidir. Alımlayıcı, sağlam bir bitiş karşılığında o zamana kadarki olumsuz yargılarının birçoğunu feda etmeye razı gelir. Ne var ki, “Bir garibin, bir katilin ve bir zelilin masalı” olmayı vaat eden oyun zelillere daha fazla zillet reva görmeye, aşağılanmışlara daha da tepeden bakmaya meylettikçe –bu meyil, metnin yapısına uygun olarak tutarlı olmaktan ne kadar uzak olursa olsun– kafamda bir soru oluşmaya başladı. Final ve tutarsızlıklar o soruyu aklımdan silmeye yetmedi: “Bu oyunun bu sahnede ne işi var?”
NOT: Bu yazı, Dil-Tarih Tiyatro öğrencilerince çıkartılan fanzin Lakin için iki ay kadar önce kaleme alındı.
* Çoğu mezuniyet oyunu gibi uzun bir rol ve görev dağılımı listesine sahip oyunun ayrıntılarına http://goo.gl/P2lxb adresinden ya da Facebook’taki etkinlik sayfasından ulaşabilirsiniz.
** Oyunda geçen Karaorda’lıların fena halde Cengiz Han’ın Moğollarını andırmalarıyla Mongolizm olarak bilinen Down Sendromu anıştırmalarını birlikte düşünmek herhalde aşırı yorum olur, ama oyun boyunca sık sık karşımıza çıkan abes altmetinler insanın aklına her şeyi getiriyor.