Öykü Gürpınar
Taşkışla Sahnesi’nde 2010-2011 dönemi eğitim prodüksiyonu olarak çalışılan, benim de içinde yer aldığım “Antigone” süreci beni eğitim prodüksiyonlarının hedefi ve bu hedef çerçevesinde tragedyaların konumu üzerine düşünmeye itti. Bu düşüncede, Melih Anık’ın ortaya çıkan ürünle ilgili değerlendirmelerinin de rolü olduğunu söyleyebilirim.[1] Melih Anık ile benzer düşünmesek de izlediği ürüne dair görüşlerini süreçte yer alan kişilerle paylaşarak tartışması ve bu bağlamda gösterilen çabayı anlamaya çalışması, tartışmanın kitlendiği noktada bizim anlatmakta yetersiz kaldığımızı düşünmeme neden oldu. Bu yazı biraz da Taşkışla Sahnesi’nin neden senede tek prodüksiyon çıkarma hedefiyle yetindiğini, eğitim prodüksiyonu denen olgunun ne olduğunu ve üniversite tiyatrolarında sürecin nasıl işlediğini kendi deneyimlerim ve gözlemlerim doğrultusunda kaleme aldığım bir açıklama gayretidir.
Biliyorsunuzdur, şu anda 20.’si devam etmekte olan İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’nin[2] teması örgütlenme olarak belirlendi ve ilk etkinlik, üniversite tiyatrolarında örgütlenmenin tartışıldığı bir forum[3] oldu. Bu etkinliğe ve daha öncesinde tiyatrolar kurultayı sürecinde üniversitelerin örgütlenmesi deneyimine müdahil olmuş biri olarak vardığım sonuç şu: Örgütlenme ihtiyacını tespit edebilen bütün üniversite tiyatrolarının sorunları üç başlık altında toplanabiliyor. Bunlar kadrolaşma, kaynak ve gelenek olarak nitelendirilebilir.
Kadrolaşma sorunu, modern yaşamın tüketime dayalı ilişkiler üreten yapısı nedeniyle, çoğunlukla hobi faaliyeti olarak görülen sosyal-kültürel etkinliklerin de tüketilmesi alışkanlığına bağlı olarak üniversitede tiyatro topluluklarına katılan öğrencilerin büyük çoğunluğunun 1-2 seneden sonra bu faaliyeti sürdürme iradesi gösterememesi olarak açıklanabilir. Bu sorunun yarattığı en önemli sonuç, grubun dinamiklerini geçmişten gelen bir gelenek doğrultusunda yönlendirebilecek istikrarlı bir ara kuşağın oluşamamasıdır. Ara kuşak, geleneğin aktarılmasında ve pratiğe dökülmesinde önemli rol oynar ve güçlü bir ara kuşağın oluşamadığı durumlarda grup, her sene deneyimini aktarmak üzere topluluğa destek olan “deneyimliler” ile henüz yeni katılmış ya da yeterli deneyim kazanamamış, dolayısıyla süreçlerde aktif rol oynayamayan (belki de oynamaması da gereken) “deneyimsizler” arasında sıkışıp kalır. Bu durum birçok soruna gebedir; zira belli bir eğitim sisteminin tornasından geçerek üniversiteye gelen öğrencilerin tiyatro ortamına uyum sağlayabilmesi, kendini ifade edebileceği özgün biçimler, yöntemler keşfedebilmesi için kendilerine yakın gördükleri bir ara kuşaktan gözlemleme ve uygulama yoluyla edindikleri bir birikim havuzu oluşturmaları gerekir. Her bir katılımcının kendi bireyselliğinde inşa edeceği bu havuz, grubun yönlendirmesine açık olduğu müddetçe kişinin topluluğa entegrasyonu başarılı olabilir; aksi takdirde üniversite tiyatrolarının ihtiyaç duyduğu ensemble havası ve amatör ruhu destekleyen o kolektif ortam yaratılamaz. Bir diğer sorun ise tüketime dayalı yaklaşım çerçevesinde ürün merkezli bir algının oluşmasıdır. Kadrolaşma sorununun hem sebebi, hem de sonucu olabilen bu durum, ana akım tiyatro camiasında yer etmiş olan “oyunumu oynarım, çeker giderim” yaklaşımıyla aynı kaynaktan filizlenir. Kadronun gruba tutunabilmesi için tiyatronun sadece prodüksiyondan ibaret olmadığını da gösterecek pratiklere ihtiyaç vardır. Böyle bir alternatif pratiği oluşturabilmek için de sağlam, içselleştirilmiş ve dinamik bir gelenek oluşturulmalıdır. Nedenine birazdan geleceğim.
Kaynak sorunları ise görece dışsal sorunlardır; üniversitenin olanaklarına, bulunduğu şehre, topluluğun kaynakları elde etme ve yönetmedeki başarısına bağlı olarak farklılık gösterirler. Bununla birlikte kaynak sorunlarının hem örgütlenme, hem de gelenek ile doğrudan ilişkisi vardır. Zira üniversite temelli kaynak sorunları güçlü, kararlı ve istikrarlı bir direniş aracılığıyla aşılabilir görünmektedir. Buna örnek olarak Taşkışla Sahnesi’nin (henüz tamamlanmamış olsa da belli adımlar atılmış olduğundan) sahne sürecini gösterebiliriz. Taşkışla Sahnesi’nin yaşadığı süreçte örgütlenmenin gücünü görebilmek mümkündür; çünkü bu süreçte birçok tiyatro insanı, topluluğu, örgütü topluluğa destek vermiş ve idareyi bir adım atmak zorunda bırakmıştır. Fakat aynı durumun İstanbul Üniversitesi’ndeki Öğrenci Kültür Merkezi’nin kapatılması konusunda geçerli olduğu söylenemez. Yapılan eylemler büyük ses getirse de idarenin tahammül sınırlarının yüksek olması ve istikrarlı bir direniş örgütlenememesi nedeniyle ÖKM’nin kapatılması engellenemedi. Bu noktada kaynak sorunları açısından etkili bir diğer bileşen, yani gelenek devreye giriyor ve bize her an, her alanda, her türlü dayanışma ilişkisini üretebilecek bir örgütlenme geleneğine acilen ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Bu geleneği üretecek olan da örgütlülük bilinci gelişmiş, dayanışma kültürünü içselleştirmiş ve diğer topluluklarla iletişimini sürekli tazeleyen bir tiyatro geleneğinin öncelikle üniversite topluluklarında benimsenmiş olmasıdır. Üniversiteler forumunda konuşulan ve ayrı bir forumun konusu olabileceği belirtilen “Neden tiyatro yapıyoruz?” sorusuna üniversite tiyatrolarının vereceği cevap bir şekilde bu gelenekten de geçer, geçmelidir.
Kaynak sorunlarını ve elbette kadrolaşma sorunlarını etkileyen bu “gelenek” vurgusu neden bu kadar önemli? Buna önce geleneğin ne olduğunu hatırlayarak yanıt üretmek gerektiğini düşünüyorum. Gelenek, bir topluluğun geçmiş deneyimlerinden, dünya görüşünden, aldığı kararlar ve uygulamaya dayalı içtihatlardan oluşan birikimler havuzu olarak açıklanabilir.[4] Bu tanımın bize gösterdiği en önemli nokta şudur: Söz konusu topluluğun bir geçmişi vardır ve yeni katılanlar gruba dahil olmakla geçmişin onlara yüklediği sorumlulukları da peşinen kabul etmiş olurlar. Dolayısıyla topluluğa katılan kişiler öncelikle o topluluğun geleneğini anlamaya çalışarak gözlem yapar; topluluğun geleneğini benimserse devam eder, benimsemezse ayrılır ve başka bir yerde tiyatro etkinliğini sürdürür. Bir geleneğin olmadığı bir topluluk, hâlâ bir topluluk olabilir mi? Bana sorarsanız olamaz. Çünkü gelenek bir oluş halidir ve topluluğun süreçlerini destekler; fakat geleneğin ortadan kalkmasıyla topluluğun zemini sarsılır ve boşlukta yüzmeye başlar, en sonunda da dağılma gerçekleşir. Dolayısıyla, üniversite tiyatrolarında (tabir-i caizse) zurnanın zırt dediği yer gelenektir.
Deneyimler gösteriyor ki, gelenek öyle kolayca oluşuveren ve kendi kendini idame ettirebilen bir şey değil. Oluşum süreci sancılı ve sıkıntılı, devam ettirmesi de bir o kadar zor. Peki neden böyle? Öncelikle geleneğin oluşmasında birçok konunun enine boyuna tartışılması, tüketilmesi ve belki de tatmin olunmayıp yeniden tartışmaya açılması gerekiyor. Tartışmalar bir noktaya bağlanıp da “konsensüs” oluştuktan sonra gelenek namına bir şeyler filizleniyor ama iş burada da bitmiyor. Henüz şifahi olarak ortaya konan gelenek bileşenlerinin tam anlamıyla içselleştirilebilmesi ve grubun dinamiklerine karışabilmesi için pratik uygulamalarla içtihatlara dönüştürülmesi gerekiyor. Bir yandan da kadro sürekli değişiyor, dolayısıyla bir gelenek oluşturulmuşsa bile bunun doğru düzgün yeni kuşaklara aktarılması gerekiyor. Bu noktada eğer gelenek doğru aktarılamazsa alt-kültürcü eğilimler baş göstererek geleneği ve grubu alttan alta oymaya başlayabiliyor.
Peki bu kadar zor bir süreci nasıl yönetmeli, diye sorduğumuzda verdiğimiz en önemli cevaplardan biri “eğitim prodüksiyonu” oluyor. Eğitim prodüksiyonu, yeni katılanların gruba, içinde bulundukları tiyatro pratiğine, yaşadıkları çevreye, dünya görüşlerine dair bir farkındalık kazanmasını hedefliyor. Neredeyse bütün tartışmalar açık ve grubun önünde gerçekleştiriliyor. Topluluk, dramaturjisinden rejisine, tasarımından metnine bütün bileşenleri birlikte oturup konuşuyor. Böylece gözlemleme sürecinde olan yeni kuşak, içinde bulunduğu tiyatro pratiğine dışarıdan bakarak değerlendirme yapmaya ve havuzunu doldurmaya başlıyor.[5] Bu noktada geleneğin sadece teatral süreçlerden ibaret olmadığını da unutmamak gerek. Yeni kuşaklara topluluğun kültürel, sosyal ve felsefi arkaplanına dair de aktarım yapılmalı ve geleneğin bu bileşenleri geleceğe taşınmalıdır. Eğitim prodüksiyonu, özellikle dönem araştırmaları ve dramaturji tartışmalarında bu işlevi yerine getirir. Oyunun ele aldığı konular üzerine kafa yoran, araştırma yapan ve tartışan grup üyeleri, dramaturjik tartışmalar aracılığıyla grubun bakış açısını da kavramış olur. Elbette, tartışmalarda karşılıklı ikna süreci işler fakat grubun geleneğine aykırı duruşlar dramaturjik yorumda kabul görmez. Tiyatral birikim ise sahne üstü çalışmalarında aktarılır ve bir seneyi toplulukta geçiren yeni üye hem topluluğun temel ilke ve içtihatlarına aşinalık kazanır, hem de belli bir tiyatro deneyimi elde eder.
Eğitim prodüksiyonları, üniversite tiyatrolarının kendilerini idame ettirebilmesi, geleneklerini sürdürebilmesi açısından önemlidir. Bu kadar tartışma ve uygulama ağırlıklı, katılımcı bir süreç ister istemez uzun sürer, bu nedenle senede bir prodüksiyonla yetinilir. Ayrıca değişen dinamiklere göre esnetilebilecek, fakat kaba çizgileri belli olan bir senelik program oluşturulması da geleneğin oluşmasında ve sürdürülmesinde önemlidir. Böyle bir uygulama, geçmişe dönük değerlendirmelerde süreçlerin daha iyi analiz edilmesine ve gelecekteki pratiklerin şekillenmesine katkı sağlar. Bence üniversite tiyatrolarını alternatif yapan budur: Eğitim sürecinin ve bilginin/deneyimin serbest dolaşımının ön planda olduğu, kolektif üretim modeliyle ilerleyen ve sözünü söylemekten de geri kalmayan bir tiyatro pratiği… Estetik arayışlar ve radikal denemeler de bu eğitim sürecinin bir parçası olarak üniversite tiyatrolarında yer bulabilirler; bu da topluluğun tercihlerine kalmış bir mevzudur.
[1] Bkz. http://melihanik.blogcu.com/127-numarali-salon-onu-nde-antigone-taskisla-sahnesi-itu/10404220
[2] Bkz. http://sahneistanbul2011.wordpress.com/
[3] Forumla ilgili bir bildirge yakın zamanda yayınlanacak. Şimdilik, forumun vardığı nokta için, örgütlenme iradesi gösteren üniversiteli toplulukların radikal bir gündem tartışmadığını, üniversitelerin sorunlarında ve örgütlenme arayışlarında belli bir istikrarın olduğu, harekete geçmek ve eylemde bulunmak konusunda da aynı istikrarın oluşması gerektiği belirtilebilir.
[4] Herkesin deneyimlerini, gözlemlerini, düşüncelerini bir hafızası olduğu gibi toplulukların da kendi hafızaları vardır. Tiyatro toplulukları açısından ben bu hafızayı, geleneğin birikimlerinden oluşan bir havuz olarak genişletmeyi tercih ediyorum; çünkü hafızanın edilgen konumundan sıyrılan gelenek bu havuzu belli yaptırımların, ilkelerin ve içtihatların kaynağı olarak da gösterebilir.
[5] Burada önemli bir nokta da yeni kuşağın içinde bulundukları ortamı tanımaya yönelik isteklilikleri oluyor. Bu isteklilik onlardan gelebileceği gibi sürece eklenen motive edici unsurlarla yaratılabiliyor da. Bununla birlikte yeni katılanların henüz tam olarak nasıl bir ortamda bulunduklarını anlayamadan topluluğu eleştirmeye, dönüştürmeye yönelik tavırlar içine girmesi geleneğin aktarılmasında bir sorun yaşandığına da delalet eder.