Fırat Güllü
Geçtiğimiz günlerde Mimesis Portal’in iki yazarı aralarında çok yararlı bir tartışma başlattılar: Her ikisi de üniversite tiyatrosu kökenli olan Öykü Gürpınar ve Melih Anık, Taşkışla Sahnesi’nin sergilediği Antigone oyunu bağlamından hareketle üniversiteli tiyatro topluluklarının nasıl bir anlayış içerisinde çalışmaları gerektiği üzerine görüşlerini ifade ettiler. Ben de bu konudaki görüşlerimi okuyucularla paylaşmak için iki üniversite oyununu izlemeyi beklemiştim. Geçtiğimiz günlerde hem Taşkışla Sahnesi’nin Antigone’sini hem de Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nın bir Aristofanes kolajı olan Kadınlar Meclisi adlı oyununu izleme şansı buldum. Konu hakkındaki görüşlerimi bu iki prodüksiyonu da ele alarak ortaya koymaya çalışacağım.
Öncelikle bir üniversitenin tiyatro kulübünün nasıl işleyeceğine dair evrensel diyebileceğimiz bazı kaideler olmakla birlikte, işleyişin çoğunlukla kulüpte faaliyet yürüten öğrencilerin eğilimleri doğrultusunda şekillendiğini kabul etmeliyiz. Diğer bir deyişle bir kulübünün işleyiş tarzını, dönemin somut şartlarından (sosyo-ekonomik durum, kampüste etkili olan örgütlenme anlayışı, öğrencilerin gücü, idarenin tavrı vs…) bağımsız olmamakla berber aslolarak o dönemin aktif kadroları belirler. Ama her şeye rağmen yıllarca değişmeden kalmış ve “gelenek” olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış bazı ilkelerin varlığını da yadsıyamayız. Örneğin İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu (İÜTFTT ya da çoğunlukla kullandığı gibi Çapa) içerisinde yıllara yayılan bir gelenek söz konusudur: 6 yıllık uzun tıp eğitimi sona erdiği andan itibaren bir mezunun kulüple ilişkisi tümüyle kesilir. Zaten doktorluk gibi zaman yönetiminin çok kolay olmadığı bir meslekte, mezunlar açısından öğrencilerin daha farklı ritmine uyum sağlayarak kulüple organik bağlar kurmak da oldukça zordur. Ayrıca diğer üniversitelerden farklı olarak 2 yıl fazla eğitim gören kulüp üyelerinin hem kendilerini geliştirmek hem de kulübü alt kuşaklara devretmek için çok daha fazla zamanı vardır. Benim hatırladığım kadarıyla bu geleneksel döngünün dışına çıkma girişiminde bulunan nadir kişilerden birisi Çağrı Kalaça idi ve bir kolektif oyun yazımı pratiği bağlamında yıllar sonra kulübün o anki jenerasyonlarıyla bir araya gelme fırsatı bulmuştu. Ama bu istisnai bir durumdu ve proje sona erdiğinde bu işbirliği de sona ermiş oldu. Diğer yandan benim üniversite kulübünde aktif olduğum dönemde ağırlıklı olarak BÜO’nun temsil ettiği başka bir eğilim, sanat kulüplerinden yetişen insanların farklı mesleki tercihleri bile olsa öğrencilik döneminde kısmen uzmanlaştıkları sanat faaliyetine devam etmenin yollarını aramaları gerektiğini savunuyordu -ki bildiğim kadarıyla bu konuda değişen bir şey yok. Bu bağlamda tiyatro kulübünde aktif çalışmış öznelerin mezuniyet sonrasında faaliyetlerini sürdürecek bir yapılanmaya dönüşmeleri ve bu yapılanmanın da doğal olarak kulüpteki daha genç jenerasyonlarla ilişkilenmenin yollarını araması ilkesel bir tercih olarak görülüyordu. Hatta bu anlayış içerisinden bakıldığında, tüm sanatsal birikimini oluşturduğu kulüple mezun olur olmaz bağlarını kesmek bir vefasızlık örneği olarak yorumlanıyordu.
Bu ikinci model tiyatro kulübünü, öğrencilerin boş zamanlarını tiyatroyla uğraşarak değerlendirdikleri bir sosyal alan olarak kabul etmekten ziyade bir tiyatro okulu olarak görüyordu. Sonuçta bu okul içerisinde her öğrenci kendi ilgisi oranında bir teatral eğitimden geçiyordu. Elbette bazı üyeler yoğun çalışmalara bir yıldan bile fazla dayanamayıp çoğunlukla kulübün iyi bir izleyicisi olmak üzere ayrılabiliyorlardı. Bazıları ise dört yıl içerisinde bir birikim oluşturup BGST’ye katılarak sanatsal etkinliklerini devam ettirmenin yollarını arıyordu -bu noktada Melih Anık’ın bu modelin, tam da bu yüzden doğru bir model olmadığını söylediğini duyar gibiyim; çünkü o bir üniversite kulübünde çıtanın bu denli yüksek tutulmasının isteyen her öğrenciye kapılarını açma misyonundan vazgeçme anlamına geleceğini, dolayısıyla birilerinin kulübe –tabir yerindeyse- “el koymasına” yol açacağını düşünecektir diye tahmin ediyorum. Bir kulübün tiyatro okulu mantığıyla yapılandırılması ve üyelerine dört yıl içerisinde oyunculuk, metin yazımı, dramaturgi ve reji konularında belli bir birikim kazandırmayı amaçlaması gerçekten de üniversite kulüplerinin ulaşmayı hedeflediği amaçların çok ötesine mi geçer?
Bu sorunun yanıtın vermek gerçekten zordur. Öncelikle şunu hatırlatmak gerekir ki Melih Anık ve onun dahil olduğu jenerasyon çok farklı bir toplumsal yapıdan ve liseli gençlik kültüründen geçerek üniversite sıralarına ulaşmışlardı. Oysa biz, 12 Eylül’ün yarattığı toplumsal tahribatın önce liseler ve ardından da üniversiteleri bitirişine tanıklık ettik. Liselerde tiyatro denemeleri yaparak ve entelektüel bir birikimle üniversite kulüplerine giren insanların kendi içerinde farklı sanatsal yönelimlere sahip olmaları, aynı anda birkaç farklı projenin yürümesi ve tartışmaların oldukça derinlikli cereyan etmesi zaten doğal bir durum olarak görülmelidir. Oysa 12 Eylül sonrasının üniversite kulüpleri aşamalı bir biçimde hayatının son iki yılını üniversite sınavına hazırlanarak geçirmiş test gençliği ile dolmaya başlamıştı. Bu gençliğin ilk örnekleri bizlerdik ve kulübe geldiğimizde Brecht’in bir sadece bir şair olduğunu düşünüyorduk. Pek çoğumuz Stanislavski’nin adını bile ilk kez duymaktaydık. İllüzyon tiyatrosu kavramının illüzyonistlikle bir alakası olmadığını öğrenmek için aylarımızı harcamak bize ne kazandıracaktı? Elbette ki tiyatro kulübünde verilen seminerler ve önceki jenerasyonların uygulamalı çalışmalarda sunduğu örnekler çok kısa sürede aradaki açığı kısmen de olsa kapatmamıza hizmet ediyordu. Ve yılsonu geldiğinde sergilenen bir eğitim prodüksiyonu bize sahne üzerinde işleyen süreçlerin tüm aşamalarını gözlemleme fırsatı veriyordu. Bence 1990’lı yıllardan itibaren BÜO adına bir gelenekten söz etmek gerekiyorsa bu eğitim sürecinin bu geleneğin ta kendisi olduğu ileri sürülebilir.
Ama elbette “gelenek”i feodal anlamda topluluk üzerinde bir yaptırım gücüne sahip bir “töre” olarak görmek yanlış olur. Melih Anık’ın da kendi yazısında belirttiği gibi geleneği oluşturan değerler yöntemsel ya da ilkesel kabullerden öteye geçmemelidirler. Örneğin ele alınan oyunla eleştirel bir ilişki kurmak ve topluluğa ait bir yorum geliştirmeyi denemek BÜO geleneğinde önemli bir yere sahiptir. Bu bağlamda da Bercht’in eleştirel dramaturgi yöntemlerinden yararlanılması işleri oldukça kolaylaştıracaktır. Sonuçta Amerika’yı her sene yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Pekala her kuşak, dramaturgi için Becht’ten, oyunculuk eğitimi için de Stanislavski’den yararlanabilir -sonuçta bu BÜO geleneğinin Marksist ideolojiye bağımlı psikolojik oyunculuk anlayışı olarak özetlenebileceği anlamına gelmeyecektir. Farklı jenerasyonların aynı oyunları çok farklı yorumlarla sahneledikleri düşünülürse aslında ne demek istediğimiz anlaşılır –örneğin dört farklı jenerasyon tarafından ele alınan İş Ararım İş adlı oyun belki de bu konuda kendi başına bir araştırma konusu olmayı hak etmektedir.
Bir yılda çıkarılacak oyun sayısının kaç olması gerektiği meselesine gelirsek. Bu konuda tek bir yanıtın olamayacağını düşünenlerdenim. Benim içerisinde bulunduğum dönemlerde BÜO’da ve ya Tiyatro Boğaziçi’nde zaman zaman iki hatta üç oyun oynandığı pek çok sene olmuştur. Ama burada aslolan o yıl kulüpte sorumluluk alan unsurların kulübün olanaklarını da düşünerek belirlediği stratejiler olmalıdır. Örneğin bir aralar BÜO, hazırlık sınıflarının Kilyos Kampüsü’ne “sürülmesinin” ardından çalışmalarını aynı anda iki kampüste (Kilyos ve Hisarüstü) birden yürütmeyi uygun bulmuştu. Oyunculuk eğitimi veren kadro için oldukça ağır bir iş yükü anlamına gelmesine rağmen, Kilyos’ta kalan ve tiyatroya ilgi duyan pek çok öğrenci düşünülerek bu karar hayata geçirildi. Bu her sene iki oyun çıkarılması anlamına geliyordu. Hatta o sıralarda daha deneyimli olan kadroların dans tiyatrosu geleneğiyle tanışmasını sağlamak için bir yaz çalışması organize edilmiş ve 1990’lı yıllarda oynanmış Düğün adlı dans-tiyatro gösterisinin röprodüksiyonu gerçekleştirilmişti. Bu bağlamda okullaşma mantığıyla çalışan bir yapılanmada aslolan, gösteri sayısından ziyade kazanımla kapatılacak bir süreci hayata geçirmektir.
Tabii farklı kulüp yapılamalarından söz etmek de mümkündür. Örneğin hala faal olan İTÜ Güzel Sanatlar Bölümü tiyatro kısmı, uzun bir süre önce Bora Seçkin’in yönetiminde böyle bir model inşa etti. Bu bölümde verilen uygulamalı tiyatro derslerine katılan öğrenciler hem nota tabi olmadan kredilerini kullanıyor, hem de en temel tiyatro bilgilerini ediniyorlar. Benim dönemimde bu bölümde öğretim dönemi sonunda birçok farklı proje hayata geçiriliyor ve festival tarzı bir yılsonu etkinliği ile tüm bu oyunlar seyirciyle buluşuyordu. Oyunların asıl amacı tiyatro eğitimi vermek olduğundan çıta çok yüksek tutulmuyor ve süreç odaklı bir anlayış geliştiriliyordu. Sanıyorum bu örnek Melih Anık’ın kendi yazısında ön plana çıkardığı kulüp modeline çok daha yakın düşecektir. Altıdan Sonra Tiyatro ve Atölye gibi mezun tiyatroları bu yapı içerisinde şekillenmekle beraber kampüsle organik ilişkileri kısa sürede ortadan kalktı. Bunun Atölye içerisinde ilerleyen yıllarla birlikte bir kriz yarattığını biliyorum. Genç insanların katılımı için düzenli bir akışkanlıktan yoksun olan grup Taşkışla Sahnesi kurulup ilk mezunlarını verene kadar sürekliliğini sağlama konusunda ciddi sıkıntılar yaşadı. Bu yıl yeni mezun olmuş eski TS mezunlarının katılımıyla beraber grup bu sorunu artık aşmış gibi görünüyor. İTÜGSB’nin bu türden mezun yapılanmalar için neden uygun bir model olmadığını daha çok bu süreçte aktif olarak çalışmış arkadaşların analiz etmesini beklemek lazım. Ama kişisel olarak, tümüyle bir öğretim görevlisinin kontrolünde olan ve öğrencilerin bir gelenek oluşturmasının mantıken mümkün olamayacağı bu türden bir modelin, tüm iplerin kendi elinde olmasını isteyen okul idarelerince daha makbul görüleceğini düşündüğümü de eklemek istiyorum.
Zaten Taşkışla Sahnesi’ni de -belki de tam da bu nedenle- alternatif bir arayışa iten gerekçe de bu. Dört yıl içerisinde aşamalı olarak bir okul modeline geçen TS şu anda ilk mezun jenerasyonunu verdi ve ilk “kuşak dönümünü” yaşıyor. Kulüp bir anda dört yıldır oluşturduğu kadronun “ağır toplarından” mahrum kaldı ve ilk iki yılını geçirmekte olan öğrenciler kendi sorunlarını kısmen kendileri çözmek zorunda kaldılar. Elbette mezunlardan bazıları deneyim aktarma konusundan ciddi sorumluluk aldılar ama benim bildiğim kadarıyla mezun olan kişilerin katıldığı Atölye ile TS arasında sistematik bir birikim aktarımı ilişkisi henüz sağlıklı biçimde kurulamadı. Bunda Antigone çalışması sürerken Atölye’nin de yoğun biçimde kendi oyunu üzerinde çalışmasının etkisi mutlaka olmuştur. Tabii ki ne kadar yazılıp çizilirse çizilsin, ne kadar okunursa okunsun sonuçta her jenerasyon bazı şeyleri aslolarak yaşayarak öğrenecektir. TS bu ilk “kuşak dönümü” sırasında seçilecek oyunu belirlerken gelecek sürecin var olan kadro pratikleri düşünüldüğünde ne tür sonuçlar vereceğini hesaba katabilmeliydi. Sonuçta Antigone henüz rüştünü ispatlamamış bir kadro için hesaplaşılması güç bir metin. Çıkan ürünü bu bakış açısıyla değerlendirirsek henüz tamamlanmamış bir çalışmayla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Aslında koronun daha aktif hale getirilmesi için yapılan değişiklikler, müzik ve sahneleme arasında kurulmaya çalışılan deneysel iletişim üzerine gidilse alternatif bir yoruma geçit verecek bir malzeme sunuyor bize. Ama burada asıl eksikliği hissedilen şey tüm bu denemeleri sırtlayıp bizi alternatif bir yoruma taşıyacak oyunculuk birikiminin henüz toplulukta oluşmamış olmasıydı. Bu da metnin çetrefilliği yüzünden masa başı çalışmalarının grubun enerjisini ve zamanını fazlasıyla çalmasından kaynaklanıyordu muhtemelen.
Mesela bu konuda artık deneyim kazanmış bir kadro yapılanmasına sahip olan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tiyatro Topluluğu, yeni oyuncuların içerisinde çok daha rahat devinecekleri ve sahne üzerinde yaratıcılığa daha fazla yer açabilecekleri Kulaktan Kulağa gibi bir metni seçerken herhalde bu tür sorunları düşünerek hareket etmişti. Oyunu izleme fırsatı bulamadım ama oldukça fazla geri bildirim alma şansım oldu. Elde edilen sonucun konan hedefler açısından tatmin edici olduğu görüşü genel kabul görmekte. Bununla birlikte topluluk deneyimli unsurlarının, sanatsal hedefleri açısından daha iddialı bir ürün ortaya koyması bağlamında Ada çalışmasını da gündemine almış ve bu yıl iki oyun üretmeyi tercih etmiş. Bana göre onlar bu “kuşak dönümünü” daha sorunsuz atlatmayı başarmış oldular. Önceki yıllarda yaşanan krizlerin topluluğun kolektif belleğinde yer ettiği ve öğretici olduğu anlaşılıyor.
BÜO’nun bu yılki oyununu bu bağlamda ele alırsak neler söyleyebiliriz? BÜO bir dönemler Lorca, Brecht, Moliere ve Shakespeare için benzerleri yapılmış bir çalışmayı iki yıldır Aristofanes üzerinden sürdürüyor. Antik Yunan komedyası ve Aristofanes üzerine başlatılan araştırma çalışmasının ilk etabında deneyimli ve yeni başlayan unsurlar bir arada, klasikleşmiş bir Aristofanes oyunu olan Lysistrata ekseninde bir araştırma çalışması yürütmüşlerdi. Bu sürecin sonunda oyunculuğa, müziğe, metin düzenlemesine ve hepsinden önemlisi Aristofanes’in diline ve komedya tekniğine dair belli bir birikim ortaya çıkmıştı. Şimdi çok daha genç bir jenerasyon bu brikimi devralarak bir adım öteye taşımayı ve Aristofanes ile ciddi bir hesaplaşmaya girmeyi de göze alarak bir kolaj çalışması hazırlamayı tercih etti. Kurgusu Tiyatro Boğaziçi’nin de aktif olarak dâhil olduğu bir süreçte daha deneyimli unsurlarca hazırlanan bu projede yeni üyelerden beklenen Aristofanes oyunları mantığıyla uyumlu biçimde güçlü tiplemeler inşa etmeleriydi. Bu da yeni üyelere zaman zaman grotesk, zaman zaman da stilizasyona ve dansa dayalı bir oyunculuk anlayışının kazandırılmasını hedefleyen bir oyunculuk eğitimi sürecinin ön plana çıkmasını zorunlu kıldı. Kişisel olarak çok yakından gözlemlediğim BÜO’daki Aristofanes sürecinin, iki yıl içerisinde yaşanan çeşitli sorunlara rağmen sonuçta kulüp adına kazanımlarla kapandığı görüşündeyim. Bu kazanımların bir kısmı daha sonra Mimesis’te yayınlanarak kamuoyuyla da paylaşılacaktır. Ama kazanımların boyutunu asıl olarak gelecek yılın prodüksiyonunda görme şansımız olacaktır.
Sonuçta BÜO onlarca kez “kuşak dönümü” ve bu dönümlerde pek çok kriz yaşamış bir topluluk. İşte gelenek denen şey de burada devreye giriyor ve gruba direnç kazandırıyor. Ben Taşkışla Sahnesi adına konuşurken Öykü’nün geleneği bu denli ön plana çıkarmasını da daha çok bu durumla bağlantılandırıyorum ve TS’ye “merak etmeyin arkadaşlar, daha ne kuşak dönümleri yaşarsınız; her seferinde daha dirençli ve pratik olmayı öğreneceksiniz” demek istiyorum.
Bu yazıda söz konusu iki eğitim prodüksiyonunu sanatsal anlamda ele alıp değerlendirme fırsatını bulamadık. Bunu sonraki yazılarımızda yapmaya çalışacağız.