Melih Anık
Epitaphios (Yazıt-Mezar Yazıtı) (1936) adlı kitabı Atina’da Zeus tapınağında, faşist cunta yönetimi tarafından törenle yakılan, 1967’de Papadopoulos diktatörlüğü tarafından esir kampına gönderilen Yannis Ritsos (1909-1990), ülkesinin tarihi gerçeklerinden ve de karakterlerinden yola çıkarak tüm dünyanın sorunlarına tercüman olan eserler yazmıştır. Eserleri, onun direnişinin meyvesidir ve halkının yol göstericisi, insanlığın “feneri” olmuştur.
Ritsos’un İsmene’sini Prof. Cevat Çapan çevirmiş, Zeliha Berksoy yönetmiş, Almila Uluer Atabeyoğlu oynuyor. İpek Taşdan(İsmene’nin yardımcısı) ve Hakan Ummak (subay) diğer oyuncular. Subay şiirde var, yardımcı oyuna eklenmiş. Yardımcı, ön ve son anlatımları okuyor, odanın düzeninden sorumlu ve son yolculuğunda İsmene’nin yanında. Subay, “dinleyen”, “dış hayat” ya da…? “Var” ya da “yok” olması algıya bağlı. Onlar sessiz tanıklar. Her iki oyuncunun eksikliği hissedilirdi. Her iki karakter, dramatizasyondaki ikinci boyutu (muhatabı) yaratıyor. Dekor-kostümün (Başak Özdoğan) yarattığı oda sıcaklığı ve doğallık oyuna çok şey katmış, oyuncuyu rahatlatmış. (Mekanın zorlaması nedeniyle seyirci biraz sıkışık ama…) Müzik (İlke Boran) hem ton hem de seçilen tını olarak oyuna büyük bir katkı veriyor. Zaman zaman kendini unutturuyor zaman zaman ise ortaya çıkarak sahneyi ve repliği tamamlıyor, zenginleştiriyor. Sanki bir çerçeve, bir karşı ses, bir yandaş, zaman zaman tarihin derin kuyusundan yansıyan bir çığlık.
Ritsos, uzun şiiri İsmene’de İsmene’yi “konuşturur”. Bu konuşma mitolojik bir öykünün hesaplaşması gibi başlasa da giderek tarihin tüm evrelerinden beslenir, tarihin tüm evrelerini ve geleceği aydınlatır; şiirin sonunda İsmene, başlangıçta suçladığı kardeşi Antigone’nin “elbisesini giyer”.
İsmene “anlatmayı beklediği” inzivasında kendini ziyarete gelen subayı görünce konuşmaya başlar. Sanki çok uzun sürmüş (binlerce yıllık?) bir suskunluktan/uykudan uyanmıştır. Eski bir hesabı kapatmak ister gibidir. Bir bakıma bir savunmadır yaptığı. Kişisel sorunu, giderek insanlık sorunu haline gelir. “Tanık olup göz yumanlar, örümcek elli yargıçlar, sıçanların egemen olduğu dünya, eğilmek gücünden yoksunlar, aşağılık bir ölümsüzlük peşinde koşanlar, öfkeli bakışları kılıç gibi kuşananlar, karanlık bir kendini beğenmişlik içinde olanlar, başkasının elbisesi içinde kendi olmaktan çıkanlar, alınyazısının kısır döngüsüne hapsolanlar, içindeki soğuğu hissetmeye başlayanlar, içindeki çığlığı boğanlar, adı bir daha anılmayanlar, kendini başkalarının gözlerinde görenler, suçlu gibi görünen suçsuzlar, kendini kör etmesi iyi olacaklar, heykellerin dudaklarını ıslatanlar, masadaki balığı yiyen kediyi kovmayanlar, sokaklardan geçen elleri meşaleli insanlar, büyük küpler ve örümceklerle dolu mahzendekiler, birden büyüdüğünü anlayanlar dökülür bir bir… Karanlıktan aydınlığa, uykudan uykusuzluğa, ebediyetin kucağına yol alan bir yürüyüş yaşanır sanki.
“Hiç kimse alamaz bizden artık bizde olmayanı
Kaçınılmazlığın dingin bilgeliğinde
Ölüler her zaman büyük bir yer kaplar
Zaten ölüm siyah değil beyaz
Her şey anlatılmaz
Gelen kuşaklarla gençlik yeniler mi kendini ? Öyleyse neden bu yenilenme?
Hiçbir şey benim değil
Dişlerinin arasına bir başka bakır sikke sıkıştırılıncaya dek
Anlamı kalmadı defne yapraklarının
Kaledeki bayraklar değişti.
Aya açıldı dantel şemsiye
Büyük avize düştü
Isırganlar sardı bahçeyi
Yüzlerinde başka maskeler, heyecanlanıp sakinleşerek büyük odalara girdiler, büyük kara kara yargıç masalarının başına oturdular, elleri hantal, doymak bilmeyen koca örümceklerdi. Tomar tomar kağıtları açıp okudular yazdılar mühürlediler. Başka kağıtlar gönderdiler, ellerini kollarını salladılar ağızlarını iyice açtılar, ne bir ses duyuldu ne bir bağırma –karanlık bir delikti boşlukta ağızları- belki de “yaşasın ya da kahrolsun” diye bağırıyorlardı.
Herkes yönettiği neyse onunla yönetilir
Zaman boşaldı.”
(Ritsos’un dizelerinden derleme)
İnce ince işlenmiş bir oyun İsmene. Şiiri önceden okursanız keyfiniz daha da büyür. Sanki her kelime, cümle üzerinde düşünülmüş, içerdiği katmanlar ayrılmış, ayıklanmış, her biri için ayrı bir resim çizilmiş gibi. Seyirci anlasın diye uğraşmışlar. Oyun sonunda salondan çıkarken seyirci yönetmenin ve oyuncunun aktarmak istediklerinin çoğunu anlatır. (Ben öyle düşünüyorum) İsmene şiirine bir mesafeden bakan, içindeki katmanları kazıyan, anlatırken düşündürmeyi hedeflemiş ama duyguyu pas geçmemiş, tiyatral ögeleri sanatsal ve bilinçle kullanan, estetik yapısı sağlam bir oyun. Şiirden yapılan bir oyun olarak çok başarılı. Bu haliyle de güzel olan oyun üzerine bazı hususlarla ilgili benim tercihlerim farklı olurdu.
Oyunda şiirde de var olan ön ve son anlatım kullanılmış. Buna rağmen ayrıca dramatize etmeye gerek var mıydı diye düşündüm. Örneğin “konuştular” denince oyuncuların sessizce dudaklarını oynatması tuhaf duruyor. Oyun başında ön anlatım aynen okunuyorsa, oyun sonunda da son anlatıma sadık kalınmasını tercih ederdim. Ayrıca şiirin başında sözün bittiği yerdeki “sessizlik ve bekleyişin içinde boşluğu doldurmak, uygunsuz fakat durdurulamaz bir şeyi önlemek için konuşmanın” başlamasını beklerdim. “Uygunsuz şey”in ne olduğu yoruma açık ama oyun boyunca İsmene ile subayın yakınlaşmalarının, başta sözü edilen “önlemeyi” unuttuğu sonucuna vardım. Oyunda çok estetik bulduğum son yerine şiirden benim anladığım insan var oldukça var olacak ucu açık bir sonu ben daha çok beğenirdim. Kaldı ki İsmene’nin Haimon’laştırmaya çalıştığı genç subaya çıkarken söylediği “Kapıyı yedi kere çalın, kapıyı açarım size” demesine rağmen son anlatımdaki “kapıya yedi kere yavaşça vurulur”un kullanılmamasına katılamadım. İsmene kapıyı açmayarak “kadınlaşmıyor” ve Antigone’nin yolunu seçiyor. İsmene, başka bir yorumla kendini almaya gelen ölüme rüşvet olarak bir zamanlar kendisinin giydiği Haimon’un elbiselerini mi sunuyor acaba?
Şiirdeki son sahne umutlu bir döngüye işaret eder bana göre. Ürkek kapı vuruşları bitince, İsmene’nin kapıyı açmaması kalkıp yeniden boyanması, yeniden mücevherlerini takması, kemer takması, sandallarını çıkarmadan yatağına uzanması, saatin sesinin duyulması şiirin başında “bu bilezikleri çıkarsam, geceleri saçlarımı açsam, sandallarımın bağlarını çözsem, hele boynumda birer halka gibi taşıdığım şu ağır kolyeleri çıkarsam belki de yükselip havaya karışırım. Bunu istemiyorum. Belki de bu yüzden takıyorum onları” ve “ büyük duvar saatleri durmuş-kimsenin kurduğu yok onları” dizelerine bir göndermedir. “Renk renk kökler sanki bizler ağaçlarmışız gibi/gökte başıboş dolaşan ağaçlarmışız gibi.” “Kanat çırpan bir kuşu andıran eşarbı annemizin” dizeleri ile yan yana okununca çıkan anlamın oyunda kullanılmadığını düşünüyorum. Ne olursa olsun inandığı yolda yürüyen, “tutunmaya çalışan” Antigone’ler (kahramanlar) gerek bize…
Oyunda İsmene, ailesinin geride kalan son ferdi olarak babasının kanlı gözbağı mendilini, tacını, Antigone’nin elbisesini kardeşinin tokasını kuşanıp ölüme yatıyor. Bu mitolojinin de ölümü demek bana göre. Oysa bizim mitosa ihtiyacımız var. Bu nedenle oyundaki sonu “mit”in ve kahramanın ölümü diye algıladım ve umutsuz buldum.
Şiir, İsmene’nin Antigone’laşması yani mücadele kararlılığı ile bitiyor. Saatleri durmuş bir konakta saat sesinin yeniden duyulması da bu umudun bir başka kanıtı.
Beyazlar giyinmiş subay “ölüm siyah değil beyaz” dizesiyle pek uyumlu olmuş, ama oyunu düşündüğümde tesadüf hissi veriyor bana. Keşke olmasaydı.
Subayın cep telefonu ile konuşması ve hali bana tuhaf geldi bir yere bağlayamadım. (Bağladığım yeri basit buldum.)
Daktilonun yer yer kullanılışı İsmene’nin anılarını yazması gibi bir algı veriyor, tiyatral olarak doğru, yorum olarak yanlış buldum.
Benzer şekilde İsmene’nin bir kitaptan okuması ise oyun tümünde tek bir kere kullanıldığından ister istemez “başka yerlerde de kullanılsa olmaz mıydı”yı düşündürtüyor. Zira bu anlatımda İsmene’nin okuduğu dışındaki diğer tüm söylediklerinin kendinin olduğu anlamı çıkıyor. Kitap, İsmene’nin anıları gibi anlaşılmıyor. Yani İsmene kendini okumuyor. İsmene şiirde zaten “herkes”!
Almila Uluer Atabeyoğlu Türk Tiyatrosu’nun iyi oyuncularından. Ne yaptığını bilen oyuncumuz çok az, maalesef. Almila ne yaptığını, ne istediğini biliyor. Zihin, beden ve duruş olarak kendini adamış ve “farkında”, kısaca “form”da. Tepeden tırnağa bir oyuncudan bekleneni veriyor. Sesini ve nefesini kullanışına, jest ve mimiklerindeki yaratıcılığa bayıldım. Sahnede doğal gibi görünmeyi beceriyor ve rolü öylesine sunuyor ki herkes ben de yapabilirim der ama arkasındaki çalışmanın, birikimin ve de disiplinin ne olduğunu bilen bilir.
İsmene sezon sonu rastladığım saygıyı hakeden çok iyi bir oyun.
Artık “Gece çok güzel”
Not:
İsmene, Semiha Berksoy Opera Vakfı prodüksiyonudur. (http://www.semihaberksoyoperavakfi.org/)
Hatırlatma:
Sophokles (M.Ö. 495 – M.Ö. 406) Üçlemesi diye bilinen Kral Oidipus, Oidipus Kolonos’ta, Antigone tragedyaları bir aile trajedisini anlatır.
Kral Oidipus, Laios’u babası olduğunu bilmeden öldürmüş ve yine bilmeden annesi İokeste ile evlenmiştir. Bu evlilikten Polyneikes ve Eteokles adında iki erkek, Antigone ve Ismene adında iki kız çocukları olur. Gerçeği çok geç öğrenen Oidipus, bu trajik durum karşısında âdeta yıkılır ve gözlerini kör ederek kendini cezalandırır. Bu halde birkaç yıl daha hükümdarlık yapan Oidipus, oğullarının yetkisini elinden almaya çalışması üzerine ikisine de lânet okur; iki kardeş birbirinin kanına girecektir. Sofokles’in Kral Oidipus tragedyasında işlenen bu dram Oidipus’un Thebai’den sürülmesi, kızı Antigone’nin yardımıyla Kolonos’a gelmesi ve orada ölmesiyle sonuçlanır. Antigone babasını yalnız bırakmamış; ona hem destek, hem de kılavuz olmuştur. Sofokles, Oidipus Kolonos’ta tragedyasında Antigone’nin güçlü kişiliğini ön plana çıkarmakla daha sonraki oyunu Antigone’de bu tragedya kahramanının inandığı değerleri sonuna kadar savunacak sağlam bir karaktere sahip olacağını sezdirmektedir. Antigone, Oidipus’un ölümünden sonra Thebai’ye döner. Eteokles ve Polyneikes ise babalarının bedduasına uğramamak için ülkeyi dönüşümlü olarak yönetmeye karar verirler. Fakat bir süre sonra krallığın paylaşımı sorun olur. Eteokles, sırası geldiği halde Polyneikes’e tahtı bırakmak istemez ve onu ülkeden kovar. Bunun üzerine Polyneikes Argos kralına sığınır ve altı kumandanla birlikte Thebai önlerine gelerek kardeşine savaş açar. Bu savaşta iki kardeş birbirini öldürür. Krallık İokeste’nin kardeşi Kreon’a kalır. Kreon, yurdunu savunurken ölen Eteokles’e kahramanlara yakışacak bir cenaze töreni yapılmasını ister. Polyneikes’i ise kendi ülkesine saldırdığı için vatan haini ilân eder ve cesedin gömülmesini yasaklar. Manasız bir gurur ve ihtirasa kapılarak verdiği bu emir aslında toplumda yerleşmiş âdetlere aykırıdır. Fakat halk memnuniyetsizliğini dile getirmeye, Kreon’a karşı çıkmaya cesaret edemez. Oysa Antigone, cezası ölüm bile olsa kardeşlik vazifesini yerine getirmekte kararlıdır. Çünkü o, “her ölünün gömülmeye hakkı olduğuna” inanır.
Sophokles üçlemesinin son oyunu Antigone iki kız kardeşin konuşması ile başlar. İsmene, Antigone’a şunları söyler:
“Kanuna aykırı hareket edip hükümdarın hükmüne ve kudretine karşı gelirsek ne korkunç bir ölümle öleceğiz. Hayır, bize yakışan kadın olduğumuzu ve erkeklere karşı mücadele için yaratılmadığımızı düşünmektir. Hem sonra böyle sert bir hükümdarın tebaası olduğumuz için bunlara hatta daha beterlerine tahammül etmemiz lazımdır. Bunun için toprak altında yatanlara yalvaracağım ve zor karşısında böyle yaptığım için beni affetmelerini dileyerek başımızdakilere boyun eğeceğim. Çünkü yapamayacağın işlere kalkışmak akıl karı değildir.”
Antigone kardeşini dinlemez mücadele eder. Olayların sonunda Kreon ve İsmene hayatta kalır. Antigone ve nişanlısı Haimon intihar eder.
Antigone’nin dramı canlılığını yitirmemiş, Jean Cocteau, Holderlin, Jean Anouilh ve Bertolt Brecht gibi batılı birçok yazarın yanı sıra Kemal Demirel gibi çağdaş Türk yazarının eserine de konu olmuştur.
Kaynak
Azra Erhat “Mitoloji Sözlüğü- Remzi Kitapevi
Dilek Zerenler- Antigone’nin İki Farklı Yorumu TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s18/zerenler.pdf
Antigone- Sophokles- S.Ali tercümesi-Maarif Matbaası 1941