Deniz Gümüştekin
Arada yıllar var ki, çocuk oyunu izlemeye gitmedim. Doksanlı yılların başlarında belki o zamanın şartlarına göre iyi belki de vasat olan bir çocuk tiyatrosuna götürmüştü annem beni. Parlak renklerden yapılmış kostümlere ek olarak, sahneden dolup taşarcasına hayvan kostümlü oyuncular, yüksek sesle bir şeylerden bahsediyorlardı. Öyle çok hareket vardı ki, çocuk aklım bu yoğun temponun ve göz alıcı kostümlerin arasında uçup gitmişti. Anımsadığım yanımda yöremde olan diğer çocuklarında eğlenmediği, eğlenemediği gibi gürültü yaptığıydı. Saatler ilerleyip oyun devam ettikçe, hecelemeler ve anlaşılamama korkusu ile yapılan tekrarlardan bunalarak, anneme sokulmuştum. İşte tam da bu anda, beni çocuk tiyatrosundan soğutan ve soğuttuğu da yetmiyormuş gibi, hala her gördüğümde, ruhumun derinliklerinde gizli saklı bekleyen öfkenin hızla yukarıları tırmanmasına sebebiyet veren palyaço korkum da başlamış oldu. Uzun zaman, yolda yürürken, balon takibinde bulundum. Açılış yapan yerlerden uzak kaldım; malum, her yerden aniden koşarak yanıma gelebilirlerdi ve tüm bunların sebebi ise oyun esnasında, sahnenin sağından ve solundan, aniden çıkan palyaçolardı; ortalığı birbirine katmışlar ve kattıkları da yetmiyormuş gibi, sahneden seyir yerine atlayarak biz çocukların üzerine koşmuşlardı; korkudan başlayan ağlamam annemin beni kucağına alıp, oyunun sonunu görmeden beni salondan çıkartması ile son bulmuştu.
Evet, çok uzun zaman çocuk oyunu izlemeye gitmedim..
Yetişkinler için tiyatro zihnimde her zaman soru işaretleri taşıdı ama en azından lise dönemimde Tennessee Williams ile tanışmış oldum.
Çocuk oyununa gidiyordum.
Zihinden akıp geçenler, düşüncelerim bunlardı, evet.
Tedirgindim, evet.
Yıllarca farkında olmadan çocuk tiyatrosu sorunsalına kendimce cevaplar aramıştım.
Evet, cevaplarıma doğru gittiğimi bilmiyordum.
Oyuna ucu ucuna yetişebildim. Koltuğa yerleştim ve ışıklar alındı. Sessizlik.
Saya saya sayadan/ Su sızıyor kayadan/ Yedi Köyü Dolaştık/ Bu oyunu çıkarttık. Şarkı bitince saya başı alıyor sözü ve başlıyor anlatmaya: “oyunumuzun adı Yedi Köyün Yargıcı” Biz bu oyunu köylerimizden derledik. Kırk bin köyümüzü, oyun gereği, yedi köy belledik. Ve “Saya gezme oyunu”nu kendimize yol gösterici bildik. Solan sessizlik içerisinde. Çocuklar tüm dikkatleri sahneye bakıyorlar. Oyuncuların yüksek enerjisi, içten gelen gülüşleri ve dinamik halleri ile çocukların ilgisini çekmiş oluyorlar. Derken, sanırım beni oyunda en çok etkileyen ve çocuk tiyatrosunda yer alması gereken unsurlar bir bir sahne üzerindeki oyuna ve çocukların genç zihinlerinde yerini alıyor; anne babalar ise değinilmesi gereken ikinci husus. Oyunlar arasında geçişte söylenen “saya saya sayadan/ su sızıyor kayadan/ aç açık değiliz biz/ töremiz var atadan” şarkısı sözlü kültüre ait sahip olunan değerlerin, şarkı ile çocuklara aktarılması ve oyunun içindeki oyunların, saya gezme oyunlarından hareketle kurulmuş olması kültürel değerlerin, çocuk zihinlerinde yer edinmesi bakımından mühim olduğu düşüncesindeyim. Saya gezme/ seyirlik oyunların göstermeci biçimli yapısı, beden/ bedenin kullanımı ve eğlendirme amaçlı niteliklerini Yedi Köyün Yargıcı oyununda görmek mümkün.
Çocukların dinç dimağsına katkıda bulunacak olan göstermeci biçim, oyun içinde kapı, pencere, tencere, şelale olan insan bedeni ve tül ile tiyatronun hayal gücüne işaret ederken, yaratıcılığın gelişmesi bakımından, farklı materyalleri, bambaşka anlatım araçları olarak kullanabilmeyi göstermektedir. Böylece çocuklar, çocuk tiyatrosunun alışılagelmiş anlatım dilinden farklı bir anlatım dili karşılaşmalarının yanında, kostüm olarak sade ve tek tip kıyafetlerin tercihi, kıyafetlerde anlatım yerine oyun içinde geçen hikayelerin takibini kolaylaştırmaktadır.
Oyun içinde anlatılan hikayelerde, satıcının yaptıkları olarak iki kelime ile ifade edilebilir. Tabii, böyle söylendiğinde kulağa yavan ve sıradan geliyor ancak, anlatım dili bakımından oldukça renkli ve cazip. Satıcının türlü yalanlar, hileler ve paraya olan düşkünlüğü ile insanları zor durumda bırakmasına ek olarak ailesine karşı da aynı tavırlar içerisindedir. Anadolu da “çocuk adıyla yaşar” söyleminden hareketle, satıcının, eşinin “Ye” adını verdiği iştahlı çocuğunun hikayesi anlatır bu bölümde.. Satıcının eşi ile birlikte çocuğun aklına girmesi anlatılırken, reklamlar ve sağlıksız ürünlerin tüketim çılgınlığı, kulaklarımıza aşina sloganların uyarlamaları ile aktarılması tercih edilmiştir. Oyunun belki de en eleştirel çizgisi olan bu durum, oyun içerisinde latifeli bir dil, körün gözüne parmağı sokmadan oyunun içinde oyun şeklinde yedirilmişti.
Didaktik unsurların yer aldığı, öğretici olma misyonunu taşımadan, kendiliğinden ve neticeyi çocuklara bırakarak oynanan oyunda, hiç bir anın/sahnenin boş geçmediğini, ayrıntıların özenle işlendiği ve sanatın ayrıntıda var olabildiğini çocuk oyununda görebilmek, kendi adıma etkileyici bir deneyimdi.
Sanatın ayrıntıda kendini var edebildiğinin bahsinin yanında, ulusal tiyatromuzun kökenine dair izleri oyunun müziklerinde de işlenmiş. Türkülerimizi yeniden derleyerek, hatta oyunun broşüründe ifade edildiği gibi estetize ederek düzenlenmesi, oyuna hem bambaşka hava katmış hem de anlatılan hikayelere eş olarak yerel müziklerin bulunması çocuklarda kulak aşinalığı oluşmasını sağlarken, anne babalara da unuttukları müzikleri yeniden anımsatmıştı oldu. Çocukların oyun içerisinde ve oyun çıkışında şarkıları söylüyor olmaları ve anne-babalarının onlara eşlik etmeleri, sanırım, yapılan işin ne kadar doğru bir perspektiften bakılarak yapıldığını ve seyirciyle birlikte alanın genişlediğini göstermiş oldu.
Müzik, insan yaşamında vazgeçilemez bir yer tutar. Geleneksel yaşantı aracı olmaktan, örgün eğitim kademelerinde davranış kazandırma disiplinine; boş zaman değerlendirme alışkanlığından, kuşaklararası iletişim görevi üstlenmeye kadar geniş bir alanda müziğe önemli bir görev yüklenir. Eğitim, kültürlenme ve sosyalleşme süreçlerinin en etkili dönemi hatta başlangıcı sayılan çocukluk döneminde de müziğin çeşitli işlevleri olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gerçekliğin bir sonucu olarak da çocuklar için müzik yaratma ve uygulama düşünceleri ve çabaları önemini hiç kaybetmemiştir.
Çağdaş eğitimin vazgeçilmez boyutlarından birini oluşturan sanat eğitiminin özellikle çocukluk döneminde müzik eğitimine ve müzik ile eğitime ağırlıklı olarak yaslandığını söylemek mümkündür.
Çocukların kendi aralarında oynadıkları oyunların temelini oluşturan tekerleme ya da yalın şarkı diye tanımlayabileceğimiz müziklerin varlığından ve işlevlerinden de anlaşılacağı üzere, sanat (müzik) eğitiminin her kademesinde müziğin ve özellikle de şarkının yeri tartışılmayacak kadar önemlidir[1]
Oyunun içinde yer alan bilindik çocuk oyunu olan kulaktan kulağa oyununun yanında, kültürümüze ait şarkıların oyun içerisinde işlenmesi, çocuğun bildiği ile bilmediğinin birlikteliği ile bilmediğini, beste ve şarkı olarak öğrenmesi ve zihnine yeni bilgi olarak işlemesi bakımından yardımcı olabilmektedir. Aynı zamanda da çocukların şarkı dağarını yerel şarkılar ile genişletilmesinin çocuk tiyatrosu adına atılmış önemli adımlardan biri olduğunu düşünmekteyim.
Oyun bittiğinde çocukların ve anne-babalarının mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Yanımdan koşarak geçen bir çocuk, hem annesini gişeye doğru sürüklüyor hem de “hadi bir daha izleyelim” diyordu. Mutluydu.
Mutluydum.
Bu işi hakkıyla yapanlar da var(dı); evet.
[1] Nedim Yıldız, “Çocuk Şarkıları Üzerine Bir İnceleme”. Tiyatro Araştırmaları Dergisi. Sayı: 20, Güz 2005, s. 74