Üstün Akmen
Televizyon ve sinemada oyuncu ve senaryo yazarı olarak başarılı işlere imza atan Levent Kazak, ilk göz ağrısına geri dönmüş, bir tiyatro kurmuş: Tiyatro GAGA. İlk demeçlerinden birinde: “Oyunculuk yapmak istediği ya da oyun sahnelemek için değil, oyun yazmak için” tiyatro kurduğunu söylemiş. İlk oyunu olan “Cam”ı AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu iş birliğiyle Usta Oyuncu/Yönetmen Lâçin Ceylan sahneye taşımış, ünlü oyuncular oyunda görev almış. Tiyatro GAGA’ya içtenlikle başarılar ve uzun bir ömür diliyor, diktikleri yeni tiyatro bayrağı önünde saygıyla eğiliyorum.
Levent Kazak, “Cam”da kadının sosyal konumuna ciddi anlamda dikkat çekmek istemiş. Kurgusu alışılmadık değil, ama gene de seyirciyi şaşırtıyor. Oyun, kocasından boşanmak üzere olan bir resim öğretmeninin atölyesinde geçmekte. Aynı başlayan bir öykünün anlık bir karar ve bir rüzgar esintisiyle nasıl iki farklı yöne akabileceği anlatılıyor. Bir resim atölyesinde farklı amaçlarla bir araya gelen insanların birbirleriyle kurdukları ikiyüzlü ilişkilerin, esen bir rüzgarla daha da içinden çıkılmaz boyutlara ulaşması, doğrusu seyirciyi hayli ilginç yorumlar yaparak düşünmeye zorluyor. Rüzgar, bir erkeğin hayatını mı değiştiriyor, yoksa bir kadının yaşamı esen rüzgarla ötelere mi savruluyor? Kazak, her iki olasılığı da film senaryosu ağzıyla tezgaha yatırıyor, işliyor.
İşlerken, Rüya’nın kocası Mehmet’ten kopuşunun düşünsel mi, duygusal mı, güdüsel mi olduğunu kurcalamıyor, ama yüzyılların biçimlendirmesinin, feodal değerlerin hüküm sürdüğü ve erkek egemen toplumsal bakış açısının hakim olduğu düzenin tüm ilişki ve işleyişinde kadına yönelik bakış açısını, ikinci perdede bir nebze de olsa veriyor. Meta kültürü içerisinde şekillendirilmeye çalışılan insan, öyle bir hale gelmiş ki, artık ne istediğini ve nasıl yaşayacağını bilemez halde. Tepkilerin ve öfkelerin eritilişi, duyguların ve bilincin çarpıtılarak dumura uğratılışı giderek konuya siniyor. Örneğin İpek, kendisine yaşatılan yaşamı kolayca kabullenmiş bir karakter olarak öne çıkıyor. Bu yaşamı ve ilişkileri “özgür iradesi” ile seçtiğini sanarak kendisini bu büyülü dünyanın rehavetine kaptırmış durumda. Oysa o, sömürüye maruz kalan tarafı temsil ediyor. Öyle ki, gelişen liberal kapitalizm sürecinde sonuna kadar ailenin mülkü olan kadın, yani Rüya, sermayenin mülkü haline getiriliveriyor. Bu durum İpek tarafından “özgürleşme” olarak algılanıyor. Çünkü Yener’in egemenliği devam ederken, kadına erkek egemenliğinin kontrolünde sınırlı bazı haklar tanınmakta ve sadece belli yerlere gelmesine izin verilmekte.
Neslihan, bir yanılsamanın sonucu olarak adeta gönüllü olarak bu yaşamı arzuluyor ve böyle bir arayışa girerek popüler yaşam denilen meta kültürü içerisinde erimeye ve cinsel bir obje haline gelmeye hazırlanıyor. Bu aşamada kapitalizm en fazla kitle iletişim araçlarını kullanır. Medya aracılığıyla egemenlerin yaşam tarzı, sözde sanat anlayışları ve sanatçılarının tatminsiz, doyumsuz, salt güdülere dayanan ilişkilenme tarzları milyonların beynini ve yüreğini tutsak alır. Neslihan’ınkiler de esir alınıyor. Levent Kazak böylece, geniş yığınların “cam gibi” kırılgan, “cam gibi” kırık oldukları halde, gün geçtikçe birbirine benzeşmekte olduklarının; düşüncelerinin, arzularının, isteklerinin, amaçlarının ve hatta hayallerinin aynılaşmaya başladığının altını çiziyor.
Yönetmen Lâçin Ceylan, tablo dizgelerinin farklı ritimlerini fevkalade güzel düzenlemiş, ritmik çerçeveleri çok iyi saptamış. Bunların sonucunda tempoyu yakalamış. Öyküyü figüratif biçimde anlatırken; eylemi, konuyu duyguları harekete geçirici mantıkları fiziksel eylem olarak vermiş. Gösterinin bütün anlarını bir araya getiren ve devindiren iki nokta arasına sanki bir çizgi çizmiş; çizginin arasındaki koordinatları zekice belirlemiş. Yakup Çartık ustanın ışık tasarımı gerçekten kusursuz. Ayşegül Sümer’in kostümlerine sözüm yok, hepsi birbirinden zevkli ve yerli yerinde. Barış Dinçel’in dekoru, bu kere de film platosu gibi olamazcasına detaylı, ama bir iç dekorasyon değil elbette Dinçel’in tasarımı. Oyun kişilerini ve öykünün anlatılmasına yarayan kendine özgü bir yaratışı var Barış Dinçel’in. “Cam”ın dekoru da, sadece oyunun geçtiği yer ve zaman hakkında bilgi vermekle kalmıyor; o atmosferde Rüya’nın ruh durumu, kişiliği, yaşam tarzı hakkında anlatıcı görevini de üstleniyor.
Oyunculardan Yener de Bülent Alkış’ın canlandırdığı karakteri hedefine ulaştırmak amacıyla doğru şablonlar üzerinde çalıştığı belli oluyor; Alkış, tiyatromsu oyunculuktan uzak oyun tutuşuyla dikkat çekiyor. Mehmet’te Mete Horozoğlu her aksiyon ve deviniminde daha fazla gerçeklik ve daha fazla yalınlık elde etme çabasıyla ciddi anlamda övgüyü hak ediyor. Deniz Çakır, İpek karakterini içsel varlığının her parçasıyla doygunlaştırıyor, İpek’i büyülüyor, giderek İpek Deniz Çakır’a, Deniz Çakır İpek’e daha derinlemesine sahip oluyor. Rüya’da Dolunay Soysert, sahnede duygularını her daim devindirebilmeyi ve bu sayede fiziksel güdülerine de yaşam vermeyi, böylelikle yönelimlerini kolayca bulmayı başarmakta. Selen Uçer ise Neslihan’a oyuncu yaratıcılığının bütün yollarını ve yöntemlerini kullanarak can veriyor. Becerikli bir yüreğin kurnazlığı, bir coşku karmaşası, aksiyona yönelten beklenmedik itiler… Bu kıpırtıları duyumsuyor Selen Uçer ve Neslihan’a öyle yöneliyor.
“Cam” sezonun iyi oyunlarından biri olarak köşenin başında oturuyor.
Mehmet Aksoy’un Ter Damlaları, Taş Olup Taş Kafalara Yağacak
Kars’a gittim. Gerçekten görevdi, Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nın yıkımını protesto etmek görevimdi. Tiyatrocu/Sinemacılar Rutkay Aziz, Tarık Akan, Menderes Samancılar; Özgün Müzik Sanatçıları Onur Akın, Suavi, Edip Akbayram; Senarist, Oyuncu, Yönetmen, Dramaturg, Yazar Umur Bugay, Ressam Mehmet Güleryüz, Tenor Zafer Erdaş Yapımcı/Yönetmen Nurdan Arca’lı grubun peşine takıldım. Avukat Turgut Kazan ile orada karşılaştım, Erzincan Eski Cumhuriyet Başsavcısı ve CHP Denizli Milletvekili Adayı İlhan Cihaner, Kars Eski Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu ile orada tanıştım. Üçboyutlu düzenlemeler yapan, bu yolla estetik değer yaratarak duygu ve düşüncelerini “taşa yazan” ve de “Heykeltıraş Mehmet Aksoy” olarak anılan adama zaten hayrandım.
Yaklaşık iki bin kişilik grupla kent merkezinden Sukapı Mahallesi’nde bulunan “İnsanlık Anıtı”na otobüs, minibüs ve otomobillerle gittik. Heykelin hemen aşağısında bir tabela ilişti gözüme, Mehmet Güleryüz’e de gösterdim: “Yahu fıkra gibi” dedi. “İşin Adı: ‘İnsanlık Anıtı’nın kaldırılması” yazıyordu. Soyut ya da somut olguları canlandırıyor olabilir, betimleyici ya da süsleyici nitelik taşıyabilir, hiç önemli değildi, bir heykel yıkılmak üzereydi. Erzurum’a doğru olan insan figürünün göğsü “karot” yöntemiyle delinerek beton ve demir parçaları alınmış, 300 tonluk vinçlerle kesilen parçaları belediyenin belirlediği çöplüğe atma aşaması başlatılmıştı.
Komik, ama gerçek Kars Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü, bu işe 272 bin Türk Lirası ayırmıştı. Kars Belediyesi, Karslıların parasını, (Suavi’nin dediği gibi) çeşitli etnisitelerin birlikte yaşadığı il merkezinde bir nebzesi kalmayan kültürel farklılıklara ve zenginliklere harcayacağına, Türkiye’nin Orta Asya’ya açılan kapısı konumunu korumayı planlayacağına, Başbakanın emrini Allah’ın emri sayıyor, hukuku guguk yapıyor, bir sanat eserinin yıkımına bütçeden fon ayırıyordu.
Kars’tan dolu dolu döndüm, Karslıların teker teker gözlerinin içini gördüm; içimden geldi, “uluorta” denilecek ortamlarda “Umudun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın” düşmanlarına sövdüm.
Anıttaki barış vurgusunun, bazı çevrelerde yarattığı tepkinin siyasal amaçlarla kullanılma arayışına dönüştüğünü günü gelecek herkes anlayacaktı. Karslılar da, halk da artık anlayacaktı.
Anlamasıyla birlikte, “İnsanlık Anıtı”na çalışırken Mehmet Aksoy’un alnından damlayan her damla ter, “İnsanlık Anıtı”nı yıkan sanat düşmanlarının kafasına, hem de kaldırım taşı olarak yağacaktı.