Bilal Akar
Volt Tiyatro Topluluğu, bu senenin Ocak ayından beri “Tilt” oyununu oynuyor. Dört aylık bir gecikmeden sonra oyunu 5 Nisan’da Kumbaracı50’de izleyebildim. Tilt, 5 farklı kısa oyun ihtiva eden yaklaşık 60 dakikalık bir prodüksiyon. Ebru N. Celkan’ın yazdığı, Aslı Erguvan’ın yönettiği oyunda, Cem Bayurgil, İpek Türktan, Levent Can, Mine Tugay, Murat Garibağaoğlu, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Sezgi Mengi, Şerif Sezer ve Ushan Çakır oyuncu olarak yer alıyorlar. Tilt kelime anlamı olarak kilitlenme müdahale edememe gibi bir intiba uyandırıyor ki bu anlam da hala daha güncellenerek oynanan eski bir tetris oyunundan geliyor. Oyun içerisinde müdahale edememe, değiştirememe, pasif kalma gibi göndermelerle kullanılabilir bir anlam gibi duruyor. Yine de bu konuda kesin bir bilgi sahibi olmadan ahkâm kesmek yanlış olur diye düşünüyorum.
Oyunun tanıtım yazısında “şehir hayatının kaotik hızı, ölümle yaşam arasında sıkışmış gerçekliklerimiz, o kadar içimizde olmasına rağmen o kadar dışımızda kalan başkalarının hayatını konu alır. Oyunda genel tema; toplumsal yaşamda yalıtılmış ve yalnızlaştırılmış bireylerin sistem karşısında yaşadıkları güvensizlik, çaresizlik, amaçsızlık ve güçsüzlüktür.” şeklinde bir açıklama mevcut. Bölümlerin tek tek incelemesine geçmeden önce genele dair, birkaç şey söylemek iyi olacaktır. Sürekli kendini vurgulayan bir ölüm çeşitlemesi mevcut. Nasıl bir ölüm? Ancak oyunun bunu irdelediğini söylemek zor. Oyundaki bölümler birbirine yalnızca tematik olarak bağlı. Ancak her bölümde kendilerinin seyirci tarafından izlendiğini bilen karakterler bunu repliklerle ifade ederek farklı bir üslup yaratmaya çalışıyorlar. Genel dramaturji çerçevesinde seyircinin, günlük hayatta var olan ve sürekli kendini yeniden üreten bu tarz durumları “seyrettiği” vurgulanıyor.
Oyun derdini anlatmak için seçtiği 5 farklı episodun konularının büyüklüğü ve genişliği karşısında eziliyor. Zira genele dair bir eleştiri yapılmak istenirken kullanılan hikayeler yeterince işlenmiyor. Sahnelerin kısalığı ve özellikle karakterlerin durumlarının, toplumsal koşullarının “klişe” niteliği taşıması oyunun derinleşmesini engelliyor. “Yaşadığımız sistemde hepimizin bildiği böyle odaklar var” dan öteye geçemeyen bir metin söz konusu. Özellikle son dönemlerde, kapitalist sistemin etkilerinin bireye yansıması konu başlıklı öyküler bu kadar yaygınlaşmışken seyirci olarak incelikli, farklı, derinlikli bir şeyler bekliyorsunuz.
Oyun diyaloglar veya monologlar üzerine kurulmuş bir halde. Bu diyalogların dramaturjik noktalarının vurgulanması gerekiyor. Sahnelemenin düz, geçişsiz bir şekilde olmasından mütevelli bu noktalar kaybolup gidiyor. İzlenirliği ve takibi artırmak için sahnelerin ritmiyle biraz oynamak gerektiği kanısındayım. Sahneler bir iki istisna dışında başladığı ritimde bitiyor. Ritim çeşitlemesinin yapıldığı yerlerde anlamın belirginleşmesi için aksiyonların kuvvetlendirilmesi gerekliliği mevcut. Bunun yanı sıra 5 farklı oyunun temasal bütünlükten ziyade rejisel bir tercih olarak organik bir şekilde bağlanması zorlanabilir miydi diye düşünüyorum.
İlk sahne sistemin kaymağını yiyen bir insanın kendi hayatını sorgulaması üzerine kurulmuş. Levent Can’ın oyunculuğunu başarılı buldum. Tiplemenin halet-i ruhiyesi içerisinde seyirciyle kurduğu ilişki organik bir biçimde tirada yedirilmiş durumda. Ancak, belli bir derinlik yakalanmasına karşın oyunun genel sorunu olan yüzeysellik burada da kendini gösteriyor. Bu sahnenin kurgulanmasında kapitalizm, neoliberalizm ve bu mefhumların birey üzerine etkisi üzerine yapılan çalışmalardan daha çok yararlanılması gerekiyor. Bu konuda en yaygın ve anlaşılır kaynaklardan olan Richard Sennett’in “Karakter Aşınması”, “Yeni Kapitalizmin Kültürü” gibi çalışmalarındaki temel tartışma noktaları göz ardı edilmemeli. Sennett’e göre günümüz toplumsal yaşamında, kişilerin mevkisi, yaşadıkları yer, arkadaşlık ilişkiler eskisine nazaran çok daha hızlı değişmeye başlamıştır. Bu değişim bireyi bir yandan yalıtılmışlığa, yüzeysel ilişkilere iterken bir yandan da bulunduğu ortama yabancılaşmaya, ona karşı güvensizliğe sebep olmaktadır. Yaşam anlamı sorgulanmadan kabullenilip kıyasıya bir rekabet ve değişkenlik içermektedir. Sahnelerin genel bağlantı teması olan güvensizlik, amaçsızlık, çaresizlik, güçsüzlük ilk sahnede karşımıza sadece amaçsızlık olarak çıkıyor. Buradan direk olarak “ölüm”e bağlamak pek tatmin edici metinsel ve rejisel bir tercih değil. Evet, yaşamdan tat alamayan, onu anlamsız bulan birinin tercih edebileceği ilk akla gelen şey ölüm oluyor fakat yaklaşık on dakikalık sahnenin son üç dakikasına sığdırılan bu tartışma seyirciyi tatmin etmiyor. Hikayenin etkisi kalıcı, güçlü bir finalle sonlanmıyor. Yine de bu bölüm, son bölümle beraber oyunun en beğendiğim kısmı.
İkinci sahne ise yaptığı savaş haberleriyle kariyerinin doruklarına tırmanmış bir haber spikerinin (İpek Türktan) ve yıllardır beraber çalıştığı haber yönetmeninin (Ushan Çakır) hikâyelerini görüyoruz. Spiker okumak üzere olduğu haberi bizzat tecrübe etmiştir. Kimlik kontrolü sırasında bir kadını taciz eden askere, kadının çocuğunun “taş atmasıyla”, otobüsten indirilmiş insanların öldürüldüğünü görmüştür. Okuyacağı haber ise bu durumu yadsıyan, devletin prestijine zarar vermeyecek dille yazılmış yalan bir haberdir. Burada bazı bulanıklıklar mevcut. Yükseldiği haberleri sıralarken Irak, Afganistan gibi (burada yanlış hatırlamıyorsam CNN muhabirinin Bağdat bombalamasına yaptığı ateş böcekleri değerlendirmesine gönderme yapılıyor) savaşlardan bahsediyor. Otobüsün taranması olayında ise biraz inandırıcılık problemi var. Bu problem olayın “var olabilirliği” ile ilgili değil. Yakın tarihimizde devlet tarafından gizli açık yapılan bunca katliam mevcutken böyle bir olaya “inandırıcı değil” demek abesle iştigal etmektir. Lakin ikili arasında bu diyaloglar geçerken, bu kadar somut kurulan sahnede “otobüs olayı” nın nasıl manipüle edildiğini veya spikerin bu olay vuku bulurken verdiği tepkiye, sonrasında yaşadıklarına dair bir şeyler duymak istiyoruz. Aksi durumda, bu konu çarpıcı olması için metne eklenmiş duruyor ve havada kalıyor. Haber yönetmeninin süreci anlatırken kullandığı repliklerle beraber icra ettiği üslup ise biraz didaktizm kokuyor (“bombalar düştükçe biz yükseliyoruz”). Seyircinin anlayabileceği ilk hal seçilmiş. Biraz daha ince işlenmiş bir dramaturji gerekiyor. Oyunculuk açısından, haber spikeri tiplemesi biraz sakil kalmış. Karakterin repliklerinin anlamlandırılmasında alt metinlerle desteklenmesinde sorunlar mevcut. Ushan Çakır’ın tiplemesindeki geçişler yerinde ancak biraz daha yumuşak geçişlere gerek duyuluyor. Seyirciyi rahatsız etmesi amaçlanan geçişlerin sertliği ve üslup tam hedefini bulamıyor. Uyuşturucu ise tiplemelerin saf gerçeklikten uzaklaşmak için tercih ettikleri bir yol olarak yer alıyor. Üstünde biraz daha çalışılsa başarılı bir bölüm olacaktır. Sahnenin asıl meselesi olan ana akım medya ve habercilik anlayışı ise çok önemli bir konu. Sistem içindeki manipülasyonlar, yönlendirmeler “medya” kavramını çok önemli bir yere taşıyor. Bu konunun ülkemizde de süregelen büyük bir tartışma olduğu aşikâr. Hatta bu konu ile ilgilenenler hatırlayacaktır, dünyaca ünlü muhalif Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın yazdığı, Aram Yayıncılık’tan çıkan “Kitle Medyasının Ekonomi Politiği-Rızanın İmalatı” kitabına, çevirmenlerine, editörlerine ve yayımcısına TCK’in ünlü 301. Maddesi uyarınca dava açılmıştı. Beraatla sonuçlanan bu dava gösteriyor ki, egemenlerin, üzerindeki hâkimiyetlerinden vazgeçmediği ve vazgeçemeyeceği “medya”, sistem ve muhalefet analizi yaparken mutlaka göz önüne alınması gereken bir mefhum.
Üçüncü sahneye gelecek olursak, burada online olarak playstation’da bir savaş oyunu oynayan iki gençle karşılaşıyoruz. Program dergisinde bu gençlerden birinin Amerikalı (Sezgi Mengi) diğerinin de Arap (Cem Bayurgil) olduğunu öğreniyoruz. Bir gencin Arap olduğunu bir replik sayesinde anlayabiliyoruz fakat diğerinin Amerikalı olduğunu fark etmemiştim. İzlerken bu ayrıntıyı kaçırmış olmam muhtemel, ama buradaki dramaturjinin daha belirgin olması için bu iki milliyet üzerinden kurulan çatışmanın biraz daha vurgulanması gerekiyor. Bilgisayar oyunları ve bunların dramaturjisi oldukça geniş bir konu. Ömer Faruk Kurhan da son yazılarında online oyunlar, bunların dramaturjisi ve “oyun” kavramıyla olan ilişkisine dair ilginç, farklı tespitlerde bulunuyor.[i] [ii] Sokak oyunlarından sonra bilgisayar oyunlarıyla tanışmış ve ikisinin de oldukça içinde yer almış bir kuşağın temsilcisi olarak bu sahneye dair birkaç şey söylemek istiyorum. Sahne de oyunculara maşist ve faşizan bir dil atfedilmiş. Silah, vatan, namus, ataerki kavramlarının iç içeliği malum olduğundan bu yadırganacak bir tercih değil. Gel gelelim bu konunun daha farklı bir açıdan işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Program dergisinde yer alan “iki çocuk online Playstation’da savaş oyunu oynamaktadır. Bu iki çocuk sürekli ölmek, öldürmek ve savaştan bahseder.” açıklaması çok tatmin edici değil. Metinde de Arap çocuğun “disconnect” olması sonucunda oyunda kazandığı puanları, silahları kaybetmesiyle yaşadığı öfke ve Amerikalı çocuğun Araplara yaklaşıma dair duyduğu öfke dışında vurgulanan bir nokta yok. Böyle bir sahnede “ölmek, öldürmek ve savaştan bahsederler” fikri yeterli durmuyor. Bu metin yazılırken yapılan araştırmayı bilmiyorum fakat klasik bir internet cafe kültüründe tespit edilebilecek daha incelikli noktalar vardır. Kullanılan dilde, maşist küfürlerle yetinmeyip biraz daha oyun ve oyuncu dünyasının içine girilmesi gerekli. Örneğin İngilizce-Türkçe karışımı ortaya konulan bir oyun dili vardır ve bu oldukça yaygındır. “Kill almak, head atmak, adamdan item düşürmek” vs… “kill almak” tabirini düşünecek olursak, burada oyuncular bir düşmanın öldürülmesinden bahsederler ancak bu tabir istatistiksel bir veriyi işaret ettiği için (15 kill aldım) ölüm kavramını gündeme getirmez. Burada aslolan öldürmek eyleminin yadsınması ve bu fiile kayıtsız kalınmasıdır. Zevk alınan şey “ölüm, öldürme” fikrinden ziyade skor yapmaktır. Bu skorun ölüm sayesinde olması ise alttan altta bilince işleyen bir süreçtir. Derin bir psikolojik analiz yapacak bir birikimim ya da buna dair bir niyetim yok fakat bu vurdumduymazlık, yok sayma güdüsü, bir genç açısından çok kritik bir noktadır. Her gün yüzlerce kez tekrarlanan bu süreçlerde, insanlar, sosyopatça ölüm, öldürme konularına takılmayıp bunlar sayesinde oyun içinde kazandıkları prestijden, yeteneklerinin takdir edilmelerinden haz alırlar. Sahnede yer alan bir “turn based” strateji oyunu değil “action war game” tarzında bir online oyun. Burada oyun içerisinde oyuncuların kendini kaptırdıklarını görebiliyoruz ancak hem metin hem de Arap genç tiplemesinin oyunculuk açısından yorumu bu “kendini kaptırma” olgusunu güçlü bir biçimde destekleyemiyor. Amerikalı çocuğun diğerine kaç tane Arap öldürdüğünü sorması ise biraz çiğ kalmış, sorunun doğrudan bu şekilde sorulması estetik açıdan eksiklik hissi yaratıyor. Alt metinleri doğrudan duyduğumuz hissiyatını yaratan bir sahneleme mevcut. Evet, Stanislavski’nin tabiriyle “seyirci tiyatroya alt metni duymaya gelir”, fakat bu replik biçiminde değil de durumdan ve gestuslardan çıktığında, etki daha yoğun ve güçlü olacaktır. İyi bir konuyu ele alan bir sahne olmasına karşın, oyun içindeki diğer bölümlerden daha düşük duruyor.
Annesine hamileliği esnasında daha sonra piyasadan toplatılan bir ilaç kullandırılması sonucu kolsuz doğan bir kadının, yaşadığı ensest ilişki yüzünden sorunlar yaşayan sevgilisinden kendisini öldürmesini istediği dördüncü sahnede, Mine Tugay ve Murat Garibağaoğlu yer alıyor. Kadının annesi deforme olmuş bir çocuk doğurduğu için kendi vücudunu deforme edecek bir biçimde intihar ediyor. Kadın kendisini bir yaratık olarak tanımlıyor. Kendisinin ölmesine yardım edecek, bir bağımlı, psikolojik sorunları olan bir adamla beraber oluyor. Adamın ne olursa olsun kadını öldürmeye yanaşmaması üzerine, kadın doğrudan adamın toplum tarafından yaralandığı yere bir nevi ezilen kimliğine saldırıyor. Duymak istemediği yaşanmışlıklarıyla yüzleşen bundan dolayı kontrolünü kaybeden adam öfke ve aşağılanma nöbeti sonucunda elindeki silahı ateşleyip kadını öldürüyor. Bu sahnede farklı bir ışık kullanımı tercih edilmişti. Duvara yansıyan dikdörtgen şeklinde bir ışıklandırma. Bunun yaşadıkları evin penceresi mi olduğunu ya da başka bir amaçla mı kullanıldığını kestiremiyorum. İnternette yaptığım ufak bir tarama sonucu bu konuyla ilgili bir bilgiye ulaşamadım. Oyundaki iç çelişkileri olan tiplemeler olarak bu iki tiplemenin toplumsal koşullarını ve verili durumlarını daha net görebiliyoruz. Geçmişlerinde yaşadıkları ve bunların hem hayat tarzlarına hem de ilişkilerine yansıması rahatlıkla anlaşılabiliyor. Kolsuz kadında daha isyankâr bir tercih yapılmış, diğer adam ise biraz daha sinik ancak uyuşturucu kullandığında kendine net olarak güven duyan bir tipleme. Kadının onu öldürmesi için zorlamasına direnmeye çalışıyor. Farklı bir yol bulmayı deniyor. Ancak hem kişiliğinden hem de koşullarından ötürü buna muvaffak olamıyor. İradeleri çarpıştığı zaman, daha güçlü olan ve -isteğinin doğruluğu ve sağlığı tartışılır olsa da- ne istediğini bilen kadın galip geliyor. Kadın, sağlık tamamen göz ardı edilerek piyasaya sürülen bir ilacın kendini bu hale getirmesine, bu halde yaşamaya zorlanmasına ve bu suçun faillerinin bu işten kurtulup aynı şekilde ilacı farklı bir işlev ve uydurma bir değişiklikle yeniden satışa çıkarmasına dayanamayarak intiharı tercih ediyor. Bu intiharı kendine bu konuda yardım etmesi için anlaştığı sevgilisini buna zorlayarak yapıyor.
Son sahnede ise kızı canlı bomba olan bir anne (Şerif Sezer), kızının cesedini-cesedinden kalanları- almak için morga gelmiştir. Devlet memuru (Murat Mahmutyazıcıoğlu) ise bir an önce işini bitirmeye çalışmaktadır. Oyunun, birinci bölüm ile birlikte, oyunculuk olarak en tatmin edici kısmıydı. Annenin, kızını “normal” biri olarak kabul ettirmeye çalışması, kızının en azından cesedine saygı gösterilmesini istemesi, bu olayın sahip olduğu “normal” yaşamda nasıl geliştiğini anlayamaması işleniyordu. Sahnede çok ince bir nokta mevcut; o da, seyirci için, sorgulama durumunun ve eleştirelliğin yitirildiği bir duygusallık anı olarak kalabilme ihtimali. Sahne bu handikaba düşmüyor fakat sorgulamayı güçlü bir biçimde tetiklediği de söylenemez.
Oyundaki mekân tasarımı ise oldukça sade. Bütün sahnelerin aynı dekorlarla oynanması iyi bir tercih olmuş. Bireylerin yaşadıkları ortamların ve sorunların bir nevi benzeştiğine dair bir anlam uyandırıyor. Genel olarak, “birey”, yaşanılan sistemin içinde öne çıkarılmış fakat bu bireylerin sahip oldukları politik kimlikler -bundan ideolojileri kastetmiyorum- silik kalmış. Oyun genelinde oyuncular, seyirciyi “yaşananları seyreden” konumunda olmakla itham ediyor. Bu, seyirci üzerinde güçlü bir etki yaratmadığı için seyirciyi sorgulamaya ve durumuna yabancılaşmaya itmiyor. Esas olarak değinmek istediğim bir başka nokta ise, Tilt’in konusunun çok farklı, alışılmadık bir konu olmadığı gerçeği. Özellikle bu tarz konuların sahneye taşınmasında daha incelikli çalışmak, ince eleştiri ve çatışma noktaları tespit etmek, farklı bakış açıları getirmek gerekiyor. Aksi takdirde oyun ne istediği eleştirelliği yakalayabiliyor, ne de entelektüel bir düşünce fırtınası yaratabiliyor. Daha önce de değindiğim gibi, kapitalist sistemin etkilerinin bireye yansıması konu başlıklı öyküler bu kadar yaygınlaşmışken seyirci olarak incelikli, farklı, derinlikli bir şeyler bekliyorsunuz.
[i] Bkz. http://mimesis-dergi.org/2011/04/%E2%80%9Cworld-of-warcraft%E2%80%9D/
[ii] Bkz. http://mimesis-dergi.org/2011/03/dijital-oyunlar-uzerine-birkac-soz/
2 yorum
“Entelektüel düşünce fırtınası” ifadesi ile eleştirilen nedir tam olarak anlayamadım. Bir oyunun “iyi” olması için mutlaka çok farklı ve alışılmadık olması mı gerekiyor?
Bahsettiğim ifade de oyunun ele aldığı konuya dair farklı bir bakış açısı getirmediği kastediyorum. Oyun bunu yapmıyor. Ancak bunu yapmayan bir oyunun en azından ele aldığı konuyu daha derinlikli ve daha ince işlemesini beklerdim. Her ne kadar Tilt genel ve kökeni aynı sorunlardan yola çıksa da genel olarak yüzeyselliği aşmakta zorlandığını düşünüyorum.
Örneklemek gerekirse toplumsal hafıza ve hafızasızlık mefhumları yıllardır işlenmesine rağmen “444” oyunu bunu incelikli bir biçimde işleyebiliyor.