Fırat Güllü
Tiyatro dünyasının aktif bir öznesi olduğu 2000-2010 yılları arasında İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu’na (İATP’ye) yöneltilen en önemli eleştirilerden birisi fazlasıyla kendine dönük hareket etmesi ve ilkelerinde yer alan diğer tiyatro örgütleri ile ilişkilenme konusunda fazlasıyla pasif kalmasıydı. Kendi iç dinamiklerini kurma ve işletmek gibi zorlu bir süreç içerisinden geçilen ilk yıllarda bu konuda pasif bir tavır izlenmesi anlaşılır bir şeydi. Ama ilerleyen yıllarda bu konuda bazı girişimler sergilendiğini söylemek mümkün.
Bu konudaki ilk önemli girişimin 2004 yılında 20. Denizli Amatör Tiyatrolar Şenliği’nde yaşandığını söylemek mümkündür. Orada Amatör Tiyatrolar Çevresi (ATÇ) ve Amatör Tiyatrolar Üretim Kooperatifi (ATÜK) gibi iki farklı modelin temsilcileri ile birlikte İATP’nin de örgütlenme ve işleyiş biçimi nispeten geniş bir kamuoyunun gündemine sokulmuş oldu. ATÇ ile İATP arasındaki örgütsel ayrımlardan bir önceki yazıda bahsetmiştik. Bu bağlamda aslında daha önemli bir karşılaşma İATP ile -ATÇ’nin de üyesi olduğu- ATÜK arasında gerçekleşmiştir denebilir. Bu iki yapı ağırlıklı olarak alternatif yönelimli amatörlerin devindiği bir alanda kurulmuş olmaları bağlamında iki farklı örgütsel paradigmayı temsil ediyorlardı: İATP yerel örgütlenmeyi, ATÜK ülke bazında merkezi örgütlenmeyi savunuyordu; İATP örgütlenmenin topluluk iradeleri üzerine ve gayrı resmi bir alternatif hukuk oluşturularak bağımsız biçimde kurulması gerektiğini savunuyor, ATÜK ise resmi bir yapılanma olmadan kamusal bir özneye dönüşülemeyeceğini ileri sürüyor ve bu bağlamda en uygun resmi örgütlenme biçiminin kooperatif olduğunu iddia ediyordu; İATP işleyiş biçimini önceki yazımızda anlattığımız değişken grup temsilcilerine dayalı farklı bir demokratik karar alma biçimini ön plana çıkarıyor, ATÜK ise bireysel olarak yapıya üye olmuş öznelerin oluşturduğu bir genel kurul tarafından seçilen bir yönetim kurulu aracılığıyla kararlarını alıyordu. Birbirinin tam tersi tezler üzerine inşa edilmiş iki model söz konusuydu. Ancak her iki model de kendi zaafları bağlamında açmaza girdi.
Temelde gönüllü örgütlenmeyi ve aktivist bireyler bağlamında insan faktörünü ön plana çıkaran İATP yapılanması, tam da bu aktivizmin örgütlenememesi nedeniyle yapısal krizlere sürüklenmekten kurtulamadı. İATP kendi örgütlenmesini yasal düzenlemelerce belirlenmiş soyut tanımlamalar doğrultusunda değil “gerçek ilişkiler” diye tarif edebileceğimiz dayanışma ve paylaşım etkinlikleri ile somut bir biçimde tarif ediyordu. Bu gerçek ilişkilerin somut görünümleri ortak eğitim faaliyetleri, yıllık olarak yayınlanan bültenler, kamuoyuna dönük bir tartışma platformu olması amaçlanan bir internet sitesi ve hepsinden önemlisi aşamalı olarak bir aylık bir festivale dönüştürülen İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’ydi. Gruplar iç sorunlara boğulmadan bu türden kamuya açık etkinliklere gerekli aktivist katılımı sağlayabildikleri oranda söz konusu somut ilişkiler hayat buluyor ve İATP güçlü bir görünürlük yakalayabiliyor, ancak aktivizm örgütlenmesinde sorunlar çıktığında bu görünürlük silikleşiyor ve İATP’nin varoluşu krize sürükleniyordu. Ama her şeye rağmen bu “gerçek bir varoluş” ya da “gerçek bir kriz” oluyordu.
ATÜK ise seçtiği model nedeniyle, bugün pek çok eski üyesinin de kabul ettiği üzere bir süre sonra kağıt üzerinde var olan hayalet bir örgüte dönüşmüştü. ATÜK’e yasal belirlemeler nedeniyle bireyler üye oluyordu. Bu bireylerin topluluklarını temsil ettikleri varsayılıyor ve genel kurullara katılarak örgütün işleyişine yön verecekleri düşünülüyordu. Ancak zamanla -bizzat eski ATÜK üyelerinin ifade ettiği gibi- bu üye listesi sanal bir nitelik kazanmaya başladı ve ATÜK’ün gerçekten kimlere ulaşıp kimlerin sadece listedeki birer isim olarak kaldığı belirsizleşmeye başladı. Diğer bir belirsizlik aktif olarak ATÜK üyesi olan bazı kişilerin de yapılanma içerisinde gerçekten birer grup temsilcisi olarak var olmaya devam edip etmedikleri noktasında ortaya çıkıyordu. Bazı eski ATÜK üyelerinin çeşitli platformlarda belirttiği gibi, Ankara’daki merkez üyeler adına bazı kararlar alıyor ve üyelerin de bu kararlara uyacağı varsayılıyordu. Gerçek anlamda kaç üyesinin olduğu bile bir süre sonra belirsizleşen ATÜK sonunda o denli kan kaybına uğradı ki vergi borçları da düşünülerek bir süre sonra lağvedilmesine karar verildi. ATÜK deneyiminin Türkiye tiyatrosuna ne tür kazanımlar hediye ettiği bu yazıda cevap verilmesi zor görünen bir konudur. Bunu o dönemde ATÜK içerisinde aktif olan unsurların ayrıntılı biçimde ortaya koymasını beklemek durumundayız. Ancak dışarıdan bakan birisi olarak şunu söyleyebiliriz ki ATÜK modeli iki handikap içeriyordu –ki bu aslında doğrudan o deneyimi yaşayanların da yaptığı bir saptamadır: Birincisi güçlü yerel inisiyatiflere dayanmadan ülke bazını temel almaya aday olan merkezi modellerin ayakta tutulmasının neredeyse imkansız olduğu görülmüştü; ikincisi alternatif amatör alanın ihtiyacı olan şey, sınırları yasalarla belirlenmiş ve bürokratik bir işleyişe mahkum olmuş bir örgütlenmeden ziyade üyelerinin oluşturacağı gerçek dayanışma ilişkilerini temel alan alternatif bir modeldi.
Zaten ATÜK deneyiminin mirası üzerine kurulan iki farklı yapı olarak Amatör Tiyatrolar Birliği (ATB) ve Türkiye Tiyatrolar Birliği (TTB) bu ayrımlar üzerine inşa edilmişlerdi. Örneğin ATÜK’ün yasallaşma stratejisinden vazgeçmekle beraber ATB hala merkeziyetçi bir yapılanmayı savunmaktadır -gerçi herhangi bir yayın organı ya da duyuru mekanizması olmadığı için ATB’nin son geldiği durumdan ve faaliyetlerinden geniş bir kamuoyu kitlesinin haberdar olduğunu söylemek zordur; sadece bazı mail gruplara üye olanların haberdar olduğu oyun ya da buluşmalar düzenlediğini bilmekteyiz. Diğer yandan kamuoyuyla ilişkilenme ve alternatif medya olanaklarını kullanma konusunda çok daha ısrarcı bir tavır almış gibi görünen TTB -en azından blog düzeyinde bile olsa bir siteye sahiptir ve yayınladığı bildirilerin geniş bir kesime ulaşması gibi bir hedefe sahip görünmektedir- hem ATÜK’ün tüzel kimlik kazanma stratejisini hem de yerel örgütlenmelerden ziyade merkezi iradeye öncelik tanıyan yaklaşımına karşı çıkmakta olduğunu ileri sürmektedir.
İATP’nin kendisini feshettiği 2010 yılına kadar olan süreçte bugün ATB ve TTB’yi oluşturan unsurlarla ilk kez ilişkilenmesi, 2007 yılından itibaren Ankara Tiyatro Festivali kapsamında düzenlenen “Tiyatroda Örgütlenme” başlıklı toplantılar sayesinde olmuştur. Bunlardan ilkine ATB adına Özgür Başkaya, henüz kuruluş aşamasındaki TTB’nin Ege Bölgesi örgütlenme girişimi adına Orçun Masatçı ve daha sonra TTB’nin Karadeniz bölge örgütlenmesine dönüşecek olan Karadeniz Özel ve Amatör Tiyatrolar Örgütlenme Girişimi adına Zafer Gecegörür, İATP adına da ben katılmıştım. (Bu toplantının yayına hazırlanmış bir versiyonu için bkz. http://www.bgst.org/tb/yazilar/030108fg.asp). Toplantı sırasında şu açıkça anlaşılıyordu ki ATÜK içerisindeki tartışmalar henüz tamamlanmamıştı ve ATB ile henüz kurulma aşamasındaki TTB’nin birçok konuda anlaşamadığı görülmekteydi. En önemli tartışma noktalarından birisi ATÜK sonrası süreçte ATB’nin hala fazlasıyla merkezi bir proje üretmesinden kaynaklanmaktaydı. Buna karşıt olarak ilk TTB girişimcileri yerel inisiyatiflerin daha güçlü olduğu bir model önerisi yapmaktaydılar. Hatta bir anlamda İATP’nin uzun süredir savunduğu yerelden genele gidecek bir yöntemin savunusunu yapmaktaydılar. Aslına bakılırsa bu bağlamda iki yapı arasında ileride kurulacak ortaklığın da temelleri atılmış oluyordu.