Ümit Denizer
Giriş
Tiyatro Tiyatro dergisinin Temmuz 2010 sayısı, TiyatroDot’un sergilemekte olduğu sıra dışı oyunlarla ilgili övgülerle doluydu. Derginin yazarlarından Robert Schild, İngiltere’den uç vermiş “In-Yer-Face” adındaki bu tiyatro akımının Türkçesini “Suratına Suratına” olarak önerenleri kutluyordu…
Bu güzel derginin Ağustos sayısındaki A. Deniz Bozer imzalı eleştiride de, -TiyatroDot’un yapımı olduğu zannedilen ama Ankaralı bir başka tiyatro tarafından sahnelediği anlaşılan- aynı akımdan bir başka İngiliz yazarın oyunu değerlendiriliyor ve “In-Yer-Face” deyiminin Türkçesi olarak “Yüzevurumcu Tiyatro” tanımlaması kutlanıyordu…
İşte şimdi okumakta olduğunuz bu yazı da, son günlerde çok övülen bu güzel kavram üzerine doğup geldi…
Amacım, kesinlikle TiyatroDot eleştirisi yapmak değildir. Asla ve asla Değerli Yönetmen Murat Daltaban’ı eleştirmek değildir. Ve oyunları canla-başla omuzlayan, adlarını burada sayamadığım genç oyuncuları eleştirmeyi de hiçbir şekilde hedeflemiyor.
Peki, öyleyse ne?
Sunuş
Bu yazı, kırk yıldır üretim içinde olan bir tiyatro üreticisinin düşünceleridir. Yazan, yöneten ve oynayan bir tiyatro emekçisinin düşünceleridir. Oyunları ödüllerle karşılanmış bir tiyatro yazarının düşünceleridir. Tiyatro sorunları üzerine yazdığı makaleleri; gazetelerde, tiyatro ve genel sanat dergilerinde yayınlanan bir tiyatro düşünürünün düşünceleridir. Birçok ilkokul, lise, üniversite ve özel eğitim kurumlarında; tiyatro birikimini genç kuşaklarla paylaşan bir tiyatro kalfasının düşünceleridir. Hiçbir şekilde, okura aynı şeyleri düşünme baskısı yapmaya çalışmamakta, sadece birlikte düşünmeye davet etmektedir, o kadar…
Düşünceler
*“In-Yer-Face” = “Suratına Suratına”… Kimin suratına suratına?
*“In-Yer-Face” = “Yüze Vurumcu Tiyatro”… Kimin yüzüne vurumcu tiyatro?
*Bu akımın temsilcileri, kendi ülkelerinde hangi seyirciye gösteriyorlar oyunlarını acaba?
*Herhalde kraliyet ailesinin suratına suratına oynuyorlardır… Kraliçenin yüzünevurumcu!
*Ya da 007’sini tüm ülkelerin tanıdığı dünyanın en güçlü istihbarat örgütü M16’nın etkili mensuplarının suratına suratına oynuyorlardır…
*Veya Birleşik Krallık Parlamentosu milletvekillerinin ya da Lordlar Kamarası üyelerinin yüzünevurumcu oynuyorlardır…
*Eğer böyleyse, helal olsun!
*Bizdeki seyirci kim peki? Osmanlı İmparatorluğunun Aristokrat artıkları mı? Ama onlar, tiyatroyu “süfli” bir sanat olarak saymazlar mı? Hiçbir zaman tiyatrocu olmadıkları gibi, Onların tiyatro seyircisi de olmadıkları bilinmez mi?
*“Suratına Suratına” akımının Türkiye’deki seyircileri Cumhuriyet burjuvaları mı yoksa? Onlardan da tiyatrocu çıkmadığı gibi, tiyatro seyircisinin de çıkmadığı görülmedi mi?
*“Yüze Vurumcu Tiyatro” akımının ülkemizdeki seyircileri proleterler midir acaba? Onların da tiyatrocu olmaya veya tiyatro seyretmeye vakitleri, paraları ve moralleri mi vardır?
*Türkiye’de, bu akımın seyircisi olarak kim kalıyor geriye? Küçük Burjuvalar değil mi? Yani Onlar; kendisini “Merkez Sağcı” olarak tanımlayan ünlü siyasetçimizin çok güzel ifade ettiği gibi “Ortadirek” mensupları değiller mi?
*Dünyada da Türkiye’de de; bilinçle tiyatrocu olmayı seçenler… Tiyatrosever seyirciler olarak tiyatro salonlarını dolduranlar, Küçük Burjuvalar değil mi? Vergileri peşin olarak ücretlerinden kesilenler, ekonomik krizlerin aşılması için alışveriş yapsınlar diye gözlerinin içine bakılanlar Onlar değil mi? “En büyük asker bizim asker” türküleriyle oğullarını askere göndermek için sıra bekleyenler Onlar değil mi? Neden Onların suratına suratına oynanıyor bu oyunlar peki?
*Dünyadaki ve Türkiye’deki sorunların sorumluları Küçük Burjuvalar mıdır? Deli Dana Virüsünün, Kuş Gribinin, Domuz Gribinin sorumluları Onlar mıdır?
*Vietnam savaşının, Afganistan savaşının, Irak savaşının sorumluları, Pakistan-Hindistan-Somali-Darfur sefaletinin sorumluları Onlar mıdır?
*Bu küçük burjuva seyirciler, ortadirekler, küçücük salonlarda köşeye sıkıştırıldıkları bu oyunlardan: “İnsanlık ölmüş, yapacak bir şey yok!” duygusuyla çıkmıyorlar mı?
*Tiyatronun görevi bu mudur? Genelde sanatın görevi bu mudur?
*Sanat, sanat için midir? Yani, amaç mıdır, araç mıdır sanat?
*Ülkesinde yasaklanmış bir oyunu oynayabilmek marifet midir? Bu bizim cesaretimizi mi gösterir acaba? Sansürcü değil de demokrat olduğumuzun mu göstergesidir, yoksa satranç oynamayı bilmediğimizin mi?
(Bu düşünce akışı, şimdi bambaşka bir ayrıntıyı getiriyor aklıma: Pink Floyd’u… Yıllar önce, ilk gençlik günlerimde, “hit”lerimden biriydi. Çağın teknolojik ürünü MP3 çalarımda hâlâ şarkılarını dinliyorum… Ünlü albümlerinden “The Wall” kendi ülkelerinde yasaklanmıştı. Nedeni “Hey! Teacher! Leave Us Kids Alone” diye haykıran çocuklardı. Oysa albüm bizde yasaklanmaya gerek görülmeden elde ele dolaşıyordu… Yasaklanmaması, sadece şarkı sözlerinin anlaşılmamasından kaynaklanmıyordu. Şarkıda “suratına suratına” haykırılan öğretmenler, bizim öğretmenlerimiz değillerdi ki…)
*Bizler “Belge tiyatrosu” ile “Belgesel Tiyatro”yu birbirine karıştırdığımız gibi, televizyon haber programı ile tiyatroyu da mı karıştırıyoruz acaba? Gazete makalesiyle, tiyatroyu aynı mı görüyoruz?
Bana inanmadınız mı?
Öyleyse gelin, bir tanık arayalım… Polonya’nın küçük bir kasabasında, 1959 yılında henüz 26 yaşındayken “13 Sıralı Tiyatro” adlı bir tiyatro kuran… Sonra 1962 yılında adını “Tiyatro Laboratuarı” olarak değiştirdiği ekibiyle dünyanın en önemli tiyatro hareketlerinden birini başlatan… “20. Yüzyılın en büyük tiyatro olaylarından” olduğu kabul edilen “Apocalypsis Cum Figurus” adlı oyunuyla, 1970’de gittiği NewYork turnesi dönüşünde, henüz 11. yılını kutlayan tiyatrosunu kapatan… “Tiyatro ötesi döneme geçtiğini” ilan ettikten sonra, 1999 yılında aramızdan ayrılan büyük tiyatrocu Jerzy Grotowski, seyirciyle ilişkiler konusunda nasıl bir özeleştiri yapıyor bakalım mı?
“Yıllarca önce seyircinin dolaysız katılımını sağlamayı denedik. Şimdi diğer grupların yaptığı gibi bunu ne pahasına olursa olsun ele geçirmeyi istedik. Seyircileri, bizimle birlikte ‘oynamaya’, bizim aramızda ortaya çıkmaya, bizimle birlikte şarkı söylemeye, bizim telkin ettiğimiz hareket ve jestleri yapmaya zorladık… Şimdi bu tür davranışları reddettiğimiz bir noktaya geldik, çünkü baskı uyguladığımız aşikâr ortadaydı. Zavallı bir tiranlık kuruyorduk… Her şey bir yana, bizi seyretmeye gelen insanları, yanlış bir konuma koyuyorduk… Bu bizim sadakatsizliğimizdi: Onlar hazır olmadığı halde, biz bu türden bir karşılaşma içi hazırlık yapıyorduk. Öyle yapıyorduk çünkü öyle yapmak istiyorduk; öyle yapıyorlardı çünkü biz Onları öyle yapmaya zorluyorduk. Ve sonunda kendimize şöyle diyorduk: Hayır, seyirciler basitçe oldukları gibi kalmalılar, yani tanık olarak, insani bir edimin tanıkları olarak…
O zamandan beri -hatırladığım kadarıyla- artık yalnız değiliz, bütün sorun yeniden gerçeklik kazanıyor. Bugün karşılaşma için hazırlıklı olan ve oyuncu adı verilenlerle, ilk kez gelenlerin özdeşleştirilmesinin hedeflenemeyeceğini fark etmiş bulunuyorum; yani bu gelenlerden hiçbiri bir şey yapmaya zorlanmamalıdırlar… Ama buluşmayı öyle bir şekilde hazırlayabiliriz ki; bu buluşma içinde, buraya gelmiş olanların aktif ya da pasif reaksiyonları için bir yer bulunsun. Eğer birileri aktif reaksiyon göstermek ihtiyacını duyuyorsa bırakalım, böyle yapma şansına hazırlanmış olanı tahrip etmeksizin sahip olsun; reaksiyon göstermek isteyen birisinin belli bir anda kendi kendine şöyle demesine izin verelim: ‘Şu anda bana bir şans verilmiş bulunuyor, şu anda tahrip etmeksizin olaya katılabilirim!’…”
Bu metin, Grotowski’nin 1970–1972 yılları arasında yaptığı çeşitli konuşmalardan derlenmiş ve Boleslaw Taborshi tarafından İngilizceye çevrilmiştir. Metinden buraya aldığımız bölüm; Wroclaw’daki Öğrenci Kulübü “Palacyk”te düzenlenen Uluslararası 3. Öğrenci Tiyatroları Festivali’nde 23 Ekim 1971 günü gerçekleşen söyleşide, Grotowski’nin dinleyicilerin altııncı sorusuna verdiği yanıtın bir bölümüdür.
Metnin tamamını İngilizce okumak isteyenler The Drama Review dergisinin Haziran 1973 tarihli sayısında (vol.17, No.2) “Holiday” başlığı altına bakabilirler. Metni Türkçe okumak isteyenler ise, A. Cüneyt Yalaz tarafından yapılan çevirinin yer aldığı harika bir emek ürünü Mimesis dergisinin 1994’de yayınlanan 5’inci sayısının 121’inci sayfasına bakabilirler.
Bir tanık daha…
İsterseniz bir de, Grotowski’nin çırağı olarak işe başladıktan sonra, kurduğu “Odin Tiyatrosu” ve “International School of Theatre Antroplogie” ile dünyanın dikkatini çekmiş olan Eugenio Barba’ya kulak verelim. Ben Hagested’in yaptığı söyleşide, seyirci konusunda neler söylüyor dinleyelim:
“…Çok zaman kendi maskelerimizi indirmekten kaçınmak için, genel kabul gören bir mazeret olan ‘insanların maskelerini indirmeye’ dair katlanılmaz hiçbir isteğe sahip değiliz. Bu hakikat edimine tanıklık ederken, bırakın başkaları kendi yararlarına onu taklit etmekte -ya da reddetmekte- özgür olsunlar. Eğer ‘kışkırtıcı’ dediğiniz buysa, sözcüğün alışılmış anlamından çok farklı bir anlamı vardır. Burjuva toplumunun maskesini düşürmek düşüncesiyle hareket ederek prodüksiyon yaratamayız. Birincisi, kim bizim bu toplumun hatalarından bağımsız saf melekler olduğumuzu söyleyebilir ki? Belki de o yalnızca bizim aynamızdır. Hatta yalnızca televizyon seyretmeyi veya Pazar gezintisine çıkmayı düşleyenleri suçlamaya daha az eğilimliyiz. Bizim ilgilendiğimiz şey, böyle bir toplumun üyesi olarak kendi maskelerimizi indirmektir. Kendi içimizde hem naif hem de delice arzular ve düşler keşfederiz. Kimsenin bir başkasını incitmediği… Adaletin bir kural değil, ikinci bir doğa olduğu… İnsanların açlıktan ölmeyip, onurlu bir ömür sürdüğü… Bir dünyada yaşamak isterdik… Bu nostaljik düşler, bu ütopik arzular, bize sağduyu ve pragmatizm aşılayan, bizi bilimsel ussallığın ve sahte-bilimsel usdışlılığın; bir nefret, adaletsizlik ve vahşet atmosferi içinde hüküm sürdüğü bir topluma ve çağa uymaya zorlayan deneyimimize karşı darbeler vurmayı sürdürüyor.
Eğer ütopik duygularımızın yoldan çıkıp gerçeğe karışmasına izin verirsek, yalnızca düzensizliğe ve sefalete katkıda bulunuruz. Topluma uyum gösteremeyenler ya da psikopatlar olarak hemen tımarhaneye kapatılırız. Öyleyse derin haykırışımızı, ütopik coşkularımızın oluşturduğu birliği alıp gösterilerimizde ön plana taşırız, ama her zaman suskun bir cesaret yoksunluğu ve günlük toplumsal tutumla sıkı bir dengeyle yaparız bunu. Burada eleştirel bir konumlanış, cesaret yoksunluğumuzun ve bizi kendimizi değiştirmekten, böylece içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmekten alıkoyan felcin eleştirisini görmekte epeyce haklısınız. Bir bütünlük içinde yer alan farklı ezgilerin etkileşimi, ton kırılmaları, asimetri ve zıtlıklar -mutlak içtenlik için duyduğunuz gereksinim ve orada olmaktan kaynaklanan şiddetli huzursuzluğun dolaysızca ifade edilmesi- aracılığıyla, üslup düzeyinde ortaya çıkan işte bu sıkı dengedir…”
Bu metnin tamamını İngilizce okumak isteyenler de The Drama Review dergisinin (Fall 1969, vol.14, No.1) tarihli sayısında “A Secterian Theatre” başlığı altına bakabilirler. Metni Türkçe okumak isteyenler ise, Hülya Bahçeci tarafından yapılan çevirinin yer aldığı saygıya layık Mimesis dergisinin 1994’de yayınlanan 5’inci sayısının 28’inci sayfasına bakabilirler…