Deniz Gümüştekin
“Sonra birbirlerinin ardından sonsuz bir ovaya dalıyorlar. Güneş battı batacak, geceyi enselerinde hissediyorlar. İkisinin de bilmediği şey, ötekinin ne kadar korktuğu, tamam mı? Her biri korkanın yalnızca kendisi olduğunu sanıyor. Böylece sürüp gidiyorlar gecenin içinde. Bilmeden. Takip eden, ötekinin nereye sürüklendiğini bilmiyor. Takip edileninse nereye gittiğinden haberi yok.”
Tiyatro Baykuş’un Levent Suner’in rejisi ile sahneye koyduğu Vahşi Batı, Ankara seyircisinin beğenisine sunuldu. Muhteşem bir dekor, harika oyunculuklar ve başarılı bir reji. Oyunun başarısını ifade etmek için hangi kelimeleri arka arkaya sıralamak gerekli ya da hangi tek kelimelik vurucu kelimeyi söylemeli bulamadım.
İyi oyun, kötü yoktur: az yaratıcılık çok klişe; iyi reji kötü reji vardır. Amerikan rüyasının vahşeti, çağdaş dünya insanı olmanın çıkmazları ve Shepard’ın dediği gibi “Herkes birbirinin aynısı ve kopyasıdır”ın farkında olmadan birbirine zıt insanlarmış gibi yaşamak: evrensel bir sorunun tam göbeğinden, kapitalist toplum insanlarının çıkmazlarını ve yıkılışlarını çarpıcı bir biçimde ele alan Sam Shepard, Amerikan toplumuna özgü sorunları ele alırmış gibi görünürken, evrensel olana işaret eder.
Kabil-Habil mitinin, modern hikayesi olarak yorumlanabilecek olan Vahşi Batı oyunu, bir zamanların özgür Amerikası olan Vahşi Batı ile kapitalist sistemin ezici gücü altında, yıkılmış Amerikan kültürünün Vahşi Batı’sını karşı karşıya getiren bir oyun. Oyunda kardeşlerin başarısızlıkla gerçekleşen dönüşümünde, uygar insanın, kapitalist sistem içerisinde ilkelleşerek, şiddete ve suça uzanan sürecini anlatmaktadır.
Parçalanmış bir ailenin iki çocuğu Lee ve Austin. Alaska’ya giden anneleri, evini küçük oğlu Austin’e bırakıyor. Lee geliyor. Ve iki kardeş beş yıl sonra Vahşi Batı’nın topraklarında yüzleşiyorlar. Lee uzun zaman çölde yaşamış ve geçimini ev aletleri çalarak sağlamakta. Austin ise, evli, çocuklu, kuzeyde yaşayan, her gün otobanı kullanan bir senaryo yazarıdır.
Tiyatronun sihirli (!) güldürürken düşündüren; düşündürürken güldüren, işlevi oyunda sahne sahne karşımıza çıkıyor. Çöl ve kent çatışma düzleminde, kişiler ve olaylar arasındaki gülünç öğeler atlanmamış ve (kara) komedi unsurları başarıyla işlenmişti. Sinematografik etkileri barındıran oyun metnini, sahnede başarıyla canlandıran Suner, izleyiciyi sıkmayan, dinamik, şiddetin insan doğasındaki yerini sorgulayan, içinde yaşadığı toplumun içine sıkışmış bireylerin, çözüm olarak, içine sıkıştığı alanı genişletmek adına şiddete ve suça yönelişini şahane rejisiyle anlatıyor. Özellikle, sahnede, dışarıdan gelen ses efektleri ve kayıttan verilen müzikten hazzetmeyen biri olarak, Vahşi Batı’da asla rahatsız olmadım. Oyun başladıktan kısa bir süre sonra, oyuna kendimi o kadar kaptırmıştım ki, efekt ve sesler ile adeta mutfağın bir köşesinde çekirdek çitleyerek olayın heyecanını yaşıyordum. Evet, her şey bu kadar gerçekti! Özellikle, iki perde arasında bakımsızlıktan solan çiçekleri görünce içim içime sığmadı, uzun zaman sonra izlediğim bir oyundan keyif alıyordum, kendimi oyunun akışına bırakabiliyordum; çok güzeldi.
İlk perdesi daha durağan geçen oyunda, ikinci perdede oyuna kapılıp gitmemek içten değil. Çiçekler, masa, sandalyeler, bir mutfakta bulunması gereken tabaktan, aspiratöre tüm gereçler, hatta ve hatta ekmek kızartılmasına kadar hiçbir ayrıntı atlanmamıştı ve kızarmış ekmek kokusuna karışan söndürülen mumun kokusu; atmosfer ve gerçekçilik. Kitaplarda okuyup da hayalini kurardım, gerçek vişne ağaçları arasında o kokuyu hissederek Vişne Bahçesi oyununu izlemek nasıl bir histir diye. Kızarmış ekmek ve mum kokusu. Hayalim, gerçeğine dokundu ve yıkılmadı, kesinlikle çok güzeldi.
Oturma odası ile mutfağına konuk olduğumuz evde, Burak Sergen ve Kerem Atabeyoğlu karşılıyor bizi ve tüm derinliği ile Amerikan rüyasının kabusa dönüştürdüğü bir ailenin geçmişine, şimdisine ve yaşamına vakıf oluyoruz. Ev sahiplerinin oyunculukları ile yarattıkları misafirperverlikleri için saygıyla önlerinde eğilmek gerek. Tiyatro, sinema, TV dizileri ile çeşitli projelerde sıkça gördüğümüz ve sevdiğim(iz), Magazin Gazetecileri Derneği’nin 1994 yılında Yılın En Başarılı Tiyatro Oyuncusu ödülünü alan Kerem Atabeyoğlu’nun oyunculuğuna ve sahnede ışıl ışıl parlamasına değinmeden geçmek haksızlık olacak. Oyunun başında çizdiği Amerikan rüyasının mutlu insanından, aynı rüyanın kabusuna uyanan Austin karakteri ile adeta büyülüyor. Oyun başladığında, sakin, huzurlu, otokontrol mekanizması kuvvetli insan, ekmek kızartma makinesi hırsızına dönüşen, sahnedeki sempatik halini asla yitirmeyen ve yitirmediği gibi de oyunculuk eksenini ve dozunu hiç değiştirmeden performansına devam ediyor. Sanırım etkileyici olan da bu, muazzam bir dönüşüm, muhteşem bir oyunculuk.
Vahşi Batı. Harika bir oyun! Üzerine hem uzun uzun konuşulabilecek hem de tek bir kelime ile ifade edilebilecek bir oyun. Kesinlikle izlenmeli. Birey-toplum karşıtlığında tecrübe edilesi bir yüzleşme.