Melih Anık
Üstün Akmen “Nâzım’ın Şiiri Tiyatro Olur Mu? Demek Oluyormuş!: “Kerem Gibi”” başlıklı yazısında kendini eleştirmiş:
1975 yılında “şiirden tiyatro olmaz” dediğini ama Genco Erkal’ı o yıl seyrettiğinde söylediğine pişman olduğunu “izleyici koltuğunda ezim ezim ezilirken ukalâlığın zulmünden kurtulmanın rahatlığını, gerçeği öğrenmenin tadını damağımda buldum” ; “Nâzım Hikmet şiirinden beste yapılır mı diye “vakti zamanında” bir avaza çığırmış” ama 2002 yılında Piyanist-Besteci Fazıl Say’ın “Nâzım”ını dinledim tüm söylediklerimden, düşündüklerimden üzüntü duydum” demiş.
Yazar, tiyatro eleştirmeni ve Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Türkiye Merkezi Başkanı Üstün Akmen’in 49. yazarlık yılında bizlerle samimi olarak paylaştığı bir anı beni geçmişe götürdü.
O yıllarda (1974-76) Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda yaptığımız “Akşam Erken İner Mahpushaneye”, “Şeyh Bedrettin Destanı” ve “Sahipsizler” isimli oyunlarımızı izlemiş olsa bizleri de beğenmeyecekmiş meğerse. Zira o oyunlarda Nâzım Hikmet başta olmak üzere nice şairin şiirini sahnelemiştik.
Bizi seyretmeye gelen Ali Taygun, oyundan sonra, ağzının içine bakan bizlere “Nâzım’ın şiiri sahnelenemez” demiş bizi kendi ‘utancımızla’(?) baş başa bırakmıştı. Biz daha sonra yapılan örnekleri gösterip ona “Hani Nâzım şiiri sahnelenemezdi?” diye soramadık.
O sıralarda ‘Kerem Gibi’ ile tiyatro dünyasını esip kavuran Genco Erkal’e mi bir gönderme yapmıştı bilmiyorum. Ama şimdi anlıyorum ki o yıllarda bir grup tiyatro adamı Nâzım’ın şiirinin sahnelenmesine karşı çıkmakta “buluşmuşlar”mış.
Ali Taygun aramızdan ayrılmadan önce bu konudaki görüşünü paylaştı mı bilmiyorum ama yaptıklarından bir sonuç çıkarmak mümkün. Üstün Akmen o yıllarda Genco Erkal’i seyrettikten hemen sonra bir yazı yazdı mı onu da bilmiyorum ama 2004-2005 sezonunda Memleketimden İnsan Manzaraları oyunu için yazdığı eleştirinin son cümlesi şu: “Siz, siz olun: “Nâzım’ın şiirinden tiyatro mu olurmuş,” diyen “aklı sonralara” aldırmayın”. Üstün Akmen’in kendi yüzüne tuttuğu ayna onun erdemini ve neden okunması gerektiğini gösterir. Ama okur için alınacak ders şudur: “Gerçek değişir” ve bunu bilerek yazılanları okumak gerekir. Hele bizim ülkemizde!
Salt tiyatro alanında değil başka alanlarda da “itiraf” eden kanaat önderleri gördük. Çoğu, Akmen gibi yanlışını kabul edecek kadar erdemli de olamadı, itirafına mazeret kulpları taktı. Ben onlarla ilgilenmemeyi öğrendim. Beni asıl ilgilendiren onların peşine takılanlar. Bugün geldikleri konum itibariyle çekinmeden yanlışlarını söyleyebilme rahatlığına kavuşmuş olanların geçmişteki görüşleri ile “ziyan olanlara” ne demeli! Tiyatro dünyamızda hocasından ‘el almış’ yanlış örnekleri görmeye devam ediyoruz HALÂ!
Eskiden medyada köşesi olmak bir ‘güç’ iken şimdi bu eski ağırlığında değil. Gençlerin kullandığı internet, -tiyatroya genellikle gençlerin gittiğini dikkate alırsak- etkili bir mecra. “Fısıltı öldü”, artık “çığlık” hâkim. Haber hızla yayılıyor, “kulaktan kulağa” değil artık yeni oyunun adı; bu yeni oyunun adı “paylaşım”. “140 vuruş”, bilinmeyeni bilinir hale getirdi, sırları ifşa etti. Bir kuyuya atılan taş bir gün mutlaka bulunacak ve mutlaka bir çıkaranı olacak. Dünya değişiyor, artık herkes eleştiriyor! Eleştiri salt gazete ve tv’lerde yapılmıyor. Prömiyerden sonra yapılan ve oyunların görücüye çıktığı galaların; yazmak için galayı beklemenin çok da anlamı yok artık. Galadan önce seyreden bir seyirci, oyunun ‘tansiyonu’nu ölçüveriyor. (Halkımızın sağduyusu iş başında!) Eleştirmenliği de bu kapsamda yeniden düşünmek gerek.
Eleştirmenlik bana göre bir tür “kanaat önderliği”dir, sorumluluğu da ağırdır. Peşinize takılan olur, yazıp söylediklerinizi “mutlak doğru” kabul eden olur, “referans” sayılırsınız. Eleştirmenlik “toplumsal bir görev”dir aynı zamanda. Yazdığınız konuda öncelikle ülkenizde (ve tabii dünyada) tüm yapılanlardan haberdarsınız, sektörün nabzı avuçlarınızda atıyor sanılır. Nesnel olmanız beklenir. Oyunu, bütün içinde algılamanız, etkileri, ilişkileri, tepkileri, tiyatro edebiyatı içindeki yerini iyi bilmeniz, bilginizi yaşanmışlığın süzgecinden geçirmiş ve yaşadığınız çağın farkında olmanız; “hayata ve sanata dair düşünsel bir çerçeve inşa edebilmeniz gerekir”[1]. “Sürü” içinde olmamanız, herkesin görmediğini görmeniz beklenir. İlla beğendirmek, alkış almak, alkışlatmak amacınız olmamalıdır. Galada gözüne baktığınız, elini sıktığınız oyuncu ve yönetmen hakkında ‘açıkça’ yazabilmek her iki tarafın olgunluğu ile mümkündür. Ama eleştirmen eleştirdiği ile mesafesini iyi ayarlamak zorundadır. Bana göre eleştirmenlik “pardon”u olmayan bir meslektir. Anlatmayı önemsemek, kime neyi nasıl anlatacağını bilmek zorundadır. Yazılan bir eleştiri örneğin bir okul başvurusunda (yerel ya da evrensel) bir anlam ifade ediyor mu diye sorsak yanlış mı yapmış oluruz? Eleştirmen, medyada ayrılan yeri, verilen olanakları iyi kullanabilmeli, artması için çaba göstermeli; yapılan işin kurumsallaşması ve aynı amacı paylaşanlar arasındaki dayanışmayı güçlendirmek için yapıcı katkı sağlamalı, mesleğin saygınlığını korumalıdır. Eleştirmen, zaten ayrılan yerin çok kısıtlı olduğu medyada (gazetede yazıyor, TV’ye çıkıyorsa) yer bulmuşsa, seçme yapması gerekebilir, tiyatroyu sevdirme ‘görevi’ öne çıkabilir. O zaman sadece beğendiğiniz oyunları paylaşmak ve ‘beyaz yalan’lar söylemek zorunda kalabilirsiniz. Eleştirmenlik sadece eleştiri yazmak değildir. Bazen yazılarımın altına yorum bırakanlar unvanlarını da “bırakıyorlar”: “Dramaturg ve Eleştirmen” Bu unvanın ağırlığı hakkında yeterince düşünmüşler midir acaba?
İngiltere’de bir sezonda 200’den fazla yeni yazılmış oyun sahneleniyormuş. Eleştirmenin yükünü düşünsenize. Bizde ‘iş’ yükü o kadar ağır değil! Tiyatromuzda sahnelenen yeni yazılmış oyun sayısı arttıkça eleştirmenlik gerçek yerine oturacaktır.
Öte yandan eskiden eleştirmene ulaşmak da bugünkü kadar kolay değildi. Şimdi eleştiriye yorum yazmak, yorumu cevaplamak, kendi fikrini duyurabilmek kolay. Belki de bu nedenle eleştirmen de kendini sınama, yeniden gözden geçirme, yeniden düşünme imkânına sahip. Eleştirmenden önce seyirci ‘konuşuyor’ zaten. Eleştirmenlik okur ile etkileşimli bir uğraş haline geldi.
Yazılarımı okuyanların benimle aynı görüşte olmamaları, terbiye sınırları içinde bana itiraz etmelerine hiç itirazım yok, onlar her bakımdan öğretici oluyor. Bazısı (olumlu ya da olumsuz) “kriter” kabul edecekleri eleştirmen arıyor sanırım. Onu okusunlar ve oyun seçsinler ya da kendilerini onaylasınlar. Bazısı da eğer beğenmediğim bir oyunu beğenmişse kendisine hakaret edilmiş gibi kızıyor, “benim beğendiğimi nasıl beğenmezsin” diye. Oysa ilgisi yok, çünkü ilgim yok!
Tiyatro üzerine yazdığım yazılara bakıp bana “eleştirmen” diyenlere “Ben bildiklerimi, öğrendiklerimi, düşüncelerimi “paylaşıyorum” diyorum. Tarihe not düşmek gibi, biriken bilgi havuzuna bir damla katmak gibi bir çaba. Yazmak için çok okuyor, çok araştırıyorum. Oyun seyretmek bir görev değil zevk benim için. ‘Sayarak’ seyretmiyorum. Beğenmediğimi, anlamadığımı alkışlamıyorum. Beğenmişsem ‘alkış’ beklemeden alkışlıyorum. Bazen beğendiğim bir ayrıntıya gönderiyorum alkışımı. Sahnede hiçbir şey ‘bulamamışsam’ sahneye sırtımı dönüyor ve bir an önce temiz havaya koşuyorum.
Yazılarımı “referans” kabul edecek değerde bulanlar varsa ne mutlu! Biliyorum ki, eleştirmen olup olmadığınıza kararı “zaman” verir, siz kendinize unvan alamazsınız.
Yazdıklarım kuyuya atılan bir taştır. Kimi ‘yorum’ der yazdıklarıma kimi ‘eleştiri’.. ‘Hay kalemin kırılaydı da yazmayaydın…’ diyenler, ‘görmek’ istemeyenler de var mutlaka. Benim için esas olan dürüst olabilmektir. Öncelikli gayretim ve hassasiyetim, yazdıklarım başkasını (özellikle gençleri) yanlış yönlendirmesin diyedir! Üstün Akmen’in yaptığı örnek olmalı. Attığınız ok hedefi vurmaz, yazılan ‘eskir’se bir gün, kabul ve itiraf edebilmek de bir marifettir.
[1] Kerem Karaboğa- Oyunculuk Sanatında Yöntem ve Paradoks-Habitus Yayıncılık
1 Yorum
Maalesef Türkiye’de “eleştiri” ve “tanıtım” yazıları birbirine karıştırılır oldu. Bazı gazetelerde ya da dergilerde “Eleştiri” başlığı altında sadece ortaya çıkan oyunun/performansın/eserin tanıtımı yapılıyor.
Eleştirmen, varolan bilgi birikimiyle ortaya çıkan yapıtı değerlendirir. Örneğin bir oyunda yönetmenin, hattâ yazarın bile farkında olmadığı bir yapıyı eleştirmen açık edebilir.
Eleştiri mefhumunun akademik bir yanı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Akademik yanından kastım, eleştirinin hakemli bir dergiden onay alması değildir; ama tartıştığı ya da ortaya çıkardığı olgu ve kavramları –bu bağlamda düşünceyi- iyi bir biçimde desteklemesi gerekiyor. Eleştiri, örneğin, bir tiyatro oyunu için konuşursak, yönetmenin, oyuncunun ya da yazarın yaptıkları işe yeniden geri dönüp bakmasını sağlayan bir durum olabilir. Sadece; “Bu oyunda oyunculuk olamamış” demek yüzeysel ve anlamsız kalacaktır. Ortaya atmış olduğunuz “oyunculuk olmamış” tespitini iyi bir biçimde analiz etmeniz, desteklemeniz önemlidir. Hangi oyunculuk yönetimi kullanılmaya çalışılmış, ya da denenmiş… Eğer bu birikime sahip değilseniz yaptığınız “eleştiri” yüzeysel kalacaktır.
Aslında eleştiri mefhumunun iyi bir biçimde tartışmaya açmamız gerekiyor. Tiyatroyu kuramsal ya da pratik bağlamda bilmek-tanımak “eleştiri” yapmak için yeterli olmamaktadır. Eleştirmenin, benimsediği ideoloji, sanata bakışı, ele aldığı yapıtın da seyrini değiştirebilir. Zenginlik ve birikim, bu görüşlerin “düşünsel” bazda iyi bir biçimde savaşması ve tartışılmasından meydana gelir. Maalesef günümüzde eleştiri olarak yayımlanan birçok yazı, tanıtımın ötesine geçememektedir.
“Hayata ve sanata dair düşünsel bir çerçeve inşa edebilmeniz gerekir.” İşte bunun için sizinde yazınızda değindiğiniz, “Oyunu, bütün içinde algılamanız, etkileri, ilişkileri, tepkileri, tiyatro edebiyatı içindeki yerini iyi bilmeniz, bilginizi yaşanmışlığın süzgecinden geçirmiş ve yaşadığınız çağın farkında olmanız” gerekir. O zaman ortaya çıkanın, eleştiri mi yoksa tanıtım mı olduğu da ortaya çıkacaktır.