Üstün Akmen
Neil LaBute’un (1963) güzellik kavramı üzerine yazdığı üçlemenin (diğerleri Şeylerin Şekli-The Shape of Things, Zorla Güzellik-Reasons to be Pretty) üçüncüsü olan Şişman Domuz-Fat Pig’i Bakırköy Belediye Tiyatroları Kadriye Kenter yönetiminde sahnelemekte.
LaBute, hiç kuşkusuz Amerikan tiyatrosunun önemli yazarlarından biri olarak anılmakta ve Şişman Domuz’da önyargılar ve ikili ilişkilerle ilgili oluşturulmuş toplumsal kalıplar “beden” üzerinden ince bir mizah çizgisi üzerinde sorgulanıyor. Toplumun farklılıklara olan tepkisi, çekememezliği, kültürel, cinsel ya da dinsel ötekileştirmeler, yanı sıra bedensel ayrıcalıklar giderek toplum dışına itilen engellilere ve yaşlılara kadar varıyor. Bütün bunlar “incecik mizah çizgisi” üzerinden veriliyor, ama bu çizgi o denli uzun ki, insanın “yandım Allah” diye inleyesi geliyor. Ya da ola ki eser yazılı metin olarak çok eğlenceli, ama hak ettiği canlandırmayı göremiyor.
İtiraf ederim ki metni okumadım, ama oyunu Kadriye Kenter’in uzatacak hali yok ya! Anlaşılan Neil LaBute bu kere uzun mu uzun yazmış. Ama Kadriye Kenter neden kısaltmamış, işte işin bu yanı anlaşılamıyor. Oyun, giderek çembere dönüşerek aynı malûm çizgi üzerinde uzadıkça uzuyor, aynı minvaldeki laf salatası bitmek bilmiyor. Nilüfer Şaşmazer’in çevirisi, beynimizin Türkçe çalışan gri çizgilerinin ümüğünü sıkıyor. “Carter bir göt”… Böyle Türkçe duydunuz mu? “Belki de, belki de, belki de kıçımı öpebilirsin. Çünkü bu kesin bir belki.” Siz bu Türkçede bir şey buldunuz mu? “Sen gerçekten göt bir insansın.” Sizce bu Türkçe mi? Şaşmazer dilimizde “masraf hesapları” diye bir tanım olmadığını, olsa olsa hesapların “masraf kalemi” olabileceğini de bilmiyor. Kulağa hiç de hoş gelmeyen, üzeri pas tutmuş sözcüklerden oluşan bir dille oyun çeviriyor. Hal böyle olunca, çeviri de çeviri olmuyor. Özgün metnin düşünsel bütünlüğü seyirciye geçmediği gibi, bir söz cambazı olan LaBute’a özgü söz sanatının, üslubu ve ritmik unsurlarının yerinde yeller esiyor.
Kadriye Kenter’in rejisi cana yakın, istenilen ritmi de yakalıyor yakalamasına da, fazla uzun. Uzun olunca da yinelemelerden kaçınmak mümkün olmuyor. Oysa sahneye koyucu olarak bu aşure gibi metni ustalıkla yoğurabilir, metni sanki oyuncuların duygularında eritebilirdi. Oyunun kolektif bir nitelik taşımasını sağlayabilir, oyuncular belirli bir bilinç içinde öne çıkarılabilirlerdi. Olmamış. Oyun bol diyaloglu vodvil havasına bürünmüş. Oyuncularda tepinmeler, masaya yumruk çakmalar, kendini yere atmalar, karşısındaki oyuncuyu ikide bir kravatından tutup sallamalar, çığlık atmalar… Aksiyon bu!
Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımı oyuna yorum katıyor; dekora derinlik, perspektif kazandırıyor. Ali Yenel’in tasarımı ardı ardına gelen black-out’ları kısaltıcı bağlamda dekoru en aza indirgemiş, kullanışlı hale getirmiş. Dekor uygulamayı parodi havasına koşut olarak çözümlemiş. Gönül Sipahioğlu, Helen’e düz renkler ve uzun gömlekler, pantolonlar giydirerek iyi etmiş de, Carter’a cafcaflı kravat, takım elbise altına konçları bilek üstüne kadar çıkan Amerikan tarzı basketbol ayakkabısı giydirmek ne menem iştir, anlatamamış! Sonra Tom’un giydiği, manşetleri parmaklarının ucunu geçen gömlek ne öyle! Aman Allahım…
Oyunculardan, uğruna televizyonda “Bizim Evin Halleri” dizisini bile izlediğim Dilara Yalçın, aslında olabildiğince zor bir işi başarıyor, dişiliğini fazla öne çıkarmadan, cinselliği hiç duyumsatmadan Jeannie’yi bir yere kadar doğru yorumluyor. “Dava”dan sonra sahnede ikinci kez izliyorum onu. Güzelliği ve uyumu, plastik vücut estetiğine uygun… Jeannie’nin kibir ve güvensizlik ikilemini birbirleriyle iyi harmanlıyor. Abartılı davranışlarına gelince, yönetmen buyruğu mu anlamam, ama bilsin ki kötü. Gene de eleştirmen amcasının pertavsızı altına girmeyi hak eden bir yetenek olduğu kanısını bu oyunda pekiştiriyor… İlk kez izlediğim genç oyuncu Serkan Öz’e, Lee Strasberg’in sevdiğim bir sözünü hemencecik anımsatmam gerekiyor. Straberg: “…oyuncunun tekniğinin temel sorunu, kendiliğinden gelen duygulanımlarının güvenilirsizliğidir” diyor. Öyle değil mi ama Sevgili Serkan?
Serkan Öz’ün hevesini kırmak istemem, ama daha çok yoğrulması gerekiyor. Yahu bir bayanın eli öyle mucuk diye öpülür mü? Hanımın elini öpmek, saygı ifadesi ve nezaketen yapılan bir olay. El öpülmez, aslında öpüyormuş gibi yapılır ve gerçekten öpmek büyük kabalıktır. Hanımın eli tutulur, arada biraz mesafe bırakılarak eğilinir ve el öpülüyormuş gibi yapılır. Haaa, bir de bekâr bayanların eli (asla) öpülmez. Eeee… Helen de bekâr olduğuna göre!
Bunları Kadriye Kenter neden bilmez? Bilmez olur mu hiç, gerçek bir hanımefendidir o, karşısına oturtur da bütün bunları bana öğretir! O halde? Carter, oyunda teneke mahallesinden yetişmiş bir karakter değil ki! Belki zıpır, ama işi gücü olan, saygın bir yerde çalışan iyi yetişmiş bir genç. Her yönetmen bazen böyle hatalara düşüyor mu, düşebilir mi, hatta oyuncusu kendince güncel saydığı “Surviver”, “Var Mısın Yok Musun” gibi yarışma programlarının adını gereksiz yere repliği arasında kursağından salladığında ses çıkarmayabilir mi, işte tam da bu konularda benim ahkâm kesmem doğru olmayabilir.
Sahne üstünde ilk kez izlediğim üçüncü yetenekli oyuncu Erol Ozan Ayhan’a duyularının nasıl işlediğini ve belli şeylere niye tepki verdiğini bulmasını öneriyorum. Çevresindekilerin sevgilisinin şişmanlığı üzerinden geliştirdikleri önyargılar ve küçümsemeler ile Şişman Helen’e duyduğu sevgi arasındaki Tom’u canlandırırken duyularının yoğun keşfine yönelirse, başarıya yaklaşımını o denli kolaylaştıracak, yüz de yüz eminim. Kişisel yaşamından sahne üzerinde yararlanmasını da diliyor ve duygularının “derinliklerine” inebilmeye laf olsun diye önem vermekten vazgeçerse “iyi” olacak diye düşünüyorum.
Nurhayat Atasoy’a gelince; Kadriye Kenter, “Şişman Domuz”u sahnelerken oyunun yükünü doğal olarak Helen karakterinin sırtına yüklemiş. Deneyimli oyuncu Nurhayat Atasoy da hayranlık uyandıran performansıyla bu görevi fazlasıyla yerine getirmiş. Atasoy, çözümlemenin sadece zihinsel bir süreç olmadığının ayırtında. Başka başka unsurları, en başta da doğasını, tüm olarak içine alıyor ve niteliklerini işin içine katıyor. Gerçek coşkusal deneyimiyle, Şişman Helen’in gizli duygularının derinine iniyor ve belli ki orada Helen’in ruhunda saklı, görülmeyen, işitilemeyen ya da bilinç yoluyla bizim ulaşamadıklarımızı tanıyor, duyumsuyor, aktarıyor. Dışsal fiziksel aksiyonlarını içsel özleriyle mükemmel buluşturuyor.
Bana sorarsanız oyunu Nurhayat Atasoy’un oyunculuğu kurtarıyor.