Koray Tarhan
Ekmek Parası, Oyunbaz’ın yeni oyunu. İlk kez 10 Mart 2010 tarihinde Beyoğlu’nun yeni sahnelerinden Terminal’de sergilendi. Oyunu yazan Çağdaş Alman Tiyatrosunun önemli yazarlarından Gesine Dancwart. Oyunu Sibel Aslan Yeşilay Türkçe’siyle sergileyen topluluk ise Çağdaş Türk Tiyatrosunun kendine özgü yapısı ve vizyonu olan topluluklarından Oyunbaz. Wikipedia bilgilerinden çok da fazla bahsetmeden oyunla ilgili düşüncelerimi sıralamaya çalışacağım.
Ekmek Parası, taptaze bir oyun. Tazeliği sadece yeni bir prodüksiyon olmasından değil, ezberimizde ideal olarak belirlenmiş yaşam kodlarının aslında sefil bir komedi olduğunu söylüyor olmasından geliyor. Taze çünkü bunu yaparken seyirciyi yok saymıyor; kimi noktalarda yarattığı interaktif dokunuşlarla, oyunda anlatılan hikayenin deneyimlenerek ortaklaştırılması sağlanıyor. Taze çünkü parçalı anlatım ince teğellerle birbirine işlenerek seyirciye, içine kendisini de katarak, zihinde bütünlüklü bir kurgu yapma fırsatı veriyor. Taze çünkü bütün bunları yaparken eğlendiriyor.
Prezentabl, takım ruhuna sahip, birkaç dil bilen, askerlik engeli bulunmayan, otuz yaşını aşmamış, deneyim sahibi, üniversite mezunu ve hatta yurtdışlarında yüksek lisans sahibi, ehliyeti olan, seyahat engeli olmayan, esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilecek, yaratıcı, özgüven sahibi, dinamik, enerjik, sinerjik genç bireylerin, ebeveynlerini gurura boğarak, geçtikleri turnikelerin hemen ardında olanlardan bahsediyor oyun. Kentin üzerine çöken gökdelenlerin içinde yaşayanlardan oluşan bir mikrokosmosu anlatan eğlenceli bir belgesel, Ekmek Parası. Birbirlerinden kopukmuş gibi gözüken beş karakter; bir stajyer, bir şef, bir deneyimli eleman, beyaz yakalı bir işsiz ve eşinden ayrıldıktan sonra iş hayatına dönen eski ev hanımı yeni servis elemanı. En alttan biraz yukarılara kadar bir besin zinciri. Ama besin zincirinin en üst halkasına dair söylenen birşey yok. Karar mekanizmasını oluşturan zümrenin karakterlerde yarattığı duygu korku ve kabul edilme isteği. Onları biraraya getiren şey ‘ekmek kavgası’. Oyunbazın oyun kitapçığına aldığı alıntıyla; ‘Biz hepimiz yalnızız. Bu, biz bilmesek de, bizi birbirimize bağlıyor’ diyen, birbirlerine muhtaç ve mahkum, tanışmamış beş yalnızın ortak hikayesi, Ekmek Kavgası.
Yataktan kalkış ve tekrar yatağa dönüş arasında geçen zaman, karakterlerin hayatlarından süzülerek ortaya tanıdık bir aroma çıkarıyor. Kopuk monologlarmış gibi görünen ancak kısa zamanda içiçe geçişlerle monolog yorgunluğunu ortadan kaldıran bir bütünleşme başarısı gösteriyor oyun yönetimi. Yalnız karakterler, hikaye zihnimizde oluştuktan sonra aynı sofraya oturuyorlar. Rastlantısal gibi duran söz çakışmaları ya da göndermeler bahsedilen durumları kopuklaşmanın ötesine geçirerek kopyalıyor. Bu kopyalama da durumların aslında aynı anda birçok yerde gerçekleştiği gerçeğini avuçlarımıza bırakıyor. Bu durum da aynen belli bir canlı türüyle ilgili bilgilerimizi oluşturan doğa belgesellerindekine benzer bir sonuca ulaşıyor. Belgesel izlerken karşımızda aynı türden birçok örnekle ilgili görüntülerden montajlanarak oluşturulmuş, o canlı türüne dair fikir sahibi olmamızı sağlayan, bir bütün vardır. Sahnede olan da budur ancak oyun, empati ve yabancılaştırmanın ustalıklı kullanımıyla belgesel olmaktan çıkıp sanat donuna giriyor.
İnsan yediği şeye benzer diye bir söz vardır. İnsan aynı zamanda ekmeğini çıkardığı şeye de benziyor sanki. Tarladan doyan kişi doğayla iyi anlaşmak ve beklemeyi bilmek zorunda. Makineden doyan kişi parçalanmayan bir görev dağılımı yaratmayı bilmek zorunda. Toprağın bütün, makinenin parçalı yapısı karşısında, günümüz beyaz yakalısının en çok kullandığı üretim aracı bilgisayarın temel maddesi olan silikon akışkandır. Bu spekülasyonu biraz daha ileriye götürecek olursam beyaz yakalının yanında yer alan hizmet sektöründen servis elemanının tepsisindeki kahve de, temizlik elemanının kovasındaki deterjanlı su da akışkandır. Kahve, deterjan ve bilgisayar oyunda çokça dikkat çeken unsurlar. Üretim sürecini belirleyen bu akışkan öz kapsadığı insanları da akışkanlaştırarak benliklerini kaybetmelerine neden oluyor. Her karakter birbirinin benzeri yataklardan bambaşkaymış gibi görünen ‘alemlere akıyor’. Oyun, anlaşmazlıklara, tanışmalara, ilişkilere, eğlenceye, çalışmaya, haberleşmeye ve daha birçok şeye yol açan bu nesnelerin ilişkilerimizi belirleyen güçlü ayrıntılar oldukları gerçeğini kahkalarımızla bize onaylatıyor.
Başka bir akışkan olan zaman da hep tek yöne doğru akmasına rağmen benzer günleri peşpeşe sıralıyor. Bu durum her karakterin içinde kendini değiştirme isteği uyandırıyor. ‘Seneye mutlaka hayatımda birşeyleri değiştirmeliyim!’ sözünden sonra oluşan uzun sessizlik bize de aynı düşünceyi tekrarlatıyor. Ardından gelen fiyaskoya dönüşen spor salonuna yazılma projesiyle tanıdık bir çaresizlik değişimi erteliyor. Yarın mutlaka, Pazartesi kesin, gelecek ay, gelecek yıl yapmayı planladığımız ama asla hayata geçiremediğimiz şeyler oldukları yerde kalıyor.
Vakit nakittir ve bu nakit eşit dağıtılmamıştır. Bir maaşa bağlıysanız, verdiğiniz zaman kadar nakit kazanırsınız. Hiyerarşinin neresinde bulunduğunuzsa zamanınızın ederini belirler. Beklentilerle dolu kariyer basamakları; günlerin yarattığı sendromlar, haftabaşları, hafta sonları, değerlendirme günleri, toplantılar, sunumlar, eventler, eğitimler, saha çalışmaları vb. şekilde ilerler. Ve her basamakta karakterin kendine özgü bir şükretme hali ile daha kötü bir duruma düşme korkusu içiçe geçerken gücü yeten, yettiğine diş geçiriyor. İş dünyasının rekabetçi yapısının etkisi, oyuncuların canlandırdığı karakterlerde, bastırılan bir iç terörün yarattığı yıkıcı tavırlar olarak ortaya çıkıyor. Herkes maruz kaldığı şiddetin bir benzerini besin zincirinde kendinden aşağıda bulunanlara gösteriyor.
Bu dizge dışında kalan işsiz bireyse seçimlerinin sonsuz olasılığı karşısında irade yitimine uğruyor. Yaşamış olduğu süreçlere dışarıdan bakmak yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Depresif ve filozof arasında gidip gelen işsiz birey her an insiyatifi bir şefe ya da müdüre seve seve verebilecek bir yapıya sahip. Rehine ve korsan arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki burada işveren ve çalışan arasında ortaya çıkıyor.
Oyun anında ister istemez oyuncular ve seyirciler arasında bir hiyerarşi doğar. En nihayetinde seyirci tek perdelik bir oyunda dışarı çıkma lüksüne sahip değil. Bitene kadar bekleyecek, eğer çok elzem bir durum ya da protesto yoksa. Bu oyunda da her türlü zorunluluğunuza tek perde boyunca seve seve ara verebiliyorsunuz. Ancak oyuncular oyunun ilerleyen dakikalarında işyerindekine benzer sigara molasını Terminal’in balkonunda sigaralarını tüttürerek veriyorlar. İşte bu noktada oyun boyunca var olan hiyerarşi büyük bir şakaya dönüşüyor. Oyuncular oyun gereği mola verip hava almaya ya da sigara içmeye balkona çıkabilecekken biz izleyenler kabaran iştahımızla biraz daha beklemek zorundayız. Oyunun başlarında servis edilen kahvelerin ardından bir somut deneyim daha.
Oyunda dekor kullanımı da seyirciyi oyunun içine alacak şekilde tasarlanmış. Oyun ve seyir yerinin belirgin bir ayrım göstermemesi bütün salonu oyunda anlatılan yaşam alanlarının bütününü kapsayan bir kap haline getirmiş. Işık için geleneksel spotlar yerine değişik renklerde florasan kullanımı oyunun yapısıyla uyumlu bir atmosfer yaratıyor. Ancak florasanlardan sarkan zincirlerin sayısı, biraz daha az olabilir miydi acaba sorusunu sorduruyor. Oyunculuklar başarılı. Başka bir evrenden gibi gözükmemeleri, monologları diyalog canlılığında seslendirmeleri özellikle altı çizilmesi gereken hünerler.
Ekmek Parası’nı Güray Dinçol yönetmiş, dramaturjisi ekip çalışması olarak belirtilen oyunda oynayanlar: Evrim Şahintürk, M. Özgür Bahçeci, Mustafa Çiçek, Pınar Akkuzu ve Sena Taşkapılıoğlu Kornhauser. Mustafa Çiçek aynı zamanda ışık tasarımını yaparken dekor tasarımı da Oyunbaz’ın elinden çıkmış. Oyun Mart ayı boyunca her Perşembe Beyoğlu Terminal’de saat 20:30’da seyredilebilir.