Gülin Dede Tekin
“Jean Paul Marat’nın takip edilip öldürülmesinin, Charenton Akıl Hastanesi’nde Marquis De Sade yönetiminde hastalar tarafından canlandırılması”
Yazan : Peter Weiss
Yönetmen : Ragıp Yavuz
Çeviren : Cengiz Tuncer
Sahne Tasarımı : Barış Dinçel
Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu
Müzik : Richard Peaslee
Müzik Direktörü : Çiğdem Erken
Şarkı Sözleri Düzenlemesi: Murat Coşkuner
Işık Tasarımı : Murat Özdemir
1968’de, yakın zamanda kaybettiğimiz Beklan Algan’ın sahneye koyduğu, bugün de İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanmakta olan Peter Weiss’in Marat-Sade’ı izleyecek olmak oldukça heyecan vericiydi. Tiyatronun girişinde Beklan Algan için yakılan mumlar, sahnede başlamış olan ön oyun, seyircilerin arasından çığlık atarak koşturan deliler ilk etapta keyifle bir oyun izleyeceğimiz izlenimi veriyordu. Ancak oyunun başladığı andan itibaren bende bıraktığı hissiyat her şeyin haddinden fazla dağınık oluşuydu.
Oyunla ilgili en genel eleştirim olan dağınıklığı ifade edebilmek için galiba ilk önce dekorla ilgili yorum yapmak gerekli. Oyun başlamadan, ön oyun sayesinde inceleme şansı bulduğumuz Barış Dinçel’in tasarımı olan dekor, bir akıl hastanesinin karmaşasını ortaya koymaya çalışmış gibi gözükse de, tasarımda göze sokulan tuvalet ve tesisat boruları öğelerinin tam olarak neyi amaçladığını oyun boyunca anlayabilmek pek mümkün değildi. Oldukça kalabalık bir oyuncu kadrosuna ve çok sayıda farklı renklerde kostüme sahip bu müzikalde, birbirinden bu kadar farklı renk, kumaş, malzeme ve karakteri barındıran bir dekor olması çok doğru bir sonuç vermemişti. Boş sahnede oldukça etkili duran dekor, oyun başladıktan sonra bütün oyuncuları yutuveriyordu sanki. Dekorla oyuncuların karıştığı sahneyi takip etmeye çalışmak, metni oldukça dikkat isteyen oyundan da kopmaya neden oluyordu bir süre sonra. Ayrıca oyunun ikinci yarısına kadar odaklanmayı sağlayacak neredeyse hiçbir ışık kullanılmaması da ilginç gelen ayrı bir durumdu. Sahnedeki tüm bu renkliliğin arasında, ışıklar da o kadar dağınık ve renkliydi ki oyun boyunca sözü edilen kopmanın en büyük yardımcıları olarak görev yaptılar.
Oyunun genelinde akıl hastanesinde geçiyor olması nedeniyle her türlü dağınıklığın kaldırabileceği gibi bir anlayış olsa da, oyunu izlerken bu fikirlerinizden uzaklaşıveriyorsunuz. Dekorun dışında, yönetmen olan Ragıp Yavuz’un da oyuncuları darmadağınık bir şekilde oynatması kafaları iyice karıştırıyordu. Bütün sahne belki birkaç kademe daha yükseltilebilseydi, deliler, müzisyenler, Marat, hastane sahipleri, rahip, Sade daha anlaşılabilir olabilirlerdi.
Oyunculara gelince; Marat’ı oynayan Yıldırım Fikret Urağ’ın yanlış bir oyuncu seçimi olduğunu düşünüyorum. Karakter sürekli bir küvetin içinde oturmak zorunda bırakıldığı! için ortaya koyduğu oyun çok çarpıcı değildi. Ses tonundaki ayarsızlık da konuşmaların anlaşılabilirliğini azaltıyordu. Deri hastası olan Marat’ın bu acısından sadece kısacık bir an bahsediliyor, sonrasında yokmuş gibi davranılıyordu. Aslında eleştirilebilecek daha birçok noktası var karakterin. Ancak bu oyunun; “oyun içinde oyun” olduğunu da göz ardı etmemek gerek. Böyle olunca, Marat’ı oynayan karakterin de aslında oradaki bir akıl hastası olduğunu atlayamayız. Bu durumda da yönetmenin ve oyuncunun hangi yoldan bir karakter çizdiği de kafaları karıştıran bir durum olarak ortaya çıkar. Ki benim için öyle oldu.
Kafa karıştırmayacak diğer başrol karakteri Sade’ı ise Murat Garibağaoğlu oynuyordu. İlk perdede oyuna ve karaktere hakim olarak başladığını düşünsem de, ilerledikçe özellikle ikinci yarıda sadizmin babası, sapkın Sade rolünden oldukça uzaklaşmaktaydı. Özellikle kemerle kendini dövdüğü sahne keşke olmasaymış dedirtiyordu.
Oyunun en büyük şansı Çağlar Çorumlu’nun anlatıcı rolüne seçilmiş olmasıydı. Oynadığı karakterin keyifli yanları ile yeteneği birleştiğinde ortaya çıkan performansı takdire şayandı.
Deliler, çok iyi kurgulanmamış olsalar da içlerinden birkaç tanesi oldukça başarılı idi. Charlotte Corday’ı oynayan Özge Özder, rahibi oynayan Ali Mert Yavuzcan ve sahnede koşturup duran Selim Can Yalçın rolünün hakkını fazlası ile verdiler. Müzisyenlerin geneli kendini oyuna kaptırmış, eğlenceli görüntüler koyuyorlardı ortaya. Zaten yönetmenin düzensizlik! tercihi nedeniyle, en çok ön plana çıkanlar da oradan oraya koşuşturan müzisyenler oldular.
Müzikler çok lezzetli olmasa da genel olarak başarılıydı. Müzisyenlerin sahnede de görev alıyor olmaları da akıllıcaydı. Özellikle müziklerin oyun içindeki dağılımı, zamanlamaları oyundan kopmaya yaklaştığınız anlarda sizi yakalıyordu ki bu durum oyunu toparlayan nadir durumlardan biriydi.
Oyunun sonunda ilgili en kesin yargım; oyunda bir bütünlük sağlanamayışı oldu. Oyunun hissettirdiği düzensizlik, bizi, aslında Sade ve Marat’ı bir mahkeme havasında karşı karşıya getirmeyi hedefleyen Weiss’in amaçladığının çok dışına götürüyor. Metnin özünde olan bireyin gücü, eşitlik, özgürlük, sapkınlık, cinsellik, toplumsal düzen gibi kavramlar, sahnedeki yoğunluktan ortalıklara saçılıyor ve siz hiç birini yakalayamıyorsunuz.
Özetle, oyunun tanıtım metninde “tiyatro, risk almalı… Aktaranı ve izleyeniyle… Artık!..” diyen Ragıp Yavuz’un kafasındakini seyirciye hissettirebildiğini düşünmüyorum.
Tüm olumsuzluklara rağmen şehir tiyatrolarının böyle çarpıcı bir oyun seçimi yapmış olmasını ve harcanmış olan büyük maliyetleri önemli ve değerli buluyorum. Bu nedenle ve her şeye rağmen oyunun ikinci yarıda biraz daha kendini toparlamaya başlaması sebebiyle, oyunun mutlaka destek görmesi gerektiğini de söylemek isterim. Son söz olarak oyun çıkışında kendiniz için hiç bir şey bulamasanız bile Çağlar Çorumlu’nun oyunculuğunu kaçırmamış olacaksınız.