Melih Anık
İBB Şehir Tiyatroları, ’40. Sanat Yılı’nı idrak eden yazar Tuncer Cücenoğlu’nun Çığ isimli oyununu programına almış. Yazarın bir başka oyunu, Kadın Sığınağı, İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelendi. Çok da iyi oldu. Devlet Tiyatroları ve İBB Şehir Tiyatroları bu hatırlamayı oyun dergisinin kapağına ‘40.Sanat Yılı’ damgası basmak ile sınırlı tutmaz umarım. Pek çok oyun yazmış, ödül kazanmış, ülkemiz sınırları dışında eserleri ile tiyatromuzu tanıtmış bir tiyatro adamına yakışır kutlamalar yapılır. Darısı diğer yazarlarımızın, tiyatrocularımızın başına.
Doğrusunu isterseniz benim Çığ’ı seyretme arzum, oyunun konusu kadar, Kemal Başar gibi bir yönetmenin elinden çıkmasından kaynaklanmaktadır. Romeo ve Jüliet oyunu için yazdığım yazıda kendisi tarafından yapılan “Benim Romeo ve Jüliet’im” ifadesine karşı çıkmış olsam da o oyunda gördüğüm ‘Kemal Başar’ın, Çığ oyununa da damgasını basacağına inanarak umutla oyuna gittim.
Kemal Başar, oyun dergisindeki yazısında “Tuncer Cücenoğlu, yönetmene hiç karışmayan bir yazardır ; ne zaman bir tiyatro topluluğu eserini yapmaya soyunsa, Cücenoğlu’nun hep eklemeleri, çıkarmaları vardır” diyerek yönetmen olarak bu konuda nasıl bir rahatlık içinde olduğunu belirtmiş ama bu olanağı kullanmamış.
Cücenoğlu, mükemmel bir konu yakalamış. Yüksek sesle konuşurlarsa çığ düşer, altında kalırlar korkusu ile fısıltıyla konuşan insanların hikâyesi. Tehdit ve korku altındaki insanın trajedisi.. Bebeklerin çığlıklarının kısıtlanması. Nedensiz ölümler… Oyunun, dokunulan (çağrıştıran) temaları yeterince ve sağlıklı bir şekilde kullanmış olduğunu söyleyemem. Kemal Başar da ‘dokunmak’ istememiş (bence).
Eserde benim takıldığım birkaç husus var :
Doğumdan sonra gençler köyü bırakıp özgürce bir hayata gidebiliyorlar, bebelerini köy dışında ‘korkusuzca büyütebiliyorlar’. O zaman köyde kalıp, korkulu doğumlara neden razı oluyorlar? Deli mi bunlar ?
Her ne kadar köyde kalanların ihtiyaçlarını karşılamak için olduğu şeklinde açıklanmış olsa da insanlar köy dışına ‘göç’ edebiliyor, köy dışında çalışabiliyorlar. O zaman neden o tehdit altında yaşamaya devam ediyorlar? Bunlar ‘adrenalin’ bağımlısı mı?
Yaşlıların ‘ölmek için’ köye geldikleri söyleniyor. Ölmenin kolay olduğu bu köyde hapşırsan ölürsün ama bu köyün düzenine karşı çıkmıyor ölüme neden olacak çığ düşmesin diye fısıltıyla konuşuyor, ‘kuzu kuzu’ köyde yaşamaya devam ediyorlar, kaderlerini bekliyorlar. ‘İntihar’ın başka çeşidini mi seviyor, ‘rus rulet’i mi oynuyor bu yaşlılar?
Oyunda kontrol altına alınabilen köpek, horoz, at vb hayvanlar var da kuşlar nasıl kontrol ediliyor belli değil. Ayağı toprağa değen bir şekilde kontrol edilebiliyor ama ‘kuş’lardan ne haber? Oyundaki tek ‘kuş’, dedeye ait (!) ‘ötmüyor’ ve gereksiz. Gerekli olan ‘kuşlar’ ise gerektiği gibi kullanılmıyor.
Oyunda ‘erken doğum’ ile ‘zamansız doğum’ karışıyor.
Bu köyde ‘yiğitlik’, bebesini köy dışında ‘büyütüp geri dönmektir’ diye tanımlanmış ama ben bu tür ‘yiğitliği’ anlamadım. Bana -bu oyun formatında- daha ziyade ‘aptallık’ gibi geldi. Zaten metne göre ‘yeni nesiller geriye dönmüyor’muş.
Seyretmeden önce oyunu okurken Kemal Başar’ın ‘metin okuması’nı merak ettim. Köyün dışındaki hayat seçeneği, yargıcılar kurulu, öksüren üyenin başına yastık kapatılması nedeniyle ölümü(gözdağı, gerçek, oyun?), planlı ‘doğum’lar ve insanın en mahremine(seks hayatına) müdahale, Yaşlı Adam’ın kardeşinin ölümü, her şeyin ‘insanın iyiliği’ için olması inancı, hamile kadına verilen ceza (gerçek, mit?) vb konular üzerine yapılacak “düşünce alıştırmaları/ ’okuma’lar”dan ne çıkaracaktı acaba? Hele de yazar Cücenoğlu, yönetmenin eline metni serbestçe bıraktığına göre.
Oyunda, öksüren üyenin yüzüne yastık kapanarak ölümü sahnesi çıkarılmış ki bu nasıl ‘okunduğuna’ bağlı olarak farklı yorumlara açık bir sahne. Çığdan korku mu yoksa düzenin sürdürülmesi mi? Yargıcılar kurulu da çığdan korkuyor(mu?). Düzenin ‘insanların iyiliği’ için kurulmuş olduğuna samimiyetle inanmışlar(mı?) Ayrıntılar, yönetmenin ‘okuma’ olanaklarını ve olasılıklarını çoğaltıyor. Metne göre de ‘yalak dolunca çiğ düşmez fikri’ doğrulanmıyor, oyun, ‘yalağın dolmasına bir parmak kalınca da gürültü edersen çığ düşmez’ yorumuna açık olarak selâmetle bitiyor.
Oyunda oyunun hikâyesinin anlaşılması gecikiyor. Oysa Yaşlı Adam’ın bazı replikleri ile bir ön oyun yaratılabilir, hatta yer yer koro tekrarları ile hatırlatma yapılabilirdi.
Metne göre de Yaşlı Adam, oyun sonunda silahı ateşliyor, Genç Erkek’in ateşlemesi daha doğru mu olurdu acaba?
Görsel olarak dağ başındaki ıssızlığı, soğuğu ve korkuyu yansıtmasını beğendiğim sahne tasarımının (Ayhan Doğan) kısıtlı bir alana sıkıştığını düşünüyorum. Oyunun oynandığı mekân, sahnenin nerdeyse yüzde altmışı. Yüzde kırka yakın kısım kullanılmıyor. Yüzde kırka giren ev dışının, seyirci ile bütünleşmesi fena olmazdı. Hatta oyunda dolması beklenen ‘yalak’, seyircinin ‘taşan sabrı’ olsa fena mı olur? Fısıltının hâkim olduğu oyunda, dekor geride kurulmuş. Ev içi bölümlenmesinde bazı odalar(yaşlı odası) hareketi kısıtlayacak kadar dar. Oyunun sonundaki ‘doğum yapan kadın’ önemli bir metafor olmasına karşın görsel olarak odaklanmıyor, kayboluyor. Başkan’ın makamının sahne ortasına alınması ve doğum yapan Genç Kadın tarafından kullanılması nasıl olurdu?
Can Atilla (Müzik) oyuna yoğunlaşmış. Müzik, uzak, soğuk, korku vb oyunun temalarını içeriyor. Girişi beğendim. Yüksek sesle giren müziğin fısıltıya dönüşerek oyunculara pas atması iyi olurdu. Müziğin, oyun süresince de yer yer ve etkili kullanılmasını ve kendini hatırlatmasını; coşkulu bir sona bağlanmasını bekledim. Ayni şekilde fısıltıyla başlayan oyunun belli bir alışkanlık sağladıktan sonra normale dönmesini ve yükselerek oyun sonundaki haykırışı hazırlaması; oyun süresince oyuncuların, tedirgin duruşlar ve ses tonları ile ortak korkuyu yaşatmaları ve oyun sonundaki rahatlama ile (cıvıltı ya da bedenen) ‘küsen’ kuşların geri dönmesi(salonu doldurması) ne güzel olurdu. Sevtap Çapan (Genç Kadın)’ın tonlamasını yerinde bir örnek olarak göstermek isterim.
Bu yıl Erhan Abir (Yaşlı Adam) yılı olacak gibi. Alemdar’dan sonra gene başarılı bir oyunculuk sergiliyor. (Ey … Jüriler! )
Canan Göknil’in kostümlerini çok beğendim. Özellikle yargıcılar kurulunu sembolik olarak halktan ayırması ve abartarak belirginleştirmesi çok doğru bir yaklaşım. Başkan’ın parıltılı omuz başları ve kokartlı şapkası, kullanılan malzeme(deri), ayrıntılar yargıcılar kurulu için özel bir çağrışım yapılmasını sağlıyor. Halk giysilerindeki model, malzeme ve renk çok başarılı. Kemal Başar, sembolleri, Göknil kadar başarılı kullan-a-mamış. Bu noktada yönetmen ile kostüm tasarımcısı ayrı düşmüşler sanki.
“Hareket olsun” diye çok fazla hareket var sahnede. Oyuncuların ev dışında kar üzerinde yürüme taklidinin gereksiz olduğunu düşünüyorum.(Yere yayılan malzeme zorunlu bir dikkat istiyor da ondan mı?)
Efsane, mit, hikâye vb geleneğinden beslenen oyun maalesef hedefi vuramıyor. Çağdaş bir trajedi yaratma fırsatı kaçmış ne yazık ki!
Not:
Oyun 65 dakika ve arasız oynanıyor.
Kaynak:
ÇIĞ- Tuncer Cücenoğlu- Mitos-Boyut 137
Metni destekleyen:
“Tuncer Cücenoğlu’nun Tiyatro Oyunlarına Genel Bir Bakış ve Oyunlarında Metinlerarası İzler” Ezgi Oya GÜMÜŞ- Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tiyatro Anasanat Dalı Yüksek Lisans Tezi
Metne karşı:
“ÇIĞ Aslında Nedir, Neyi Sarsıyor?” -Coşkun Büktel
Oyunu beğenen bir yazı okumak isterseniz:
İhsan Ata’nın “Çığ, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda” başlıklı eleştirisi (Tiyatro Dünyası, Mimesis, Tiyatro Online sayfalarında yayımlanmış)