Hayattan Elenmek

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Nedim Saban

Tiyatroda otuzuncu yılımı doldurmama birkaç ay kaldı, insanı en çok mutlu eden şeyin bir meslektaşını alkışlamak olduğunu yeni yeni öğrendim. Bazı gençler galalarda poz verip meslektaşlarını harcayarak, çevrelerine ne denli akıllı olduklarını kanıtlamanın peşinde olabilirler, ancak ben iyi tiyatroyla böbürlenmenin sadece tiyatro sanatı için değil, bencilce kendim için de çok daha yararlı olduğunu öğrendim yıllar içinde: Meslektaşım Yiğit Sertdemir övgülerin fazlasını hak ediyor!

İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda sahnelediği Surname 2010, yeni genel sanat yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’nun bende iki yıldır büyük hayal kırıklığı yaratarak ortaya çıkarttığı repertuarında bir yüz akı! Türk Tiyatrosu’nun batı özentisinden öteye gidemeyişi konusundaki burukluğu içinde, son yıllarda penceresini tiyatroya ve tiyatroculara kapatarak bu dünyadan göçen Prof. Metin And, Candan Seda Balaban ve Yiğit Sertdemir’in oluşturdukları Surname 2010’u görebilse kimbilir ne kadar onur duyardı!

Surname 2010, modern bir seyirlik oyunu. İçeriği eksik kalmış diyenlere cevabım ise, 2010 Kültür Başkenti’nde hiçbir proje öne çıkmaz, kente kültür aşısı bazı yetenek düşmanlarına hayatlarında göremeyecekleri fırsatlar olarak peşkeş çekilen bir fiyasko ile sonuçlanırken, Sertdemir’in bal damlayan kalemi sayesinde inanılmaz bir kültür başkenti eleştirisine dönüşüyor.

Tam da bu bağlamda gençlerin doğaçlamalarıyla ortaya çıkan, zaman zaman amatörlük çizgisine düşebilen modern İstanbul figürlerinde sokak pazarlamacıları arasında Greenpeace aktivistini çok yadırgadığımı, Yiğit gibi duyarlı bir kişinin bu kadar önemli bir kuruluşun sahnede bir an için bile olsa küçümsenmesine izin vermesine duyarsız kalmamasını rica etmek istiyorum.

Surname 2010’daki kuklaların Türkiye’de tasarlanmış olması, detaylı bir biçimde ifadelendirilmiş olması, özellikle iki boyutlu anneler ve iki boyutlu çocuklar, esnaf arabaları ile tiyatroda uzun zamandır aradığımız görselliğin yakalanması ile gurur duyduğumu belirtmek isterim.

Bu oyuna beyin koyanların sayıları belli ki çok fazla, yardımcı yönetmen Aslı Öngören, yönetmen yardımcıları Eraslan Sağlam, Semah Tuğsel, Barış Çağatay Çakıroğlu, Özgür Dağ’ın metne, sahneye katkılarını dakika dakika hisettim Mahmut Özdemir’in ışık uygulamasını bir özel tiyatroda uygulayamayacağımız için kıskandım. Kuklalara hayat veren gençleri ayakta alkışladım.

Birkaç yıl önce National Theatre’da War Horse adlı bir oyun izledim, dev hayvan kuklalarıyla tasarlanmıştı. Oyunda, atı İngiliz süvari birliğine satılan çocuğun gözünden savaş anlatılmaktaydı, görsel olarak da içerik olarak da çok zengindi. Candan Seda Balaban gibi bir kukla tasarımcımız varken, bugünlerde Broadway’e taşınan ve Spielberg tarafından filme de alınan oyunun artık Devlet Tiyatrosu’nun repertuarında yer alması gerektiğini düşünüyorum. Çağdaş yapıtları öne çıkartarak modern tiyatroya hizmet eden genel müdür Lemi Bilgin bunu rahatça yapabilir!

Şehir Tiyatroları’nda Ayşenil Şamlıoğlu’nun ise geçen yıl kurumuna Afife Jale Ödülü kazandırmış Kafes gibi cesur içerikli ödüllü oyunları korkmadan oynatması, herkesi her kesimi mutlu edecek oyunlar seçmekten vazgeçmesi lazım! Gerekirse Muhsin Bey’in meşhur şapkasını hazırda tutması gerek… Geride Surname 2010, Kafes vb gibi işlere imza atmış bir genel sanat yönetmeninin koltuktaki ömrünü kimse sorgulamaz!

Hayat ne acı ki, bazen ölüm, yaşamdan daha çok sorgulanıyor. Defne’de de böyle oldu!

Yılmaz Özdil, Hürriyet’te “Defne” başlıklı medya eleştirisinde iletişim fakültesindeki gençlere “limon satın… bu işi yapmayın!”diye seslenirken, kara mizaha bakın ki, yazarı olduğu gazete, dans yarışması ile paralellik kurmak için aynı gün “hayattan elendi” başlığıyla çıkıyor!

Yılmaz Özdil’in eleştirdiği medya, belki de görev icabı bir ölümü bu kadar deşecek, bu konuda kızsak da, kurulmuş düzeni eleştirme gücümüz pek yok. Ama koskoca Hürriyet’in yazı işleri, genç bir anne ile bebeğinin resmini basarak, nasıl böyle bir başlık atabiliyor, insan isyan ediyor!

İnsan, Şehir Tiyatroları’na en parlak dönemlerinden birini yaşatan, Tiyatro İstanbul’un yönetmeni koskoca Gencay Gürün’ün altı yıldızlı bir otelde bir basamağa takılarak düşüp, kalçasını kırmasını, aylarca hastanede yatmasına, milyonlarca para harcarken, bu otelin vicdansızca konuya duyarsız kalmasına, Özel Hayatlar oyununda Hande Ataizi’nin baby doll’u ile ilgilenen basının, Gencay Gürün’ün kendi tiyatrosunun galasına niye katılmadığını sorgulamamasına isyan ediyor.

Türk Tiyatrosu’nun en çok ödül alan en özel oyuncularından biri olan büyük Macide Tanır’ın hastane odasında, ona en çok sahip çıkan dostunun Prof. Haberal’ın, hayat kurtarabilecekken hapishanede hayattan eleniyor olmasına isyan ediyor.

Sevinç Aktansel gibi değerli bir sanatçının, geri dönüşü olmayan MS hastalığıyla boğuşurken bir tek emekli maaşıyla, hasta olan oğluna da yetmesine ve başta kurumu olmak üzere sanat camiasının buna da duyarsız kalmasına isyan ediyor.

Ölüm, yaşamdan elenmekse eğer,

Yaşam, bir dans,

Anladığım kadarıyla, kurtlarla dans olmalı!

Birgün

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nedim Saban

Yanıtla