Fatma Keçeli/ (Bu bildiri 3 Şubat 2011 tarihinde “3rd World Conference on Educational Sciences” konferansında sunulmuştur.)
Çocuk tiyatrosu, çocuğa yönelen, çocuğa özgü olanla ilgilenen teatral bir etkinliktir. Kuşkusuz çocuğa özgü olanı belirlerken, modern ya da modern sonrası olarak tanımlanan içinde bulunduğumuz çağda, çocukluk anlayışının ne olduğunu tartışmak gerekecektir. Çünkü her kavramın bir tarihi vardır ve insanlık tarihiyle birlikte onlara yüklenen anlamlar da değişir. Örneğin Eski Mezopotamya, Yunan ve Roma’nın katı yetişkinler dünyasında çocuklara çok da yüksek değerler atfedilmemiş, hatta çocuklar barbarca davranışlara maruz kalmışlardır. (Elbette bu tespit aristokrat sınıfın çocukları dışarıda bırakılarak yapılmaktadır.) Ortaçağ’ın feodal toplumlarında da çocuğa genel olarak kayıtsız kalınmış; kilisenin günahkar çocuk mitini yeniden ürettiği yüzyıllar içinde, çocukluğun özel bir kategori olduğu bile düşünülmemiştir. Postman’a göre özellikle Batı’da; çocuğa özgü özel bir çocukluk dünyasının varlığı düşüncesi, ancak feodalizmin sonlarına doğru, kapitalizmin gelişmeye başladığı 15. yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Matbaanın icadı, ulusal dillerin ve kitap yayıncılığının gelişmesi, eğitimin yaygınlaşması, Rönesans ve Aydınlanma filozoflarının çocuğa yönelik koruyucu düşünceleri gibi çok sayıdaki etmen, çocukluk düşüncesinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. (Postman, 1995)
Tarihçi Jacques Gelis; bir zamanlar hiçbir şey ifade etmeyen çocukların, 18. yüzyıldan itibaren her şey haline dönüşmüş olduğundan bahseder. Lloyd DeMause gibi iyimser olarak tanımlanan tarihçiler de, çocuğa aile içinde ve dış çevrede koruyucu ilginin artması, yasalarla çoçuk istismarı ve ihmalinin önlenerek azaltılması, çocuğun ailede emek gücü değil neşe kaynağı olarak görülmesi gibi bir çok olumlu değişimler saptayarak, bir iyileşmeden bahsetmiştir. (Nünning, 1990: 38-40) Kötümser olarak tanımlanan Fransız tarihçi Philippe Aries ve onun ardılları ise; modern dönemler öncesinde çocukların yetişkinlerle içi içe geçen doğal yaşam tarzlarının giderek parçalandığını, çocukların zengin yaşamlarının okul içine sıkıştırıldığını, bunun bir yoksullaşma olduğunu ve sonuçta da çocukların toplumsal açıdan dışlanarak bir denetim ve baskıyla karşı karşıya kaldıklarını öne sürmüştür. (İnal, 2007: 24) İletişim bilimci Neil Postman da, 15. yüzyılda matbaayla birlikte yaratılan çocukluğun, 20. yüzyılda medyanın olumsuz rolüyle ortadan kalkma noktasına geldiğini savunmuş, çocuklara özgü oyun, yiyecek, şarkı, tutum ve giysi gibi öğelerin kaybolduğundan bahsetmiştir. Ayrıca çocukların suç istatistiklerinde daha fazla yer almaları; yetişkin dilini benimseyerek kendi dillerinden vazgeçmeleri; yetişkinler gibi zührevi hastalıklara yakalanmaları ve uyuşturucu kullanmaları gibi olumsuz değişimlerin de çocukluğu yok olma noktasına getirdiğini ifade etmiştir. (Postman, 1995) Postman’ın tespitleri oldukça isabetli ancak nedensellik bağı açısından eksiktir. 21.yy’da çocukluğun yok edilişinden bahsedeceksek, bunun nedenini kapitalist üretim ilişkilerini -sermayenin lehine yeniden üreten- aygıtlardan yalnızca biri olan medyaya bağlamak, büyük resmi görememek anlamına gelir. Kapitalist sistemdeki acımasız rekabet mantığı ve aşırı rasyonelleşme, yalnızca medya ile değil; aile ve eğitim kurumları aracılığıyla da çocuğun dünyasına taşınarak, o dünyayı epey tahrip etmiştir.
İşte bu yüzden; çocuğun yararına olduğu öne sürülen değişimlere, içinde bulunduğumuz yüzyılda temkinli yaklaşmak gerekmektedir. Özellikle bizim gibi; modern ve modern sonrası dönem arasında sıkışıp kalmış, gecikerek ya da geciktirilerek ve hatta zorla modernleştirilen, yönünü Batı’ya dönmüş Batı dışı toplumlarda, çocuk da modernleşme projelerinin edilgen öznesi haline gelmektedir. Çocuğun varlığı; yetişkinlerin ideolojilerine, beklentilerine ve başarı hedeflerine göre şekillenen bir takım projelere alet edilerek araçsallıştırılır. Bu araçsallaştırma çocuğun dahil olduğu sınıfsal, ekonomik ve kültürel ortama göre değişiklik gösterir elbette. Ama her çocuk eni sonu; kendisine ekonomik, duygusal ve statüsel bir yatırım aracı (İnal, 2007: 89) gibi davranıldığı için, bu araçsallaştırmadan nasibini alır: Orta ve üst sınıfa dahilse; “sosyal ve hatta yırtık”, “yarışmacı ve hatta yırtıcı”, “hakkını arayan ve hatta hak ihlalini normal sayan”, “teknolojiye uyumlu ve hatta digital bir yaratık”, “bilgili ve hatta bilgiç” olması beklenir, bu özellikleri normal karşılaşınır ya da mevcut sistemde ancak böyle ayakta kalacağı düşünülerek, onu korumak adına ve hatta çoğu zaman ona rağmen bu nitelikler ödül ya da ceza sistemiyle teşvik edilir. Kırsal kesimde ya da varoşlarda yaşayan çocuklar ise çoğu zaman yalnızca ekonomik bir yatırım aracı olarak görülür. Bu yüzden yok sayma, dayak, aşağılanma ve zorla çalıştırılma gibi kötü muamelelere maruz kalırlar.
Tam bu noktada çocuk tiyatrosu ne yapabilir? Gelinen noktayı kabullenerek, oyunlar aracılığıyla bu durumu bilerek ya da bilmeyerek yeniden üretecek midir, yoksa “başka türlü bir dünyanın mümkün” olduğunu mu hatırlatacaktır çocuklara ve de yetişkinlere. Türkiye’deki mevcut çocuk tiyatrosu örneklerinin bir çoğunun, modernleşme projelerinin; kapitalizmin dayattığı “başarılı”, görünür”, “onaylanabilir” olma normlarını sorgulamadan benimseyen ürünler olduğu söylenebilir. Eğitim kurumlarının, egemen ideolojinin ışığında çocukları şekillendiren, forma sokan birer aygıt olduğunu hiç düşünmeden, okuldaki başarının önemine vurgu yapan ve üstelik de bu başarıyı; özgürleşme ve eleştirel düşünme becerilerini geliştirmeyle koşut sayan ve bu yüzden çocukları akranlarıyla acımasız bir rekabet sokan oyunlar, perde kapanmadan –alışılageldik bir şekilde- şarkı ve danslarıyla çocukları “dayanışmaya, kardeşliğe, sevgiye” davet etseler de, ne kadar sahici, samimi ve inandırıcı olabilirler…
Çocuk tiyatrosunun eğitici ve eğlendirici bir işlevi olduğu söylenir bir çok kuramcı tarafından. (Samurçay, 1990) Eğer eğitimi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından da benimsenmiş olan; kişide “istendik” davranışları ortaya çıkartan bir süreç olarak algılarsak, yapılan tiyatronun çocuğu özgürleştirmesine, kendini inşaa etmesine, eleştirel gözünü geliştirmesine yardımcı olması mümkün değildir. Ama eğitimi, bireyin kendi potansiyelini açığa çakartıp bunları en iyi şekilde geliştirebileceği uygun araçlar, yöntemler ve olanaklarla onu tanıştırmak olarak algılarsak ve bu işlevi de zorunlu eğitim kurumlarına havale etmezsek, belki tiyatro çocuğun kendini ve dünyayı keşfetmesinde ona eşlik edebilir. “Eşlik” kelimesi özellikle tercih edilmiştir. Çünkü çocuk için yapılan her türlü etkinlik, genellikle üsten bir bakışla, katı hiyerarşik bir tutumla “yönlendiricidir”. İster yönlendirmeyi, forma sokmayı ve hatta yola getirmeyi ürküterek, korkutarak ve tehdit ederek yapsın, isterse de çocuğun şefkatle başını okşayarak, onun adına “en iyisinin bu olduğunu” söyleyerek… İki tutum da despotiktir aslında; biri daha doğrudan, diğeri daha örtük, “iyi niyetle maskelenmiş” ve güleryüzlü olanıdır yalnızca. Ve tanımlanması daha güç olduğu için de, en tehlikelisidir. Hukuk sisteminden siyasete, formal eğitimden, ebeveynlerin çocuk yetiştirme yöntemlerine kadar sirayet etmiş olan bu güler yüzlü despotizmden çocuk tiyatrosu da nasibini almıştır. Eli sopalı ürünler, “pedagojik” açıdan sakıncalıdır damgasını yiyip, dışarıda tutulurken, güleryüzlü manipulative işler ağa yakalanmadan kolaylıkla kaçabilmektedir.
Aslında son dönemlerde, yukarıdan bakan bu “güleryüzlü” otoriter, korumacı ve didaktik yaklaşım anti otoriter bazı oyunlarla kırılmaya başlanmıştır. Batı’da 1970’lerde öncelikle edebiyatta başlayan, ardından tiyatroya sıçrayan anlayış, Türkiye’de kendini 1990’larda hissettirmeye başlamıştır. Astrid Lindgren’in “Uzun Çoraplı Kız Pipi”si, Michael Ende, Asa Lind ve Christine Nöstlinger’in roman ve öyküleri çevrilerek, Alman Grips tiyatrosunun metinleri oynanarak, anti otoriter kahramanlarla çocukların buluşması sağlanmıştır. Yerli yazında da bir hareketlenme söz konusudur. Aziz Nesin, Muzaffer İzgü ile başlayan süreç 1990’ların sonunda Aytül Akal ve Nilay Yılmaz gibi genç kalemlerle hız kazanmaya başlamıştır.
Baskıcı anlayışı görünür kılıp, bu anlayışa eleştirel yaklaşan, doğrudan ya da dolaylı onunla mücadele eden anti otoriter üslup ve onun yarattığı otorite karşıtı kahramanlara, çocuk yazınında ve tiyatrosunda ne kadar ihtiyacımız varsa, bu yüzyılın kriterlerine kendilerince “nanik” yapan anti-kahramanlara da o kadar ihtiyacımız var aslında… Gündüz Vassaf’ın dediği gibi kahramanlar totaliterdir. (Vassaf, 1995:69) Çünkü onlar; içselleştirdiğimiz otoritenin idealize edilmiş halleridir. O halde otorite ile savaşımı niye yalnızca anti otoriter kahramanlarla yürütmeyelim, niye anti kahramanlara da ihtiyacımız olsun? Mesele şu ki; anti otoriter kavramı eni sonu herkeste olumlu çağrışımlar yapar. Neredeyse hiç kimse, bu yüzyılda açıktan baskıcı bir anlayışı destekler. Daha önce de ifade edildiği gibi; otoriter figürlerin niyetlerini olabildiğince maskelediği güleryüzlü bir despotizm hakimdir artık… Anti otoriter yaklaşımlara –sözde- “demokrasi ve insan haklarının” bir gereği olarak, kimi zaman hoşgörüyle yaklaşabilecek olan otoriter anlayış; anti kahramanlara benzer bir hoşgörüyü göstermeyecek; ya onları tamamen yok saymaya ya da rehabilete edip normalleştirmeye çalışacak ve işte tam o zaman maskesini düşürecektir. Bu nedenle anti kahramanlara özellikle çocuk yazınının ve tiyatrosunun ihtiyacı vardır.
Peki bu yüzyılın anti-kahramanları kimlerdir? Bunun için öncelikle içinde bulunduğumuz zaman dilimi ve coğrafyanın kahramanları üzerine düşünmek gerek. Modernist ilerlemeci anlayış; eyleyen, etkileyen, dönüştüren ve görünür olanı kahraman ilan etmiştir. Onlar; girişimçi, rekabetçi, planlı programlı, kararlı ve çok yönlüdür. Anti kahramanları ise; ne ekonomik ne de sosyal anlamda güçlü sayılırlar. Bir birikimleri, becerileri varsa da bunun yalnızca tadını çıkartır; parlatıp pazarlamaya çalışmazlar. Çoğu zaman haksızlığa uğrar; kandırılır ve kaybederler. Ama yaşama sevinçleri onları her seferinde tekrar ayağa kaldırır. Merhametli, sevgi dolu ve affedicidirler. Otoriter modernist yaklaşım; onların saldırgan olmayan uzlaşmacı tutumlarını pasiflik, farklılıklara gösterdikleri hoşgörüyü tutarsızlık olarak tanımlar. Hakim dili içselleştirmedikleri için patavatsız, nasıl göründükleri ile ilgilenmedikleri için zevksiz ve uyumsuz, ileriye dönük hedeflere odaklanmadıkları, anı yaşamaktan keyif aldıkları için irrasyonel, formal eğitim kurumlarındaki başarısızlıkları ile de alık ya da “looser” olarak damgalanırlar. Ayrıca modernist otoriter yaklaşım; bu özelliklerin toplumun ilerlemesine engel olacağı endişesiyle, onları hastalıklı ve sorunlu sayar; rehabilite edilerek normalleştirilmeleri gerektiğini düşünür.
Çocuk tiyatrosunda örneğine pek fazla rastlayamadığımız anti kahramanlar, çizgi karakterler olarak çokca karşımıza çıkmaktadır aslında. Örneğin Sünger Bob (Sponge Bob)… Dünyanın en önemli işini yaptığını hisseden yengeç burger ızgaracasıdır. Patronu Bay Yengeç (Mr.Crap) tarafından sömürüldüğünden habersiz, neredeyse üzerine para verip çalışabilecek kadar aşk duyar işine. Komşusu ve iş arkadaşı huysuz ahtapot Squidward, aptal bulduğu için ondan kurtulmaya çalışırken, Sünger Bob ise neredeyse yaptığı her türlü etkinliğe onu da dahil etmeye çalışır. En iyi arkadaşı; herkesin tembel, üşengeç, gamsız ve şapşal bulduğu deniz yıldızı Patrick’tir. Bikini kasabası sakinlerince “faydasız, manasız ve yararsız” bulunan türlü oyunlar oynarlar birlikte. Çiğnenmiş sakız koleksiyonları vardır, deniz anası avlar ve hemen bırakırlar, büyük ekran televizyon ısmarlayıp, onu çöpe attıktan sonra tv kutusunun içinde yeni oyunlar üretirler. Sünger Bop çok güzel şarkı söyler, dans eder, kağıttan ya da sabun köpüğünden üç boyutlu şaheserler yaratır. Ancak bu becerilerini paraya ya da üne dönüştürmek aklından bile geçmez. Patronu Bay Yengeç ise onun her türlü yeteneği üzerinden para kazanmaya çalışır. Sünger Bob bu durumu ya farketmez, ya da fark etse bile kayıtsız kalır. O herhangi bir uğraşını ileriye dönük ekonomik ya da sosyal yatırım aracı gibi algılamaz, sadece aldığı keyifle ilgilenir. Her yeni başlayan günü büyük bir heyecanla karşılar; sevgi dolu ve merhametlidir, kimseye bile isteğe zarar vermez. Hiçbir zaman da ümidini kaybetmez. Defalarca ehliyet sınavına girer ve dikkatsizliği, korkuları ve telaşı yüzünden, defalarce başarısız olur. Ama bir gün ehliyet alabileceğine olan inancını hiçbir zaman kaybetmez. Onun kendine, yaşama ve hayallerine olan inancının diğer canlılar üzerinde dönüştürücü bir etkisi vardır. Huysuz Squidward’ü bile kimi zaman etkiler. Bir kış Noel baba aracılığıyla herkesin arzularını yerine getirmeyi planlayan Sünger Bob, Noel Baba’nın gecikmesi nedeniyle büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Noel Baba’ya inandığı için baştan beri onunla dalga geçen Squidward’ü çok sevinderecek yeni yıl hediyesini verdikten sonra, ümitsizce evine kapanır. Bunun üzerine, normal şartlarda kendi arzu ve heyecanları dışında herhangi birşeyle ilgilenmeyen Squidward, Noel Baba kılığına girip, neredeyse evindeki tüm eşyaları Bikini kasabasına dağıtıp, onları ve Sünger Bob’u sevindirir.
Tüketim dünyasının belirlediği -medya, okul ve aile kurumu aracılığıyla da yeniden üretilen- yıkıcı ölçütlerin geçerliliğini sorgulamak, onlarla dolaylı yollardan da olsa savaşmak için, Sünger Bob gibi anti kahramanlara ihtiyacımız var. Bu normların nasıl denetleme, baskı kurma, şekil verme ve hatta yok etme mekanizmasının bir parçasına dönüştüğünü kanıtlayabilmek adına, norm dışı örneklerle karışılaşmalı çocuklar. Modernistlerin olumsuz anlamlar atfederek kullandığı anti-kahramanlar; varlıklarıyla, seçimleriyle mutlak sayılan doğrularla ilgili şüphe yarattıkları için özgürleştiricidirler. Bu nedenle bir taraftan anti otoriter de sayılabilirler. Ancak genellikle mağduriyet yaşamalarına sebep olan otoriter mekanizmayı tanımlama yetisinden yoksundurlar. Ya da zaten böyle bir çabaları yoktur. Varlıkları dolaylı yoldan bir tehdit içerebilir, ama yerleşik kurallara, otoriter anlayışa doğrudan savaş açmazlar. Sadece başarılı ve görünür olma kriterlerine uymamalarına rağmen, kendilerini var saydıkları için bile tehlikeli sayılabilirler otoriter yaklaşımlar için. Bir tür pasif direniş gibi algılayabiliriz onların varoluşlarını; kendilerinin bile farketmediği bir direniş… Onlar sadece vardırlar ve yaşama heyecanı duyarlar.
Büyük beklentilerle, dört bir yandan cendereye alınmış bu yüzyılın ve bu coğrafyanın çocukları için, Sünger Bob gibi anti kahramanlar, “başka türlü bir dünyanın mümkün olduğunu” hatırlattığı için özgürleştiricidir. Piyasa kurallarının, eğitim kurumlarının ve ailenin “istendik” davranışlarını sergileyebilmek için, ceza korkusu ve ödül beklentisiyle eyleme geçmeye alıştırılmış, bu yüzden de yaşamla ilgili neredeyse iç motivasyonlarını tamamen kaybetmeye başlamış bir nesil için; anti kahramanlar kurtarıcı olabilir. Anti kahramanlarla kurulacak ilişki, ilerlemeci modernist aklın iddia ettiğinin aksine; bir ibret değil, öykünme ilişkisi olacaktır. Kendi ihtiyaç ve isteklerinden bağımsız olarak belirlenmiş normlara uygun davranmayan, bununla ilgili herhangi bir suçluluk da hissetmeyen, hayatı başarı skorlarıyla tanımlamayan, otoritenin sesini içselleştirmediği için kendini de başkalarını da yargılamayan, zaafları ve zayıflıklarıyla yaşamasını bilen ve bu yüzden yaşama sevinciyle dolu olan anti kahramanlarla, elbette öykünme ilişkisi kurulacaktır. Çocuklar için düşünen onlar için tiyatro yapmaya çalışan herkes anti kahramanlarla barışmalıdır bu yüzden. Dayatılan başarı, güç ve görünür olma ölçütlerinin, çocukların hayatını nasıl bir kabusa dönüştürdüğünü farketmemiz gerekiyor artık. Onların “iyiliği için, onlar adına” birşey yapmaktan vazgeçip; varılacak hedefi belirlemeden, sadece farklı seçeneklerin de olduğunu hatırlatarak, bir eşlikçi, bir yoldaş gibi bu serüvende bizim de keşfedeceğimiz çok şey olduğunu unutmadan, onları yalnız hissettirmeden “birlikte“ yol almayı öğrenmeliyiz.
References
İnal, Kemal (2007). Modernizm ve Çocuk. (1st ed.). Ankara: Sobil Yayıncılık, 17-41, 105-120
Postman, Neil (1995). Çocukluğun Yokoluşu. (Çeviri: Kemal İnal) (1st ed.). Ankara: İmge Kitabevi.
Nünning, Ursula Boos (1990). Eğitimin Anlamı ve Amacı – Bugünün Almanya’sında Çocuk Olmak. 2000’li Yılların Eşiğinde Türkiye ve Almanya’da Eğitim Politikası, VI. Türk-Alman Gazeticiler Semineri, Ankara: Konrad Adenauer Vakfı.
Vassaf, Gündüz (1995). Cehenneme Övgü. (4th ed.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Atay, Tayfun (2007). Popüler Kültürden Kitle Kültürüne Çocukluğun Dönüşümleri. Popüler Kültür ve Çocuk. Ankara: Dipnot Yayınları.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/1160/13660.pdf
Holt, John (2000). Çocukluktan Kaçış. (Çeviri: Sinem Yılancı, Cihan Aksoy) (1st ed.). İstanbul: Beyaz Yayınları.
Yard. Doç.Dr. Fatma Keçeli
Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü
2 yorum
Pingback: Tweets that mention Çocuk Tiyatrosunda Anti Kahramanlara Yer Açılabilir mi ? | Mimesis -- Topsy.com
Ülkemizde çocuklara ahkam kesmek yerine, onların elinden tutan,onlarla empati kuran bir çocuk tiyatrosunun oluşma,gelişme sürecinde,bu çalışma bir “manifesto” gibi olmuş.Çok heyecanlandım.Gözler kulaklar,nefesler çocuklara dönsün;dinsin şu bilmiş gürültüler…Ellerine,kalbine sağlık Fatoş…Ne güzel bilimsel makaledir bu.