Nedim Saban
Geçtiğimiz akşam “Leyla’nın Evi” oyunun galasında, üç ay önce oyun çıkışında talihsiz bir motosiklet kazasında kaybettiğimiz arkadaşımız Onur Bayraktar’ı nasıl anacağımız, acımızı nasıl dillendireceğimiz konusunda epey düşünmek zorunda kaldık doğrusu. Ne acıdır değil mi insanın acısını anlatma konusunda bile acı duyması? Hele hele bir sanatçıya toplumda “ne derler, ne düşünürler” kalıplarından uzak yaşamak yakışırken!
Sanatı göze girmek, göze batmak için değil, gözlerin farklı görmesini sağlamak için yapmayı, toplumun yargısını, önyargısını değiştirmeyi hedeflerken, yukarıda çamaşır yıkayan komşu teyzeden korkarcasına davranmak, duygularımızı gemlemek, üzülememek ne acı, ne acı!
Sanatçı, toplumda yaşam biçimiyle tabii ki örnek olmalı, örnek oluşturmalı… Ancak, duygu eğitimi konusunda toplum önderliğine soyunan, düşüncelerinde ilerici olmak zorunda olan bizler, neden bu kadar korkağız? Sevgili Onur Bayraktar’ı galada bir gülle anarken, “onun ismini gazetede manşet olmak için kullandılar” tepkilerinden korktuğumuz için duygularımızı gemledik. Konuyu hiç açmasak, bu kez de “ne kadar hainler, kısa zamanda arkadaşlarını unutmuşlar” diyeceklerdi, sanki onu unutmak kolaymış gibi!
Defne Joy Foster konusunda da, ölünün ardından edilen lafları geçin, zavallı kızın acılı eşi için söylenenler, bir gün genç yaşında kaybettiği annesi ve belki de konu hakkında açıklamalarını yeterli bulmayacağı babasını sorgulamak isteyen zavallı çocuk açısından ne kadar talihsiz! Eşini kaybetmiş bir adamı acılarıyla birlikte eve kilitliyor, sokağa çıkar çıkmaz yargılıyor, karısının mezarına kadar takip ediyorsunuz. Karısının mezarını ziyaret etse bir türlü, gitmese bir türlü… Eve kapansa, “utandığı” için çıkamıyor, evden çıksa “utanmadığı” için çıkıyor! Ölen kız ise, zaten cinsiyetçi medya tarafından “utanmadığı” için ölmüş, ölmekle yargılanmış. Öldükten sonra tekrar öldürülmüş. Oysa belki ölen bir erkek olsaymış, böyle bir yargılanma, söz konusu bile olmayacakmış.
Türk Tiyatrosu o kadar “gelişti”, kökleri o kadar derinlere indi ki, yaşayanlar dururken, ölüler üzerinden tiyatro yapıyoruz. Ölülere rol biçiyoruz. Ölülere ve onların yakınlarına!
Yakında bu tip kast ajansları da kurulur. Merkezi Zincirlikuyu’da olan Toprak Yapım adında yerler…
“Yas” konusunda uzman psikiyatrlar varmış mesela. Bunların muayenehaneleri de mezarlıklara bakıyormuş, psikoterapi seansı sırasında Zincirlikuyu’yu görüyormuşsunuz. Vallahi, ileride bu tip ajanslar çıkarsa şaşmayın. Medyada bir iki kalem de rating getiren haber ile besler bunları, Ölü yıkayıcılık yaparlar, ölüden sinek çıkartırlar.
Milliyet’te Asu Maro var, aynı zamanda Sanat Dergisi’nin tiyatro editörlüğünü kendisine emanet ediyorlar! Bence talihsizlik. Milliyet Sanat Dergisi’nde araştırma yazıları yazıyordum, editör olarak başıma Asu’yu verdiler, ölümümde belki muhatap olurum ama hayatta bulaşmak istemediğim kişilerden olduğu için, 12 Eylül ile ilgili çok önemli bir araştırma yazımı Tiyatro Dergisi’ne pasladım Asu Maro, genelde “Salı sallanır” tipi d.j’liklerde gazetecilikten daha başarılı, müziği seviyor, küçük barlarda insanları coşturuyor, yani prensipte hayata ölümden daha bağlı olmasını beklersiniz. Ama geçen hafta Prag gezisi yansıtırken bile bir tiyatronun hastalık nedeniyle program değiştirmesinden nedense çok keyif almış.
Şimdi, Asu’nun yolundan gidenlere, ölü yıkayıcılığını bırakıp, bu ülkede sanat muhabirliği yapanların dirilere konsantre olmasını salık veriyorum. Hele hele ki, barlarda İron Maiden çalmıyorlarsa!
Türk Tiyatrosu’nda hala yaşayanlar var… Biraz onlara konsantre olalım.
Üstün Akmen Evrensel Gazetesi’ndeki bir yazısında, Macide Tanır’a hasta yatağından selam yolladı… Ardından, Ali Sirmen, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesini “iyileşin ki, benim yazılarımı eleştirin” diye bitirdi. Bu yazılardan sonra, Türk Tiyatrosu’nun en önemli oyuncularından biri olan Tanır’a ziyaretler arttı. Dönüşü olmayan MS hastalığıyla boğuşan Sevinç Aktansel medyanın gündemine geldi, bazı vakıfların ona sahiplenmesi daha kolaylaştı.
Tiyatro sanatçılarımızı bilmemne dizisinin annesi, teyzesi, şoförü, kapıcısı fakirlik eşiğinde, ölüm döşeğinde, hastalık pençesinde gibi başlıklara mahkûm etmenin, genç kızlarımızın şöhret olmak için, rolleri gerektirmediği halde baldırı çıplak, göğsü açık biçimde dizilerde, filmlerde ya da magazin programlarında, hatta bazen de sahnelerde oynamalarından ne farkı var?
Mesele mesleğin onurunu korumaksa, ölülerin arkasından rating almak, hastalara acındırmak değil ki!
Bu meslekte halen yaşayanlara sahip çıkmak…
98 yaşındaki en yaşlı Türk öykücüsü Peride Celal’in “Bir Hanımefendinin Ölümü”, Ayşen İnci tarafından oyunlaştırılmış. Sahnelemek için daha ne bekleniyor?
Vedat Türkali gibi önemli bir oyun yazarı, İstanbul depreminin politik yansımasını yazmış. Bu oyunu bırakın sahnelemeyi, bir ödenekli tiyatronun dramaturgu okuyup rapor yazma zahmetine katlanmayacak mı? Sosyal demokratlarımız yaşlı komünistlerden bu kadar mı korkuyor?
Ölülerin arkasından ağlamak, şaklabanlık yapmak, rating toplamak kolay.
Mesele, mesleğimizin onurunu hatırlayıp, sahip olduğumuz değerleri anlamak…
Ağaçlarımız ölecekse, ayakta ölsün.
Baykuşlar değil, verimli topraklar ağlasın.
Baykuş ses yapar sadece…
Toprak yepyeni ağaçların doğumunu muştular çünkü!