Nedim Saban
Tiyatro ustası Metin Serezli ile bir sohbetimizde, Türk Tiyatrosu’nun gerileme dönemini irdelerken, çöküşün 70’lerde Beyoğlu’nda art arda kapanan tiyatrolarla başladığı konusunda görüş birliğine varmıştık. Ben o döneme yetişemedim ama bir dönem İstanbul’da da Broadway ya da West End gibi bir tiyatro bulvarı olduğunu, tiyatro izleyicilerinin bir yandan caddede kahvelerini yudumlayıp, pastalarını tadarlarken, öte yandan her hafta başka bir oyun seçme şansına sahip olabilmelerinin, o oyunların afişlerini, fotoğraflarını görmelerinin, biletlerini alabilmelerinin metropollere yaraşan büyük bir medeniyet ölçüsü olduğuna inanmıştım. Kadıköy’de darbe dönemlerinde bile Tevfik Gelenbe, Enis Fosforoğlu, Hadi Çaman Tiyatrosu’nun sinerjisi tiyatroya farklı bir renk katarken, eski Beyoğlu’nun sanatımıza kattığı dokunun ne denli büyüleyici olduğunu tahmin edebiliyorum.
Tiyatronun, halk ile bütünleşmesine inanan, 16 yaşında tiyatroyu sokağa taşımış bir sanatçı olarak, ‘her semte tiyatro’ ilkesine tabii ki inanırım, ama bir kentin merkezinde tiyatro olmazsa her semtinde tiyatro olsa ne yazar, olmasa ne yazar? AKP’nin sanat politikasında, her semtte tiyatro açmak var tabii, özellikle de oyların yoğun olduğu bölgelerde, ancak kentin rant yönünden zengin bölgeleri hızla sanat dışı işler için peşkeş çekilmekte.
En son örnek de: Karaca Tiyatrosu!
Buna şaşırdım mı? Doğrusu şaşırmadım. Beyoğlu’nda, Alkazar Sineması, Emek Sineması, Taksim Sahnesi, Atatürk Kültür Merkezi’nin ardından Karaca Tiyatrosu’nun da bir gün rant alanına dönüşeceği konusunda kuşkum yoktu doğrusu. Bu konuda bir yazı da yazmıştım zaten.
Karaca Tiyatrosu’ndan harika bir otel çıkacağına eminim. Özellikle üst katlardan nefis manzaralı odalar çıkacaktır.
Beyoğlu’nda en çok sevdiğim mekânlardan biri, eski Leb-i-Derya’dır. Karaca Tiyatrosu’nu yıkmayı ve yüksek bir otel yapmayı becerirlerse, tepesine de Leb-i-Derya tadında bir roof bar dikebilirler. Bu mekânda alkol tüketilir mi, tüketilmez mi tartışmasını yapmaya bile gerek yok, otel alanı belediyedeyse tabii ki hayır, ama belediyenin elinden çıkıp satıldığı zaman, alkole de evet tabii ki!
Ferhan Şensoy, 1985’te “İstanbul’u Satıyorum” diye bir oyun yazmıştı, memleketin peşkeş çekilmesiyle ilgiliydi… O dönemler, yeni liberalleşme zamanında, başı Özal hükümetiyle derde girmiş miydi sanmam ama, bu yazının yazıldığı saatlerde, Beyoğlu Kumpanya üyesi 16 sanatçı temmuz ayında Çatalca’da oynadıkları ‘Ülkemizden’ adlı bir oyunda ‘Tayyip Blues’ adlı bir şarkıda başbakana “işportacı” dedikleri için yargılanıyor. Bu şarkının sözlerine katılmak ya da imza atıp atmamak ayrı bir şey ama, gönül Dolmabahçe’de Rektörler Toplantısı’nda “ben hiçbir öğrenciye dava açmadım” diyen bir başbakanın, dava ettiği 16 öğrenciyle mahkemede değil, sanatsal arenada karşılaşmasını isterdi. Oyun oynandığı sırada AKP’li bir işadamının kulisi basması ne yazık ki artık günümüz Türkiyesi’nin alışılagelmiş bir manzarası, bir işadamının bu hoyratça davranışını belki partiye yaranmak olarak biz hoş görebiliriz ama ‘düşünce özgürlüğü olmaması nedeniyle hapislerde sürünmüş’ bir başbakanın hoşgörüsüzlüğü gerçekten üzücü! Beyoğlu Kumpanya’nın oynadığı oyunda yer alan ‘İşportacı Tayyip’ şarkısı hakaret dolu sözler içerebilir, bir dönem Karaca Tiyatrosu’nda oynanan ve Beyoğlu Belediyesi’nce hemen kapı dışarı edilen ‘Laz Marks’ başbakana sövgüler yağdırabilir, maçlardaki yuhalamalar moral bozucu olabilir ama demokrasi, hor görmek değil, hoş görmek üzerine kurulmalıdır. Kaldı ki, ileri demokrasilerde hoşgörü de son derece kötü ve aşağılayıcı, dışlayıcı bir sözcük. Demokrasiye dostunla, düşmanınla beraber yaşama kültürü mü desek, sanatçından öğrenme kültürü mü desek, sanatçını bir yağcı olarak değil, bir doğrucu olarak kabul etme kültürü mü desek acaba?
Karaca Tiyatrosu’ndaki uygulamalarda, AKP’nin bunu yapmayacağı, yapamayacağı, yapmaya niyeti olmadığı besbelliydi. Karaca’yı iyi ki yıkıyorlar, yıkmasalar, mutlaka adını değiştirmelerini önerecektim çünkü.
Muammer Karaca bir halk sanatçısıydı. Oysa, bu sütunlarda, o tiyatronun bir parti merkezi gibi kullanıldığını, sanatçının adına yaraşmayacak biçimde siyasi toplantılara alet edildiğini yazmıştım. Muammer Karaca Tiyatrosu, bir yandan Karaca’nın adına yaraşmayacak biçimde kullanılıyor, öte yandan çürümeye terk ediliyordu.
Sergilenmek istenen oyun ortadaydı: Atatürk Kültür Merkezi’nde olduğu gibi binanın harap halde olduğu, depreme dayanıklı olmadığı, altyapısının sağlam olmadığı, otel olursa topluma çok daha faydalı olacağı inandırılacaktı.
Tiyatro camiası, uzun zamandır Karaca Tiyatrosu’nun neredeyse bir parti merkezi olarak kullanılmasına, bu mekânın tiyatro dışında siyasi amaçla kullanılmasına sessiz kalmıştı. Tiyatro camiası, bu kez Dostlar Tiyatrosu’nun salonsuz kalmasına sessiz kalmıştı. Tiyatro camiası, Genco Erkal’ın genel provaları esnasında baskıya uğramasına, sessiz sedasız biçimde sindirilerek buradan kendi kendine gitmesi için kurulan tezgâha sessiz kalmıştı. Tiyatro camiası, Muhsin Ertuğrul, Feridun Karakaya gibi ustaların kemiklerinin sızlamasının ardından bu kez de Muammer Karaca’nın mezarından gelen çığlığı duymuyordu. Sustukça sıra, 16 tane gencin kulislerinin basılmasına, seslerinin kısılmasına geliyordu.
Beşikten mezara her yeri korku kaplıyordu. Sadece baykuşlar böğürüyordu.