‘Dini Tiyatro’ Olur mu Olmaz mı?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Sümeyye Karaarslan’ın Engin Noyan ile yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.)

-Türk tiyatrosunda dini öğeler var, ve bunlar kötülenmişler, çünkü öyle görülen bir din anlayışı var. Mesela, tezde incelediğim bir Ahmet Rasim oyunu var, Falaka isminde. Yazarın anılarını Doğan Korkmaz oyunlaştırmış. Anılar hep falaka, camide geçen kötü anılar üzerine. Fakat, bir yandan şu da var, zamanında verilmiş fetvalar söz konusu. Sahneye çıkan, şu rolü yapan kişi ne olur, diye soruluyor mesela fetva makamına, imandan çıkmış sayılır, ve hatta karısı boş sayılır, denilmiş.

Şimdi, fetva, hangi tarihte, kim tarafından verilmiş? Suali soran kim? Fetvaların bilinmeden genelleştirilmesi, içine düştüğümüz en büyük hatalardan bir tanesi. 

-Ama, o dönem için baktığımızda, yeni bir sanat geldi ve böyle fetvalar verildi..

O zaman tiyatro adına Türkiye’de, yani Osmanlı mülkiyeti içerisinde sergilenen kepazeliklerin karşısında, o fetvayı ben de veririm. Adam gibi bir tiyatronun, adam gibi bir bakış açısıyla sergilenmiş bir oyunun karşısında, ben hiçbir muhdinin böyle bir fetva verebileceği kanaatinde değilim. Bir de ne uydurdular bakın, siz belki bunlardan arınmış olarak büyüdünüz ama biz böyle büyümedik. Biz cahiliye toplumundan geliyoruz, Ramazan eğlencesi diye bir şey uydurdular bize. Neydi Ramazan eğlencesi? TRT yıllardır bu gösterdi bize, siyah beyaz günlerinden beri.

Neydi Ramazan eğlencesi? Kantocu kadınlar. Sergiledikleri şey nedir, nedir kanto denilen şey? Sahneye çıkmış bir kadın, üstü başı İslam’ın hiç uygun görmediği bir şekilde açılmış, erotik bir dans eşliğinde, erotik metinler söylüyor. Ne zaman yapıyor bunu? Mübarek Ramazan’da. Mübarek Kur’an’ın nazil olduğu ayda, Müslümanlar böyle bir eğlence yapıyorlar, öyle mi? Ramazan eğlenceleri yok muydu? Vallahi vardı. Kim yapıyordu bu eğlenceleri? Mübarek Ramazanda hayatın geneline bir “dur” dendiği için, insanlar bir nefse yönelik bir hesaplaşma içine geldikleri için, böyle bir sürece girdikleri için, bundan nasibini almayan gayri Müslimler elbette ki sıkılıyorlardı, kendilerini eğlendirmek için, onlarca hiçbir mahzuru olmayan, onların itikadınca, dinlerince değil, itikadınca mahsuru olmayan bir takım görüntüleri seyretmeye gidiyorlardı. Onlara özenen ve dinî anlamda hiçbir duyarlılık sergilemeyen ama kendini Müslüman olarak tanımlayan bir takım zıpırlar da, onları seyretmeye gidiyorlardı. Yoksa mübarek Ramazanda, teravihten çıkacak da bir Müslüman, seksen kiloluk bir Ermeni kadının, affedersiniz kalçasını sallayarak, göğüslerini göstererek ettiği edepsiz şeyleri seyredecek, öyle mi? Böyle bir şey mümkün mü? Bunda hiç mantık diye bir şey yok yani. Bunu yapan varsa yani, teravih falan da kılmasın. Boş yere namaz kılmasına da gerek yok.

Dolayısıyla, o dönemde tiyatro olarak görülen şeyler, bu kepazeliklere karşı fetvalardır. 

-Şey gibi mi bu, matbaa ilk çıktığında bazı sebeplerce yasaklanmak durumunda kalınmış, sonradan serbest kalınmış..

Bir ihtimal. O müftü efendi, “Ben gidip bir tiyatro göreyim de, nasıl bir şeymiş, ona göre fetvamı vereyim” deyip de tiyatro nerede diye gidip o dönemin bu bahsettiğimiz oyunlarını seyretmişse, vallahi o fetvayı ben de veririm, kimse kusuruma bakmasın. (Gülüyor) Burada tanımları netleştirmek lazım. Ne o adamları suçlamak, ne de “İslam sana karşıdır” sonucuna varmak. 

-Peki, günümüzde şu anda hâlâ aynı  duruşu savunanlar var. Mesela, hâlâ  kadının pantolon giydiğinde erkekleştiğini iddia edenler var.

Hayır, kadınlar pantolon giyebilir. Kadınların pantolon giymeleri, erkeklerin pantolon giymelerine göre daha caizdir. Erkeğin fıtratına, biyolojik yapısına aykırıdır. Erkeğin pantolon giymesinin tek sebebi, binici kavimlerde, at binen kavimlerde bacaklarını korumak içindir. Başka hiçbir anlamı yoktur. Kadın pantolon giyer ve ona göre tesettürünü üzerinde uygular, ki aynı tesettür harfiyen erkek için de geçerlidir. Afedersiniz poposunun hatlarını gösteren bir pantolon giymek, bir kadın için ne kadar caiz değilse, bir erkek için de o kadar caiz değildir. 

-Hâlâ  tiyatroyu caiz olarak görmeyen, kabul edilemez, diyen insanlar var.

Onlar var ve hep olacak. Geçin onları. Bu din bize Allah (cc) tarafından, kendi anlayışlarımızı geliştirebilme, ictihad kapısını açmıştır. Bunu yapabiliriz biz. Ama, kural şudur, İslam hukukunun sarsılmaz temellerinden biri olan, “İctihad ictihadı nakzetmez”. Bir ictihad, bir başka ictihadı bozmaz. Bir Hanefî fakih, kalkıp da, “Şurada yeni bir midyeci açılmış, İzmir usulü yeni bir midye yapıyor, ben bundan yiyebilir miyim” diye sorsa, “Tahrimen mekruh, katiyen yiyemezsin” demekle işi bırakırsa, halt eder. İmam-ı Azam’a göre böyledir, İmam-ı Şafii hazretlerine göre caizdir. Ben karides yiyebilir miyim, midye yiyebilir miyim, suali, biz Malezya’da doğmuş olsaydık, gündemimizde böyle bir fetva olmayacaktı. Biz, Hanefî İslamı’nın yaşandığı bir toplumda doğduğumuz için böyle endişelerimiz var. Dolayısıyla, bütün mesela gelip nereye dayanıyor? Dayatma noktasına dayanıyor. Benim ictihadım bu. Dayatamam ama. Tercihini yaparsın. Ya buna uyarsın, ya buna uyarsın. Müminler birbirlerine güvenecekler. Bütün mesele orada. 

-Üniversite eğitiminizi almadan önce, bazı hassasiyetlere sahip olsaydınız, yine tiyatro eğitimi alır mıydınız?

Tiyatro eğitimi almaya ben biraz yönlendirildim açıkçası. Benim aslında hayatımın hedefi falan değildi. Ben aslında arkeoloji, sanat tarihi okumak istiyordum. Beni ilgilendiren alan buydu. Allah taksiratını affetsin, Haldun Taner, ben onun eline doğup büyüdüğüm için, benim Haldun amcamdır o. Gençliğinde bir ara sanat tarihi okuyan biri olarak bana dedi ki: “Sen deli misin, senin gibi kabiliyetli bir adamın, bir sanat tarihçisi gibi, tamamen pasif olan, arkeoloji gibi, gürültüsü patırtısı olmayan bir alanda olması ne kadar yanlış. Sen tiyatro oku. Çünkü sen yetenekli bir adamsın. Yaparsın” ve ben o şekilde tiyatro okudum. Bugün bir mümin ya da mümine bir Müslüman bana gelip sorsa, ki soranlar oluyor. “Hacıamca, biz tiyatro okumak istiyoruz, ne dersin?” Bir amatör, mini fetva arayışı içindeler. Ben fetva makamı değilim, görüş belirtebilirim ancak. Onlara şunu söylüyorum, dramaturgi, yani tiyatro bilimi ile ilgili alan, Ankara Dil Tarihte, İstanbul’da, İzmir’de, o alanlarda okumak istiyorsanız, mutlaka okuyun. Buna ihtiyaç var. Bu alanda söz sahibi Müslümana ihtiyacımız var. Fikir beyan ettiği zaman, “kusura bakma, ben bunun mektebini okudum” diyecek adama ihtiyacımız var. Konservatuarda okumanızı ve oyunculuk eğitimi almanızı, hâlihazırdaki konservatuar yapılanması içinde, uygun görmem, derim. Müslümanlar kendi konservatuarlarını kurdukları zaman, elbette ki oyunculuk eğitimi de alabilirler. 

-Son olarak da, dinî tiyatroya bakalım. Bir zamanlar, 90’ları  kastediyorum, dinî tiyatro diye bir şey var mıydı? Ya da şimdi var mı?

Aslında, tiyatronun özüne doğru inersek birazcık, tiyatro zaten dinî bir şey. Bir ritüel aslında tiyatro. Tiyatronun çıkışı o. Özünde böyle bir şey var yani. Ama, dinî tiyatro demek yerine, dinî konuları ele alan tiyatro demek daha doğru olur. Ki, olumlu ve olumsuz yönleriyle tiyatroyu ele alanlar var. Biz olumlu yönleriyle bakanları konuşuyoruz. Elbette böyle tiyatrolar var, ama, benim bu tiyatroları çok fazla seyretmişliğim yok. Birkaç tanesini hasbelkader gördüm ve rahatsız oldum. Tiyatro bir kere, tiyatro ortamında olmalıdır, sinema salonunda tiyatro olmaz. Parkta tiyatro oynanır. Açık havada, sokakta tiyatro oynanır. Feriştahı oynanır. Deniz kıyısında, plajda tiyatro olur. Ama, sinema salonunda tiyatro olmaz. 

-Dolayısıyla, bu konuda yetersizlikler çok ciddi sorun galiba.

Yetersizlikler.. Hep aynı yere geliyoruz, metodoloji eksikliği. Yani, kendi teorimiz, kendi dramaturgimiz, oyun teorisi, sahne teorisi, oyunculuk teorisi henüz oluşmadığı için, müslümanların yapabildikleri, en azından Türkiye’den bahsediyorum, din temalı tiyatronun henüz oluşmadığı kanaatindeyim. 

-Peki, yapılır mı?

Niye yapılmasın? Oturur insanlar, bir araya gelir, yapar. Ama buna zaman ayırmak lazım. Yani, “hadi bakalım benim aklıma geldi, böyle yapalım” değil. İnsanlar oturacaklar, zaman ayırıp düşünecekler, nasıl olması lazım, diye. Sözgelimi, senin tezinde de var sanırım, benim kanaatim oraya doğru yönleniyor yavaş yavaş, meddah anlatımını bugün çok çarpık şekilde kullanıyorlar. Tamamen yanlış. Meddahın modifiye edilmiş, geliştirilmiş şekliyle, dinî metinleri, dinî bir görsel-işitsel sanat haline dönüştürmenin aracı olabileceği kanaatindeyim. Yeni bir meddahlık teorisinin geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyim ben. Çünkü insanlar dinler.

Biraz uç noktada bir şey söyleyeceğim ama olsun, söylenebilir, camilerdeki vaizlerimiz, biraz meddahlıktan nasiplerini almış olsalardı, Cuma vaazlarında caminin dörtte üçü horul horul uyumazdı. Bu kadar basit. Hatta ben bir ekip kurmaya karar verdim bir ara. Uçuyorum ya ben teorilerle falan, bir takım adamlar yetiştirelim dedim, genç, konservatuar eğitimi almış insanlar. Konservatuardan kastım, oyunculuk bilen kişiler. Bunları yaz mevsiminde kahvelere gönderelim, meddah olarak, gelsinler, oraya otursunlar. (Kendisi de meddah taklidi ile oturuyor). Desinler ki, “Hz. Ali efendimiz bir gün şöyle dedi…” “Çaylar benden, kahveler benden” diye başlasın anlatmaya yani.. 

-Ekmek Teknesi dizisindeki Heredot Cevdet tiplemesi gibi mi?

Bilmiyorum o tiplemeyi. 

-Hasan Kaçan’ın yazdığı ve oynadığı  bir tiplemeydi. Kahvede hikaye anlatan bir tipleme..

Ha evet, çok methettiler fakat izlemedim o diziyi. Demek ki, aklın yolu bir. 

-Bir gün yolda bir genç kız görmüşsünüz, üzerindeki siyah tişörtte İngilizce olarak ahlakdışı  bir sözler yazıyormuş. Siz de, madem böyle bir şey var, bunun İslam’a uygununu yapalım, dediniz ve siyah tişörtler bastırdınız, üzerinde İngilizce “peygamberimi seviyorum” ya da “kuran oku, dinini şarj et” gibi sözler yazan. Tiyatroda da, madem var, bunun da kendimize göre olanını bulalım, mı dediniz?

Bakmamız lazım, biz bunu yapabiliyor muyuz, diye. Nasıl yani, yapmayalım mı? Bakın baleyi yapamayız, o belli. (Gülüyor) Ama bu, bizim yapabileceğimiz bir şey. Mesela, rap denilen müzik nedir? Kafa tutma müziğidir yani, a’dan z’ye argodur yani. Şimdi, müslümanda şu kaygı var, “acaba ben şarkı söylersem, bu durum caiz mi” Ama bu rap müzikte, “bu teknik ve İslamî açıdan bana yakın” dedi herif. “Şarkı söylemiyorum ki, diyebilirim bazı fetvalara karşı.” Ne yaptılar? Gençlerin arasında, Müslümanların arasında en yaygın olan müzik rap müziği oldu. Aynı metotla, aynı teknolojiyi kullanarak. Ama o herifin yaptığı gibi affedersiniz uygunsuz şeylerden bahsetmiyor da, elini kalbine götürüyor. Yapıyor! 

-Ya da, onların Tarkan’ı varsa, bizim de Sami Yusuf’umuz var, gibi bir durum mu?

Onu bilemem. 

-Bale yok, resim-müzik kısıtlı, sanki biz ve onlar gibi bir ayrım oluyor burada..

Ama kusura bakma güzel kızım, mübarek Kuran söylüyor bunu. Şimdi bir dakika yani, biz hayata hangi perspektiften bakacağız? Demokrasi ve insan hakları perspektifinden mi, Kuran persfektifinden mi bakacağız? Kuran’ın demokrasi ve insan hakları persfektifiyle, beşer tarafından oluşturulmuş bu perspektifin özdeşleşen yönleri var, ona aykırı olan yönleri var. “Dûnunuzdakiler” diyor Allah (cc). Al-i İmran 118’de, “Dûnunuzdakileri sırdaş edinmeyin” diyor. Dûn ne demek? Aşağıda olan, sizden daha aşağıda olan, demek. Dûnya gibi. Kim bizim dûnumuzda olanlar? Bütün gayrimüslimler. Hristiyan bilmemne falan değil, gayrimüslimler. Rabbine teslim olmamış kaç kişi varsa, hepsi bizim dûnumuzdadır. E, ama bu insan haklarına aykırı! Öyle mi? 

-Evet, aykırı.

Ama Allah (cc) diyor ki, izzet ancak Allah’ın, Rasulünün ve müminlerindir diyor. Yani, bir Budist izzet sahibi değil mi? Kur’an’a göre yok. Yani biz, ölçüyü nereden aldığımıza karar vermek zorundayız. Allah (cc) diyorsa, öyledir. Bunun adı imandır işte. Ben o ayet-i kerimeyi ilk okuduğumda, Al-i İmran 118’den 120’ye kadar giden bir bölümdür o başlı başına, adamın tüylerini diken diken eder yani. İlk sorduğum sual şu oldu: “Rabbim, bizim Bohor’un annesi de dahil mi buna? Aynı mahallede büyüdüğüm gayri Müslim çocuğun annesi. Beraber çorba içtik, ben onların evinde kaldım. Bisikletten düşüp, kafamı yardığım zaman onların anası beni hastaneye götürdü, dikiş attırdı. Bana şefkat gösterdi, hediye eksik etmedi. Evimize girip çıkardı, o da mı dahil?” 

-Dâhil miymiş?

Allah diyor ki, evet. 

-Yaptıkları  bütün iyiliklerin hepsini çöpe atıyoruz.

Biz değil. “Boşa gider” diyor. Dört tane ayet var bu konuda. Çünkü Asr suresi denilen, İmam-ı Şafii Hazretlerinin “Mübarek Kur’an’dan başka hiçbir şey gelmemiş olsaydı, bu yeterdi” dediği sure var. Söylerken tüyleri diken diken oluyor insanın. Bunu bir adam söylese, tavır koyarlar. “Sen vahyin geri kalanını inkâr mı ediyorsun?” diye. Dikkat edin, o surede iman ile salih amel bir arada zikredilmiştir. İman var, salih amel yok, hayırlı yolculuklar! salih amel çok, iman yok, hayırlı yolculuklar! Allah (cc) bizim hoşumuza gitsin, bizim işimize gelsin diye kuralları koymuyor. O kuralları koyuyor, o kurallar bizim işimize gelse de, hoşumuza gitse de, gitmese de, biz ona iman edeceğiz. Emin olacağız. Bakın meallerde, iman yerine inanç kelimesini kullanıyor bazıları. Çok büyük bir hata. İnsan yalana da inanır, ama yalana iman etmez. Emin olması lazım. O öyle diyorsa, öyledir, bitti. 

-Röportaj için çok teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim. İşlerinizde başarılar.

Dünyabizim.com

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.