Melih Anık
Onur Bayraktar’ın ölümü bir tartışmayı alevlendirdi. Saldırı amaçlı bir takım ifadeleri konumuz dışında tutarak nesnel bir değerlendirmeyi tartışmak zor ama, denesek olmaz mı?
Tartışma önce “Babam ölürse sahneye çıkmam” ile başladı. “Oyunculuğu kutsallaştırmayın, o da bir iştir. ‘Ölüsü’ olan bir marangoz işini yapıyor mu?” denildi. Bu ifadeyi ciddiye alırsak mademki oyunculuk, marangozlukla eş tutulabilecek bir iştir o zaman iş ve taahhüt açısından konuyu ele almak yani maddi bir değerlendirme yapmak gerekmez mi?
Diyelim ki milyon dolarlık bir mobilya taahhüdüne imza attınız. Malı zamanında teslim etmezseniz ceza yiyeceksiniz, belki de piyasadan silineceksiniz. Ne yaparsınız? Karşınızdakine “Babam öldü siparişleri zamanında teslim edemeyeceğim” mi dersiniz yoksa cenazeniz ile ilgili dini görevlerinizi yerine getirip işinize geri mi dönersiniz? (“Dükkânımdan ekmek yiyenlerin rızkına mı mani olsaydım” da diyebilirsiniz.) Taahhüdün yerine getirilmesi için yapılması gerekenin yapıldığını biliyoruz. Yani işin içinde ‘taahhüt’(‘pazar yani market’) varsa, önce kendi gereksinimlerini düşünür insanlar, babanızı değil. Zincir birbirine bağlı halkalardan oluşuyor. Mademki oyunculuk da marangozluk gibi bir iştir ve o da piyasa kurallarına tabi olmalıdır. (Zihin sorusu: Tüm biletleri satılmış oyununuzda oyuncunun değil de ışıkçı ya da ışıkçının babası öldü. Perde açılsın mı?)
Kaybettiği sevdiğinin heykelini yontarak acısını avutan bir marangoz düşlemek bana iyi gelse de son olayın maddi çerçevesini düşünelim isterseniz.
Onur Bayraktar’ın vefat ettiği tarih itibariyle Tiyatrokare’nin bir aylık taahhütlerini bağlamış olduğunu gördüm. Böyle durumlarda, gazete ilanları verilmiş, dekor taşıma, turne otelleri ‘bağlanmış’tır. Salonlara kira sözleşmeleri gereği olan borçlar ile satılan biletler ile ilgili (ne kadarsa) bilet satış komisyonları da ‘tahakkuk etmiş’tir. Yani tiyatro dünyasında, ‘yarım yamalak’ da olsa kurumlar oluştukça iş daha da zorlaşmaya, salt patronun keyfine kalmamaya başlıyor. Zaten zar zor ayakta durmaya çalışan tiyatro dünyamızda ertelenen her sözleşme bir kişiyi değil bir ‘zincir’i ilgilendiriyor. Bu nedenle herkesin (patronun, yazarın, yönetmenin, oyuncuların, salon sahiplerinin, bilet satışı yapan aracı kurumların vb) aynı görüşte olması lazım. Yani kararı ilgilendiren geniş bir çerçeve söz konusu. Bir an için tiyatronun ‘sanayi’leştiğini ve oynanan oyunun tüm sezon biletlerinin satıldığını hayal edin. Ya da diyelim Londra’ya müzikal seyretmeye gittiniz ve oyuncu ya da babası öldü, ne düşünürsünüz? (O tür oyunlar için kadrolar da ‘yedekli’ oluyor. Perde açılıyor ve kimse John’u ya da babası Paul’ü aklına getirmiyor. Siz (seyirci) de getirsin istemiyorsunuz zaten.) Gene aynı şekilde mi düşünürsünüz? Bunları düşünmeden yapılacak öneriler ‘bekâra karı boşatmaktır.’
“Yahu biz 1-2 gece kapansın demiştik, biz evdeki mutfağı yapan Adem’den başka ‘marangoz’ bilmeyiz, o da milyon dolarlık müteahhit değil, tiyatro da okyanusta fındık kabuğu sen de işi çok büyüttün” diyenleri duyuyorum. Biz burada prensipten bahsediyoruz. Acı (yas) kime göre ne kadar sürer? Ölüye saygının kapsamını kim tanımlayabilir? Oyun arkadaşının (oyuncu, ışıkçı vb) gidişine kaç günde alışırsınız? Sevgili, ne sürede unutur? Hayranlarınız ne zaman hatırlar sizi bir daha? Ana baba “Perde hiç açılmasın” dese yeridir. “Perdeler açılmasın” diyenlere bu sürenin kaç gün olması gerektiğini de sormak gerekmez mi? Yedisi mi çıksın kırkı mı? Bazı inanışlarda gün sayıları önemlidir. Nâzım “En çok bir yıl sürer ölüm acısı” demiş. Yaşayıp görseydi ne derdi acaba?
Kapıya gelen seyircilere “Biliyorsunuz bir oyuncumuz öldü, bu akşam oyunu oynamayacağız” denmesini ve seyircinin anlayışla karşılayacağını belirtenler var. (Işıkçınız ya da babası ölse ne olur acaba? ) Neden kapıya gelmiş seyirci? Haberdar olduğu halde kapıya gelmiş olması yargılamamız gereken bir konu değil mi! Seyirci haberdar olsa da kapıya gelir. Biletinin encamını merak eder. Gişeye telefon eder oyun oynanacak mı diye. Baktı ki bilet “sağlam”, acıya ortak olur. Oysaki acı her şeyden bağımsız, tek başına yaşanır. ‘İçin acımışsa’ kapıya kadar gitmezsin bile. Bilet parasını mı düşüneceksin! Öte yandan haberdar olmayıp kapıya gelen herkesin öneriyi kabul edip etmeyeceğini de dikkate almak gerekmez mi! “Bana ne kardeşim senin ölünden ben oyunu seyredeceğim” dese ne yapacaksınız? Herkes sizin acınızı paylaşmak durumunda mı! Unutmayın oyunculuk marangozluk gibi bir iş ve siz müşteriye istediğini vermek durumundasınız. Geri kalan her şey ‘duygusal atraksiyon’ olur. (Aman yanlış anlaşılmasın ben örnek veriyorum, düşüncem bu değil.)
‘Perde açılsın açılmasın’ tartışmalarının yapıldığı bir ortamda kapısına geldiği tiyatroda oyuncunun babası öldüğü için oyun değiştiriliyor ve seyirci, o oyun yerine konulan oyunu seyrediyorsa; ya da ölen oyuncunun yerine bir başkası eline metni alıp onun yerine sahneye çıkıyor ve de seyirci biletini “yakıp” evine geri dönmüyor, oyun seyredildikten sonra “perde açılmamalı”yı tartışıyorsak bunun anlamını ben söylemeyeyim. (“Timsah gözyaşı” hafif kalır.) Bu konuda seyirciye de bir görev düşmektedir: Biletini yakmaya, yenisini almaya razı olarak acıya ve maliyete destek olmak. Tiyatro topluluğu da biletini yakanlar için daha ucuz bedelle ek gösteri yaparak şükran borcunu öder. Bu tür adı konulmamış jestleri yapamayacak toplumlarda “kahramanlık” şovları trajediyi komediye dönüştürür, tartışmaları da olmadık yerlere götürür. Pratik ve pragmatik cevap salondaki seyirci sayısındadır. (Onur Bayraktar’ın ‘olmadığı’ o ilk gece salonda kaç kişi vardı merak ediyorum doğrusu.) Seyirci satın aldığı biletin karşılığını almak için salona geliyor ve yerine oturuyorsa perde açmaktan başka bir çare yoktur. “Perdenin açılması” salt sanatçının kendi başına vereceği bir karar değildir. Unutmayın! Oyunculuk marangozluk gibi bir meslek (değil miydi), seyirci müşteri ve tiyatro taahhüdünü yerine getirme durumunda. Müşteri de gelmiş sahneye bakıyor, “defolu mala” da razı.
Biz 10 Kasım’ları matemle geçiren ve radyodan klasik batı müziğini yas müziği olarak dinleyen bir nesilden geliyoruz. Hatırlayın ne denilmişti? 60 yıllık yas geleneği nasıl kalktı hatırlıyor musunuz? Yas bizim inancımıza göre günahtır.
Daha önceki bir yazımda (Evet Kutsala Dokundu) düşüncelerimi açıklamış oyunculuğun marangozluktan farklı olduğuna inandığımı belirtmiştim. O yazıda sanatçı duyarlılığının altını çizip, “vulgar ve Vandal” bir ifade kullananların benim beklediğim tiyatroyu yapamayacağını, tiyatronun duyarlılık mesleği olarak “teselli eden” olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Oyuncu, dostluk, vefa, doğruluk, fedakârlık, kutsal gibi insanî değerlerin altını oymamalı, sarsmamalı, mesleği ayrıştırmamalı, yerle bir etmemeli, fırsat avcılarına imkân vermemelidir. Ama “maymunlaşmaya hazır beden”lerin bunu anlayabileceğinden de kuşkuluyum.
Ölen arkadaşlarını toprağa verdikten sonra bir araya gelip yemek yiyip, içki içip onu anarak bir tür ‘ritüeli’ yaşa/y-t/an kaç kişi tanıyorsunuz? Benzer olarak, inancın gerekleri yapıldıktan sonra sonsuzluğa giden bir oyuncunun anılacağı yer sahne; bu da, yemek masasındaki oyuncuyu anmak için yapılacak muhabbetin bir seçeneği olamaz mı? Ben oyuncu olsam ruhum sahnede kalabalıklar içinde dolaşsın isterim. Rol arkadaşları da acıyı paylaşarak (omuz omuza) hafifletirler, nasıl çıkarsa çıksın oyun, o gece bir başka olmaz mı!
Bu toplum, oyuncusunu, son yolculuğunda sahneye çıkarıp alkışlayarak, uzun uzun ‘yalan’ tiratlar ‘döktürerek’ yani ‘rol keserek’ yani son bir ‘oyun’ ile sonsuzluğa uğurluyor, sahne (kamera) ışıkları sönünce her şeyi bir sonrasına kadar ‘unutuyor’. Tiyatrocuların gidenin arkasından (ve de kendi aralarında) yaptıklarının, bu toplumda ‘tiyatro yapmak’ gibi bir algının oluşmasında katkısı yok mudur sanırsınız?
Şimdi her ölümden sonra oyunculara sorulan “Perde açılır mı?” sorularına verilen cevapları, sanayi kuralları oluşuncaya kadar, bir anlamda ‘vasiyet’ diye anlasak mı acaba? ‘Açılır’ diyenler için -oyunu olsun olmasın- o gece (bulunabilirse bir) tiyatroda toplanılır özel bir anma gecesi düzenlenir diğerleri için ise herkes acısını kendi başına kendi istediği şekilde yaşar. Kimi için yemek yenir, içki içilir, kimi ise bir gitti mi unutulur, adını bir daha ananı olmaz. Gidenin arkasından dua da edilir beddua da.. Düşünsenize ilk gece çok önemli ama sonraki yıllarda hatırlanmıyorsunuz bile. Oyunculara sorun bakalım ne isteyecekler kendileri için? ‘Oyuncunun şanslısı sahnede ölür’ denir ya sahnede ölmek isteyen “oyun yarım kalsın” demek istememiştir değil mi? Bunu da “maddi” olarak anlarsak “son nefesime kadar işim olsun” demiştir herhalde (!)
Önemli olan acıyı ne kadar derinden hissettiğinizdir. Bunun perdenin açılması ile ilgisi de yoktur. Sahnede öyle bir durursunuz ki acı, tüm seyredenlerin yüreğini dağlar. Acı paylaşıldıkça hafifler, “melek” olup giden arkadaşınız da ‘gördükleri’ karşısında “ne güzel öldüm” bile der, ne dersiniz?
Oyun seyrederken ölürsem ne yapılması gerektiğini söylemiştim zaten.
Önemli olan samimiyettir gerisi laf-ü güzaftır.
Not:
Ey Oyuncu!
Senin işinin kökeninde kurban, ölüm törenleri, yeniden doğuş, ruh ve bedenin ayrılması üzerine ritüeller, mitler var. Belki bir ‘marangoz’un ölüm töreni de vardır kimbilir.