Üstün Akmen
Rus yazar Anton Çehov’un (1860–1904) klasik başyapıtı “Vanya Dayı”, yazarın doğumunun 150. yılında Tiyatro Pera tarafından ilk kez 15 Mayıs 2010’da 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelendi, 2010–2011 sezonu oyunu olarak da sahnelenmekte. Çehov’un “Köy Yaşamından Sahneler” adını da verdiği oyun, 19. yüzyılın devrim arifesini yaşayan Rusya’sında, değişmekte olan siyasal sistem ve sınıfsal değerlerin toplumsal yaşamda yarattığı uzlaşmaz çelişkileri, bir köy çiftlik evi yaşantısının içinden örneklerle yansıtır. Aydınların/yarı aydınların köy yaşamının tekdüzeliğine sıkışmış dayanılmaz yaşamları, monotonluk, tembellik, umutsuzluk ve mutsuzlukla kuşatılmışlıkları, Vanya’nın öyküsünü oluşturur.
Çehov’un 1896 yılında yazdığı, ilk kez 26.10.1899 tarihinde Moskova Sanat Tiyatrosu’nda Stanislavski tarafından sahneye getirilmiş olan “Vanya Dayı”, Tiyatro Pera’da Nesrin Kazankaya’nın yorumuyla 1904 yılında ve iki gün içinde geçmekte. Program kitapçığında, ayrıca oyunun çevirmeni de olan Nesrin Kazankaya, oyunu 3 bölümlü bir pastoral senfoniye benzetmiş: “İlk bölüm pianissimo başlıyor (…) ve gecenin patlamasıyla sona eriyor. (…) Ertesi gün, sıcak bir yaz öğleden sonrası ikinci perde allegretto açılıyor. Sonra yine pianissimo bir gece ile son buluyor” diyor. Doğru bir saptama, ama ilk bölümün pianissimosu, laf aramızda biraz fazla “pianissimo” kalıyor. Karakterlerin konuşmalarındaki dinginlik, ciddi anlamda tempo kaybına neden oluyor.
Bunun yanı sıra, Kazankaya’nın oyunun politik yönüne ağırlık verdiği ayan beyan ortada. Oyunun daha hemen başında, hatta daha salona girerken Rusya’da, günlerden beri güvenlik güçlerinin hiçbir müdahalesi olmadan devam eden işçi grevlerinin, 22 Ocak 1905’de kanlı bir faciaya dönüşeceği çağrışım yapıyor. “Bir kartal kanat çırpar avluda/Özgürlük ışığı bu karanlıkta/Haydi kanat çırp sabaha/Haydi kulak ver yurduma…” Şarkılar, köylülerin biraraya toplaşmaları, bahçede birbirlerine kenetlenmeleri, ellerini birbirlerinin ellerinin üzerine koyarak konuşmaları, el ele tutuşmaları, el sıkışmaları, bildiriler yazmaları gelecekte sosyal eşitliğin olacağı bir Rusya özlemini simgeliyor.
Nesrin Kazankaya, mizansen anlayışı ve köylü karakterleri aracılığıyla herşeyin kilise ve Çar II. Nikolas’ın elinde bulunduğunun; dediğim dedik, çaldığım düdük sisteminin kurulu olduğunun da altını çizmiş. Kilisenin ve Çar’ın merkezi oluşturduğu, merkezin çevresindeyse büyük toprak ağalarının, yani asillerin kol tuttuğu, köylülerin toprağa bağlı köle yerine konulduğu, bu yüzden köylünün mevcut kurulu rejime büyük bir öfke duyduğu gerçeği öne çıkıyor.
Gelelim bir hayli “hassas” bir başka noktaya. Sevgili Asu Maro, 21.05.2010 tarihli Milliyet Gazetesi’nin “Cadde” ekinde “Yelena rolünü Nesrin Kazankaya’nın oynaması, oyunun inandırıcılığını zedeliyor” demişti ya, hani tiyatro camiası şangır şungur sallanmıştı ya, doğrusu oyuna hayli tedirgin gittim. Evet, Nesrin Kazankaya benim için fiziksel açıdan mükemmeldir, gözümde de pek gençtir, ama Çehov tarafından 27 yaşında olduğu özellikle “tasrih” edilen Yelena Andreyevna karakterine acaba uymadı mı diye hayli pırpırlandım. Bu arada, oyun öncesi eseri yeniden okurken (Anton Çehov – Bütün Oyunları I/Türkiye İş Bankası Yayınları, Ataol Behramoğlu çevirisi, Haziran 2002) Yelena’nın kocası Aleksandr Viladimiroviç Serebryakov’a: “Bekle biraz, sabret, beş-altı yıl sonra ben de yaşlanmış olacağım” (a.g.e. sayfa 120) repliğine takıldım. Yahu insan 32–33 yaşında ihtiyar mı olur, dedim. Çehov’da mantık hatası olmaz, Behramoğlu çeviri hatası yapmaz, o halde olsa olsa ben de algılama çatlağı başladı diye hayıflandım. Gel gelelim, daha önce de (a.g.e. sayfa 114) Yelena’nın Astrov’a: “Genç bir adamsınız! Olsa olsa hadi otuz altı-otuz yedi yaşında olun” demesinde, Selçuk Yöntem’in (57) Mihail Lvoviç Astrov’u nasıl canlandıracağı “zehabına” kapılmıştım.
Oyunu izledikten sonra kavradım ki, Kazankaya Çehov’un yazdığını olduğu gibi sahneye getirmemiş. Pek de iyi etmiş. Sahnelemedeki diyaloglarda Yelena’nın yaşına ait hiç bir iz bırakmamış. Kazankaya, Şafak Eruyar’ın dramaturgisine de sırtını dayayarak eseri yorumlamış. Örneğin, eserde “Yaşlı Dadı” olarak çizilen, hatta “ufak tefek, tıknaz, ağır hareketli bir kocakarı” olarak betimlenen Marina, Kazankaya’nın yorumunda gencecik bir “hizmetli” olmuş. Çehov’un “Bir İşçi” karakteri üçe çıkmış. Yelena, Astrov ve Vanya karakterlerini yaş olarak birbirlerine yakın figürler olarak çizmiş ve Yelena’yı yaşını başını sorgulamaksızın Profesör Serebryakov’un “genç ve güzel karısı” olarak ele almış. Yelena’nın Astrov ile ilgili yaş tahmini bölümünü de yerinde bırakmamış. Ama keşke Vanya Dayı’nın: “… Kırk yedi yaşındayım, altmış yaşına kadar yaşayacağımı varsaysak, daha on üç yılım var…” repliğini de kaldırıp atsaymış.
Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımı, oyunun yönetmeni Nesrin Kazankaya tarafından belirlenmiş duygu yoğunluğu dozunu; atmosferi seyirciye ulaştıracak olgunlukta bir tasarım. Aymaz, iletinin oluşması çalışmasında hiç kuşkum yok ki, oyunun sahneleniş tarzını da fevkalade dikkate almış. Oyunun giysi tasarımlarını yapan Fatma Öztürk, dönemin tavır ve görenekleri hakkında çok iyi bilgi toplamış, belli ki dramaturgik yapıyı da titizlikle didiklemiş. Ortaya, doğrusu birbirinden zevkli, oyuna ve oyuncuya uygun çiçek demeti gibi kostümler çıkmış. Başak Özdoğan ise yalın, ama hem işlevsel, hem de güzel dekor tasarımı ve sahne donatımlarıyla seyircinin dikkatini bir an bile olsa oyundan uzaklaştırmayan mükemmel bir görsel sonuca ulaşmış, böylece yönetmene de yardımcı olmuş.
Oyunculardan köylülerde Ömer İvedi, Oğuz Turgutgenç, Volkan Aktan, Evrim Artut görevlerini ciddiyetle yapmaktalar. Zeynep Özden, Marina’da yarınına iyi hazırlanıyor. Varsıllığını yitirmiş toprak ağası Telyegin’de İlker Yiğen, özellikle de Sonya’da Linda Çandır sahte özdeşleşmelerden uzak pırıl pırıl oyunlar veriyorlar. Can Kolukısa, Serebryakov’u hem bütünsel, hem derin, hem de eksiksiz değerlendirirken, fiziksel olarak da mükemmel biçimlendiriyor doğrusu. Aysan Sümercan, Mariya’nın yaşamını tümüyle kabul edip, sahipleniyor. Nesrin Kazankaya, dışsal olguların altında gizli bir nehir gibi akan o canlı ruhu, seyirciye pek güzel aktarıyor. Gene de, bu satırların yazarı Astrov’un: “Kurbanlar gerek size,” diyerek, tüm işlerini yüzüstü bıraktığı; Voynitski’nin: “Size olan duygularım boş yere harcanıp gidiyor, bir çukura düşen gün ışığı gibi” diye inim inim inlediği güzel, alımlı, ama mutsuz, dayanaksız, tek başına var olamayan aristokrat kökenli kadın, daha mı şuh davranmalı, hatta daha mı vamp olmalı diye düşünmeden edemiyor.
Vanya’da Levent Öktem duygularını, isteğini, aklını ateşleme yeteneğini gene kullanmakta. Selçuk Yöntem, Astrov’a can verirken anlık ruh hali değişimlerini mükemmel yansıtıyor. Mimiklerine gene hâkim. Jestini ve sözünü kodlamalar üzerine kuruyor. Selçuk Yöntem, bu yolla başarıyı kolayca yakalamasını biliyor. İzleyiciye: “Televizyon dizisi, sinema filmi, hepsi iyi de, aman n’olur sahneyi boşlama, tiyatroyu savsaklama” dedirtiyor.
“Vanya Dayı” görülmeyi, içe sindirilmeyi hak ediyor.
…
Yiğit Sertdemir,“Meçhul”leri İrdelediğinde…: “Fail-i Müşterek”
Bu yıl onuncu yılını kutlayan Altıdan Sonra Tiyatro, ilk gösterimini 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nden bu yana kendi sahnesi olan Kumbaracı50’de gerçekleştirdiği yeni oyunu “Fail-i Müşterek”i 2010–2011 sezonunda da sahnelemekte.
Yiğit Sertdemir hem oyunculuğu, hem yazarlığı, hem de etkileyici kara mizah yeteneğiyle ilgi odağı olmayı bu projesinde de sürdürüyor, gerçekten “önemli olan” kimlik ve kişiliğiyle bu kere de izleyiciyi “müşterek” suçlarıyla yüzleştiriyor. Yazarı olduğu, tasarlayan bölümüne de imza attığı ve kendi deyimiyle “aktardığı” “Fail-i Müşterek”i “… göz göre göre, inatla sürdürülen müthiş suskunluğumuzun, kara mizah avazı” olarak nitelendiriyor. Yazdığını/tasarladığını anlatırken, repliklerini muhteşem bir performans içinde sunuyor. Yaratıcı hazırlıklarının son safhasında elde ettiği, biriktirmiş olduğu tüm içsel malzemesini belirgin anlar dizisinde billurlaştırıyor. Can verdiği karakterlerin fiziksel biçimlendirilmeleri sırasında, coşkuları ifade etme yöntemlerini işletiyor.
Yiğit Sertdemir, oradan oraya atlayarak müşterek failliğimizi anlatırken, bugüne değin tanık olduğumuz kasıt hallerinde (örneğin 12 Eylül) açıkça istememiş olsak da “gizli bir isteme” içinde bulunduğumuzun altını çiziyor. Bildiğimiz, ama unutmaya çalıştığımız katliamların, felaketlerin suçluları olan bizleri bize gösteriyor. “Susmayın” diyor, “harekete geçin” diyor, “sustukça suça ortak olmayı sürdürüyorsunuz” diyor.
Hukukçu değilim, ama hukukçulardan öğrendiğime göre, 5237 sayılı ceza yasasının 37/1. maddesi de doğrudan doğruya beraber işlemek ve suçu “irtikâp” etmek yerine, “fiilin birlikte işlenmesinden” bahsetmekte ve buna “müşterek faillik” demekte. Müşterek faillikten bahsedebilmek için, faillerden birisi üzerine düşen görevi yapmadığında, eylemden netice alınması mümkün olmamalıymış. Oyundan çıkarken anlıyoruz ki, “Fail-i Meçhul”lerde, yani, güneydoğuda insanların başına kurşun sıkılarak gerçekleştirilen cinayet biçimlerinde, pek de güvenilir olmayan itirafların ışığında Türk polisinin çözdüğüne inandığı ya da toplumu inandırmak istediği cinayetlerde, genel olarak kimlerin yaptığı apaçık meydanda olan, ancak ortalık yerde “faş” edilemeyen cinayetlerde, 12 Eylüllerde hepimiz bal gibi müşterek faillik içindeyiz.
İyi de, istatistiklere göre bir milyona yakın “fail-i meçhul” var bu ülkede!
Acaba biz, “fail-i müşterek” sayısının neresindeyiz?