Nedim Saban
Bugünkü yazımın tiyatroyla doğrudan bağlantısı yok.
Doğrusu bugün hiç tiyatro yazasım yok.
Hatta, geçen hafta çeşitli nedenlerle bir ay geciktiğimiz oyun provalarına açlık grevine başlayacağını duyar duymaz destek ziyaretine gitmeyi borç bildiğim Türkan Albayrak nedeniyle bir saat daha geciktim. Buradan kendimi ihbar ediyorum. İster sorumsuz, ister tembel deyin bana.
2. Dünya Savaşı ile ilgili bilindik bir laf vardır: Dışarıda savaş varken, içeride tiyatro oynanıyordu diye.
Bense,dışarıda Türkan Albayrak savaşırken, içeride tiyatro yapmayı içime sindiremedim.
Tekel İşçileri’nin Ankara’daki yürüyüşlerine de Büyükçekmece’de oyun oynadıktan sonra uçağa binip, ardından İstanbul’da bir gece sonraki oyuna zorlukla yetişerek katılmıştım.
Hani baban, anan ölse bile sahneye çıkacaksın ya…
Yüzlerce, binlerce işçi açlıktan ölse, o gün onların yanındaysan ve sahneye çıkamıyorsan, seyirci mutlaka anlar bunu diye düşünüyorum!
Tekel İşçileri’nin yürüyüşüne katıldıktan sonra sinemada bana kendi cebinden patlamış mısır ikram eden büfecinin gözünün ışığından, sokaktaki simitçinin teşekküründen sezdim bunu.
Sağlık işçileriyle tanışmam, on yıl önce çok sancılı geçen bir check-up’ta annem yaşında bir hanımla göz göze gelmemle başladı. Acılar bittiğinde, kendisine uzattığım üç kuruşu da almayı red ettiği zaman, onun gökten inen bir melek olduğunu düşünmüştüm.
Yıllarca yüksek tansiyon hastalığı ile hastane köşelerinde sürünürken, uyku apnesi teşhisimi de Rus kökenli bir sağlık işçisinin koyduğunu, ancak bir türlü dillendiremediğini çok iyi anımsarım. Onun kökeni dolayısıyla, kaçak işçi olarak hiçbir hakkı verilmeden çalıştırıldığını anlamıştım.
Türkan Albayrak ile tanışmam ise Paşabahçe’de işten atılmasının ilk günlerine rastlar.
Türkan Abla, hayatımda önemli yeri olan Rus kökenli işçi gibi, sağlık sektöründe artık işlerin taşeronlara devredilmesinden dolayı, kendi ülkesinde hiçbir hakkı verilmeden çalıştırılmış, anladığım kadarıyla, bu konuyu irdelediğinden dolayı durup dururken işinden çıkartılmıştı.
İşten atılınca, hastane bahçesinde çadır kurmuştu.
Onu yaz sıcağında ziyaret ettiğimde, onu işten çıkartanların nasılsa kışa kadar dayanamayacağını düşündüklerini söylüyordu. Oysa yakıcı sıcaklarda direnmek daha zordu.
Ece Temelkuran, Nuray Mert, Memet Ali Alabora, Cezmi Ersöz, Pınar Sağ gibi aydınlar direniş sürecinde, yağmurda, çamurda da Albayrak’ı hiç yalnız bırakmadı, sivil toplum örgütleri kendisine sahip çıktı, Tiyatro Simurg çadırın önünde oyunlar oynadı, Grup Yorum onu hiç yalnız bırakmadı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Türkan Albayrak’ı direnişinin 100. Gününde, çok geç fark etti ve başbakanla polemik için malzeme olarak kullandı, ama ne yazık ki, hiçbir çözüm üretmedi. Albayrak’ın çare tükendi düşüncesiyle başlattığı açlık grevinde CHP’den bir tek temsilci yoktu. Herhalde Önder Sav mı, Kılıçdaroğlu mu diye kulis yapmakla meşgulduler.
Oysa, “Müslüman Sol” kimliği ile Mehmet Bekaroğlu gerçekten örnek bir dayanışma sergileyerek, daha ilk günlerden beri çadırdaydı.
Emeğin, emekçiye destek verirken sağcılık, solculuk, İslamcılık, Türkçülülük, Maoculuk oynamanın doğru olmayacağını düşünüyorum.
Check up koltuğunda acılarla can çekişirken göz göze geldiğiniz kadın belki akşam evine ekmek götüremiyordur, ama size, kim olursanız olun, en donanımlı profesör kadar kollarını açıyor, sevgiyle kucaklıyordur. Bu yüzden siz de bir işçinin haklarını almasına destek verirken, onun etnik ve siyasi kimliği ne olursa olsun, yardım etmekle yükümlüsünüz.
Albayrak, açlık grevine başladığı gün, belki bir daha onu göremem endişesiyle, çadırdan gözyaşları içinde, hoşça kal Türkan Abla diyemeden bile ayrıldım. Ne mutlu ki, bugün, açlık grevinden bir hafta sonra, Sağlık Bakanlığımızın ve Tabipler Odası’nın Albayrak’ın sorununa çözüm bulduğunu öğrenerek çadırın sökülmesine tanık oldum.
Hastanenin bahçesinde bugün mutluluk hakimdi. İşçi sınıfı Türkan Albayrak’ın bireysel olarak elde ettiği zaferi sahiplenmişti. Aynı heyecanı Tekel işçilerinin gözlerinde hisediyordum. Çadır sökülürken Türkan Albayrak, sanki vücudundan bir parça sökülüyormuş gibi heyecanlıydı. Hepimiz “sen çadırsız yaşayamazsın, artık bunu bahçene kurarsın” gibi espriler yaparak bu toplumsal dramı hafifletmeye çalışıyorduk.
Albayrak, direnişin güncesini tutmuştu. İşçi sınıfının direnişinin belgelenmesi çok önemli çünkü bugün medya çoğunlukla egemen sınıfı yazıyor. (Beykoz halkı Albayrak’a sonsuz destek verirken Dost Beykoz Gazetesi onunla bir türlü dost olamadı nedense)
Bense, yeni bir dost kazanmaktan öte, Albayrak’ın açlık grevindeki basın açıklamasından “EMEĞİM ONURUMDUR” sözünü öğrendim.
Biz tiyatrocular da onurlu bir işe imza atıyoruz, biz de emek veriyoruz.
Ama, nedense, kamuoyunun gözünde emeğimizle onurumuz yan yana gelemiyor bir türlü.
Belki aramızdan kof şöhretler çıktığı için, belki işimizin ne kadar emek yoğun olduğunu bir türlü dillendiremediğimiz için, belki haklarımız için mücadele etmekten korktuğumuz, aramızdan Türkan Albayrak’ları çıkartamadığımız için!
Albayrak Sarıyer’de bir hastanede sözleşme imzalamış. Meğer orada oturur, her gün Paşabahçe’ye gider gelirmiş çünkü daha önceki işinden de sendikal faaliyetlerde bulunduğu için çıkartılarak Paşabahçe’ye sürgün gönderilmiş ve bu ağır koşullara tam beş yıl dayanmış. Ne kadar zor bir yaşamı geri kazanmak için direnirmiş meğer değil mi? Aynen halen çadırlarda 4 C’ye direnen Tekel İşçileri gibi…
“Benim tankım topum yok. Benim yasa çıkarma, karar verme gücüm yok. Kendime ait bir bedenim ve iradem var. İşte ben de bedenimi mücadele silahım yapıp, Açlık grevine başlıyorum” demişti.
Zafer sevinci olarak, bir şehir efsanesini de paylaşayım, :
Sanatçılar Albayrak’ı ziyaret ettikçe başhekime haber uçuyor, başhekim bu kişiler hastaneye geldi diye pek seviniyormuş. Anlamlandıramamış bir “temizlikçi” kadın için kopartılan şamatayı!
O temizlikçi kadın, bize çoktandır bir araya gelmeyen emek ve onur sözünü hatırlattı sayın başhekim.