Barış Yıldırım
Yarışma programları yayın akışlarını giderek daha fazla işgal ediyor. En toplumsal oyuncağımız televizyon, bütün toplumu bir erginleme töreninden mi geçiriyor yoksa?
Bugünün eğlence sektörünün en az yarısı dramaya yaslanması anlamında “dramatik”tir. Tiyatro, sinema, opera, bale, müzikaller, çok satan romanlar ve (yukarıdaki türleri yayımlamasının yanı sıra dizi yayın akışında filmler ve TV filmlerine ayırdığı özel yerle) televizyon.
Dramın bir özü, bütün dramların altında yatan bir yapı varsa, bu, bir hedefe ulaşmak için verilen mücadelenin öyküsü olmasıdır. İşte milyonlarca film, tiyatro eseri ve roman aslında hep aynı şeyi, engellere karşı mücadele eden birinin ya da birilerinin öyküsünü anlatır. Şimdi televizyonlarının karşısında Dünya Kupası’nı izleyen insanların bu denli heyecanlı olmasının tek sebebi kupa vesilesiyle kışkırtılan milliyetçi duygular değil, oyun kavramının içinde saklı olan bu dramatik özdür.
Hollandalı kültür tarihçisi Johan Huizinga (1872-1945) Homo Ludens adlı eserinde (ki “Oyun Oynayan İnsan” diye çevrilebilir) bu durumu şöyle açıklıyor: “…rekabet oyunu imler. Çoğu durumda, şiirin ve edebiyatın merkezinde yer alan tema mücadeledir; yani kahramanın yerine getirmesi gereken görevler, geçmesi gereken sınamalar, aşması gereken engeller…”
Futbol gibi drama da öncelikle bir oyundur. Fakat elbette milyonlarca, milyarlarca dolarlık film sektörünün piyasaya sürdüğü ürün sadece oyunun özünü oluşturan çatışmadan ibaret değil. Gerçi baştan sona bir futbol karşılaşmasına ya da bir araba yarışına (yani bir başka oyuna) dayanır gibi görünen filmler de var, fakat bunlarda bile çatışma denilen çekirdek, ya da “öz”, dram teorisi kitaplarının anlattığı yüzlerce öğeyle ete kemiğe büründürülerek filme ya da romana dönüştürülmüştür.
Ama aslında dram, dram haline gelmeden önce tam da bu özden ibaretti. Oyundan drama giden ve hâlâ bu ikisi arasında sürekli gidip gelmekte olan binlerce yıllık bir öyküyü birkaç satıra sığdırmaya çalışacak olursak ilk durağımızın agon olması icap eder.
Her şey, agon’la başladı.
Agon, iki anlamda öykülerin öyküsüdür. Hem dünyanın bütün öykülerin altında yatan yapıdır agon; hem de onun doğuşundan bugünkü eğlence sektörüne gelinceye dek yaşadığı maceralar, büyük harfle “Öykü”nün tarihidir.
İngiliz Marksist felsefeci ve Antik Yunan uzmanı George Thomson (1903-1987), Tragedyanın Kökeni isimli önemli çalışmasında, çocukluktan yetişkinliğe geçiş (erginleme) ritüellerinin üç aşamasını saptar. Bunlar, sırasıyla, çocuğun yerleşme yerinden uzaklaştırılması (pompé), bir sınamadan ya da yarıştan geçirilmesi (agon) ve bir erkek olarak zaferle geri dönüşü (kômos) aşamalarıdır.
Bugün kültürümüzün her köşesinde bu kalıbın izlerini görmek mümkün. Kompozisyon derslerinde öğretilen giriş-gelişme-sonuç üçlemesinden bir Hollywood sinemasının kahramanını ikincisinde türlü engellerle karşılaştırdığı “üç perde” yapısına; olimpiyat oyunlarından bilgi yarışmalarına dek. Ülkelerinden alayla valayla uğurlanan futbol takımlarına, Güney Afrika’dan tüm dünyaya yayılan maç görüntülerine ve sonra galiplerin ülkelerine dönüşlerine bakın mesela. Yahut tüm dünyanın ulusal bayramlarında geçit yapanlara. Tören alayları ve taklar size komik mi geliyor? Belki komedyanın da kökeni olan kômos’a dayandıkları içindir.
Yukarıda bahsettiğimiz bu üçlü yapının (uzaklaşma/ pompé, sınama/agon ve zaferle dönüş/ kômos) odağında ve tam ortasında agon var. Çıkış agon içindir, dönüş töreni agon’un şerefine. Agon hem yarışma hem dönüşüm demektir ve bugün televizyonlar öyle bir süreçten geçiyorlar ki, adeta köklerine, agona geri dönmekteler. Bu kez dramalardan değil yarışma programlarından bahsediyoruz.
Bir toplum yarışıyor
TV programların hakkında tüm dünyada araştırma yapma ve bilgi toplama alanında çalışan Fransız WIT şirketi TRT çalışanları için kamu yayıncılığı yapan televizyonların programlarındaki yaratıcı eğilimleri odağına alan bir eğitim semineri verdi. Seminerde ele alınan üç temel program türünden biri yarışma programlarıydı (diğerleri kurmaca yayınlar ve gerçeğe dayalı programlar ki bu sonuncusunun da önemli bir kısmı yarışma programı özelliği gösteriyor).
Bizimkiler gibi Avrupa kanalları da yarışmalar ve yarışma türevi programlar dolup taşıyor. Yayın akışının –kaba bir tahminle– üçte biri bunlara ayrılmış. Bir zamanlar sadece bilgi yarışmaları vardı, şimdi işler çok ilerledi. Bireyler ve gruplar birbirleriyle her türlü yeteneği yarıştırıyorlar: yemek pişirme, konuşma, ikna etme, politikacılık, dağda bayırda hayatta kalma, şarkı söyleme, dans etme, öğrenci yetiştirme, ailesinden ayrı yaşama, ailesiyle birlikte yaşama, daha neler neler. Yarışma konsepti belgesellerin, kültür programlarının içine bile sızmış durumda; egzotik bir yaşam tarzı tanıtılacaksa oraya bir ünlü gönderiliyor ve bilmem kaç gün içinde bilmem hangi zorluklarla başa çıkıp çıkamayacağı izleniyor. Bunların çoğu hep aynı örüntüyü takip ediyor: bir hedefe ulaşma yolunda engellere karşı mücadele ederken birbirleriyle de rekabet eden ve birbirlerini eleyen rakipler. Tanıdık geldi mi?
Tek tük düzeyli (ve az seyredilen) örneklerini görsek de çoğunlukla laubaliliği, zalimliği, yapaylığı ve, tüm bunların özeti, “yıvış yıvış”lığı ile gündemimizde olan yarışma programlarına İngilizce “game show” deniyor; birebir çevirisiyle “oyun gösterisi” ya da “oyun programı”. Ancak, İngilizcede oyun anlamına gelen iki sözcük var. Spesifik olmayan bağlamlarda birbirlerinin yerine kullanılsalar da aslında “game” sözcüğü “play”den farklı olarak, oyunun belirli kurallar çerçevesinde oyun oynamanın zevkinden başka amaçlar için (galibiyet için, bir ödül için vs.) oynandığı yahut da bu amaçların oyun oynamanın zevkine baskın olduğu durumlara işaret eder; yarışmalar, spor karşılaşmaları vs.
Huizinga, yazının hemen başında bahsi geçen Homo Ludens’te ritüelle oyun arasındaki bağlantıları da ortaya koyar. Kitabının adı insanı bir tür olarak “oyun oynayan insan” olarak tanımlıyor gibi görünse de, Huizinga bütün insan etkinliğinin oyun olarak adlandırılmasını biraz “ucuz” bir yaklaşım olarak görür.
Bütün insan etkinliği bir yana da, sanki TV etkinliklerinin önemli bir kısmı giderek oyunun en çıplak haline indirgeniyor. En toplumsal oyuncağımız televizyon, bütün toplumu bir erginleme töreninden mi geçiriyor yoksa? Sonunda daha ergin bir toplum mu olacağız yoksa her şeyi olduğu gibi insanları da yarışmalarda oyuncak eden daha çocuk bir toplum mu? Elbette çocukluk ömrümüzün en mutlu ilkyazıdır ve hep çocuk kalmak ilk bakışta eğlenceli gelebilir. Ama yarışma programları bize gösteriyor ki, yetişkinlerde, çocuğun hemcinslerine karşı masum zalimliği yok. Üstelik biz başkalarının agon halleriyle meşgul olurken birileri başımıza vurup ekmeğimizi daha rahat alabilir. Çocuklukta çok erdem vardır, ama güçsüzlük, bunlardan biri değil sanki…
Nilüfer’de Yerel Gündem dergisinde yayımlanmıştır. (Sayı:26 , “Oyun” dosyası)