Nedim Saban
“Jezabel’i oynadığımız günlerde ben sevdiğim adamla yeni evlenmişim. Liseden bir arkadaşım “Sende hiç mi akıl yok, günah değil mi o kocana, nedir o yaşlı kart karı olmuşsun?” Bu eser en ağır makyajı gerektiriyordu. Çok az peruk kullandım, bana yapay geliyordu. Hep saçımı boyattım. Beyaza, griye, “Düşman Çiçek Göndermez” eserinde kızıla, başka bir eserde tekrar beyaza… Şimdi sebebini unuttum, saçımı siyah iken beyaza boyatmak gerekiyordu. İzmir’de turnedeyiz. Son günü otelin berberine gittim. Bir kez orial sürüldü, açılmadı. “Bir kez daha sürün” dedim. Berber, “saçlarınız tümden dökülür, sorumluluk alamam, kağıt imzalayın” dedi… İmzaladım verdim. İkinci kez sürdü, yine beyaz olmadı. “Bir kez daha sürünüz, sorumluluğu alıyorum” dedim. Üçüncü kez orial sürüldü. Kafamda hala saç olduğuna göre kel kalmadım demektir. Yani, her şeyim, doğru, yapmacıksız tiyatro içindi. O zamanlar 40 yaşında bile değildim. Evliydim ve kocamı seviyordum.” (Macide Tanır, Tiyatronun Cadısı, Sayfa 47)
Geçtiğimiz haftaki yazımda, Müşfik Kenter’in 63.sanat yılı değerlendirmemde “sahnede insan olmak” konusunda, çok saydığım ve sanırım karınca kararınca tekrar tiyatroya dönmesinde emeğim olan virtüöz Macide Tanır’ın sanat aşkı uğruna bir örnekleme yaparken “Tiyatronun Cadısı”nı çok iyi tanıdığım halde bir hata yaparak, tiyatronun cadısını yazıdaki kısıtlı cümleler nedeniyle istemeden de olsa yanlış aktarmışım. Tanır’ın meslek hayatında büyük desteği olan rahmetli eski eşini yanlış aktardığım için tüm okurlardan ve Sayın Macide Tanır’dan özür dilerim.
Arkadaşlarım bana “sen tiyatrocusun tiyatro üzerine yazdıkça dost yerine düşman kazanıyorsun, yakında bu yazılar yüzünden sana tiyatro yaptırmayacaklar” (kim yaptırmayacaksa) diyorlar, oysa ben sanatımız üzerine düşünmeyi ve yazmayı görev biliyorum. Birgün’deki yazılarım oyun eleştirileri değil, eleştiri başka bir göz ister, ben o konuyu eleştirmenlere bırakıyorum. Ancak, bilim adamları, düşün adamları kendi mesleklerini geliştirmek adına fikir üretmiyorlar mı? Bizim mesleğimizde bu neden yapılmasın anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Bu işi akademisyenlere bırakalım desek, akademik kurumlarımızdaki baskı ne yazık ki gün gibi ortada! Üniversite tiyatrolarının tek tek kapatıldığı, öğrenci kulüplerinin lav edildiği, gençlerin bazen inatla koridorda tiyatro yaptıkları ortamlarda eski panel, söyleşi, fikir ortamları kaldı mı da akademisyenlerin güdümsüz yazıları çıksın?
Geçen haftaki yazımda da değindiğim gibi, Ayşe Lebriz’in Zeynep Eronat ile derinlikli söyleşisinde tiyatro tadı var çünkü iki tiyatrocu yan yana gelince ne konuşacaklarını biliyorlar. Oysa, medyamızda sunucularımız google’dan indirdikleri derme çatma bilgileri sorguladıkları zaman, tiyatro adına bir gıdım ilerleme kaydetmek sözkonusu olamıyor. Tiyatronun artık haber malzemesi bile olmadığı günümüz medyasında, birkaç yıl önce oyunu izleyen ünlüler malzemeydi, şimdi o da kesmiyor, ancak iki dargın sevgili aynı galaya düşmüşse haber konusu oluyor. Bu güdük ortamlarda eli kalem tutan tiyatroculara, mesleklerini geliştirmek adına çok iş düşüyor.
Ben, yazarak, Milliyet Sanat Dergisi’nde Kürt Tiyatrosu, Üniversite Tiyatrosu, Eşcinsel Tiyatro, Köy Tiyatrosu, Sanatta Baskı gibi dosyalara imza atarak belleksiz toplumumuzun hafızasına yer edecek araştırmalara emek verdim. Daha önce bir internet sitesinde yayınlanan yazılarım ise kısa bir döneme tanıklık eder sadece. Sözkonusu dönem çok şükür bitince, yazıların anlamı kalmadı, artık o siteye yazmadığım gibi, “internet uçar, yazı kalır” fikrini daha çok benimser oldum. Ancak internet o kadar hızlı bir iletişim aracı ve o dönemki saatlik olaylar o kadar hızlıydı ki, doğrusu sözkonusu çağa tanıklık etmek için internetin ciddi bir işlevi yerine getirdiğini yadsıyamam.
Arasıra konuk olduğum workshoplar, derslerde öğrencilere oyunculuk sanatının çağın en hızlı gelişen, evrim geçiren konulardan biri olduğunu söyler, mutlaka dil öğrenmelerini salık veririm. Biz hala yurdum insanıyla oyunculukta eğitim şart mı diye tartışırken, çağdaş oyunculukta hergün yüzlerce düşüncenin tartışılageldiğini unuturuz.
Tiyatro adamlarımız bırakın uluslar arası workshop, seminer, kongrelere katılmayı, bu konuda yeni çıkan yazılar okumayı, bu sanat üzerine kafa yoranlara bile kafa çeviriyorlar bazen.
O kadar tuhaf bir toplumda yaşıyoruz ki, bazı eleştirmenlerimizin festivallere seçtiği oyunları eleştirince, selamı kesiyorlar. Onlar ki, yıllarca eleştiriye tahammül edemeyen oyunculara diş bilemişler, “hiç kimse çocuğunu eleştirmen olsun diye büyütmez” diyen Ferhan Şensoy için karalama kampanyası başlatmışlar… Şimdi, kendilerinin uyduruk kaydırık seçtikleri oyunları eleştirdiğiniz oyunları sorguladığınız zaman birden “persona non grata” ilan ediliyorsunuz!
Benim hiç derdim değil. Nasılsa artık Türkiye’den sınırdışı edilmesi gerekir dediğim John Malkovich ile kanka olmuşum.
Ama yazan, çizen adama “günaydın” bile demedikten sonra, kendinin aydın olduğunu iddia etmek de bir tuhaf doğrusu!