Hakan Urcu
Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun halen sergilemeye devam ettiği oyun, bugün herhangi bir yönetmenin ya da oyuncunun zevkle içinde yer almak isteyeceği bir kolaylığı içinde barındırmıyor. Başta Richard’ı canlandıracak oyuncu için, bir cesaret gösterisi şüphesiz. İçinde onlarca duygu barındıran, tiyatro tarihinin kuşkusuz en karmaşık karakterlerinden birine hayat vermek, ne parayla ne pulla yapılacak bir çalışma olmadığını, oyunda III. Richard’ı canlandıran kişiye sormak en doğrusu sanırım. Spotların altında tam 120 dakika süren bir oyun düşünün. Ara verilmiyor ve Richard’ı izlerken gözünüzü başrol oyuncusunun adeta ter değil, kovayla biri üstüne su döküyormuşçasına terden erimesine şahit oluyorsunuz. Bu noktada kostüm hazırlığında ve provalarda Dokgöz’ün yaşadığı zorluğu görüp bu zafiyeti gidermek çok mu zordu diye düşünüyorum. Bu nasıl bir zorunluluktu anlamak güç. Çünkü oyuna hareket ve yaşam veren III. Richard.
Seyirciler içeriye alındığında, puslu, oyunun ruhu gereği kaotik bir atmosfer içindeki salonla karşılaşıyorlar. Dekora baktığımızda, hemen her bir objenin oyunun anlamsal bütünlüğüne zenginlik katmaya çalıştığını görüyoruz. Oyun, seyirciyle yakınlaşan, yalın ve tüm çarpıcı nemesis göstergelerini, seyircilerin arasına giren bir platformda sunuyor izleyenlere. Richard’ın tahtı bir tabut ve sürekli bir ölümcül sarmal içindeki oyun ruhunu ifade etmekte oldukça net bir gösterge. Kafasındaki Machiavelli’ci düşünceleri, tabut taht üzerinde düşünüyor, planlıyor ve eyleme geçiriyor. Oyunun yönetmeni Barış Erdenk’i, Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda yönetmenliğini yaptığı bir önceki oyunu İstibdat Kumpanyası’ndaki başarılı çalışmasından tanıyoruz. Metnin oyuncuları zorlamayışından ve reji için birçok açık kapı bıraktığından olacak, gayet başarılı bir çalışmaydı doğrusu.
Tekrar dönelim III. Richard adlı malum kişi çevresinde gelişen oyuna. Genel olarak şunu baştan ifade etmem gerek, oyun eleştirisinin içinde yer almasının dışında benim de bir seyirci oluşumun duyarlılığından olsa gerek, oyunun düzenlemesi, dekorundan kaynaklanan nedenlerle koltukların ön kısmından geriye doğru üç sıradaki yaklaşık en az 30 küsur kişinin nevri döndü oyunu izleyeceğim diyerek. Ve bunun her oyunda olduğunu düşünün, her oyunda birçok kişi boyun tutulması tehlikesiyle karşı karşıya. Garibim bir ailenin arasında, fuayede otururken en önde bilet almanın sevinci içerisinde olduklarını gördüm. Belli ki tiyatronun gediklilerinden bir aile. Çıkarken yüzlerindeki pişmanlık duygusunun oluşması hoş bir görüntü değildi.
Her oyunda bunca kişiyi nerdeyse oyunun yarısının geçtiği ön platformdan uzakta tutup, boyunlarını ağrıtmanın hangi mantığa sığdığını anlamakta güçlük çekmekteyim. En önemli anlar, onlar için radyo tiyatrosu havasında geçti. Bu yeri bilet alımına kapatmak, gişeyi, devleti batırır mıydı, sanmıyorum. Sanırım, oyuncu sayısını yüksek gösterme psikolojisi olsa gerek. Bu da mantıksız. Madem böyle affedilmez bir hata yaptınız, içeriye giren ön sıradaki kesime birer adet kas gevşetici ve ağrı giderici verin. Ne de olsa Devlet Tiyatrosu ve yapılan iş amme hizmeti. Neticede basit gibi görünen bu yanlışlık, gelen izleyicinin verdiği meblağının karşılığını alamamasına neden olmakta ve işin içine bedeli ödenmiş ancak karşılığını alamamış bir durumla hukuki bir boyut bile kazandırmakta. Komik gibi gözüküyor ama siz parasını verip aldığınız bir televizyonu bozuk şekilde izlemeye razı olabilir misiniz?
Oyuna gelince; farklı yerlerde, farklı oyunculuk anlayışlarının, ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Gelenekler, teoriler, aktör ve aktris performansları, Shakespeare’i anlamaya giden yolu engellemekteydi açıkçası. Bu durum, böylesine bir oyunu, karikatürize etmenin önüne geçemedi. Çünkü ortada bir Shakespeare metni var. İngiliz tiyatrosunun birden yeni bir döneme geçtiği, İngiliz dilinin kendini bulmaya çalıştığı, oluştuğu dönemi içselleştirmek, bilmek olmazsa olmazdır. Ve ne kadar kırpılırsa kırpılsın, döneme ait kendine has oyunculuğu eğer bir noktada, yenilikçilikle, öncü bir düşünceyle önüne geçilip bütün bir portreye farklı bir anlam yüklenmeye çalışıldığında, bugünün çağdaş Stanislavski ve Shakespeare oyunculuk tekniği birbirine karışıveriyor. Net olamıyor sahnedeki oyunculuk ve dolayısıyla reji anlayışı. Ya birini seçeceksiniz ya da diğerini. Ya da ortalama bir tekniğe kavuşturacaksınız sahnedeki bedenleri ve metni. Fazla üretken olma çabası, göz çıkartıyor açıkçası. Oyuncular bu karmaşada sakin bir kendinden geçmişlik içerisinde olabildiğince rahat bir tavırda buluyorlar kendilerini. Kendileri de farkında değil kuşkusuz. Çünkü yönetmen ile aralarında müthiş bir bağ kurulmuş bir önceki oyundan beri. Bu kendilerinde bir illüzyon yaratıyor, sihirbaz ve tavşanı arasındaki bağ gibi. Dilerdim ki seyircilerin koltuklarına oturup, bir izlesinler yazdıklarımı sanatçı kişiler anlasınlar gerçekliğini. (arka sıralardan olsun ama…)
Herhangi bir oyuncuyu öldükten sonra ikinci kez tekrar görmemizin nedeni nedir? Bu tiyatroda oyuncu mu yoktur? Vardır kuşkusuz benim bildiğim kadarıyla. Ama Trabzon Devlet Tiyatrosu sayfasından bakmayın kimlerdir diyerek. Güncellenmediğinden olacak, farklı bölgelere geçmiş oyuncuları da görebilirsiniz. Ve henüz Trabzon’da sanatçı olarak atanmayan kişilerin fotoğrafsız görüntülerini de. Ama inatla aynı oyuncular tekrar farklı tiplerde, seyircinin şaşkın bakışları arasında (hayran bakışlar diyemiyorum, çünkü benzer şeyleri düşünüyoruz) sahnede buluyorlar kendilerini. Bu reji anlayışının ne tür bir zenginlik kazandırdığını düşünüyorum ya da hangi mantığa dayandığını, ancak bir cevap bulamıyorum. Mantıklı bir açıklaması olan buyursun. “Maaş al ama ben seni oynatmayayım? Nasıl olsa iki kez, üç kez aynı adama rol veririm ve rejide muazzam bir görsel farklılık oluşturur.” Belki olabilir.
Oyunculuklara fazla yorum yapamıyorum, çünkü bu oyunda oyunculuklardan ziyade reji anlayışını ön plana koymam gerekli. Dekor başarılı bir çalışmanın, en azından, zeki bir düşünce sürecinin ürünü. Ancak dediğim gibi en büyük hata seyirciyi boyun fıtığı etmemeliydi. (umarım kimseye bir şey olmamıştır…). Tabut, mazgal, halatlar, her iki yandaki idam kütükleri, arka taraftaki yukarıya çıkan platform, ışık oyunlarıyla yaşatılan sürprizler bunlar olayların gidişatı içerisinde yerinde kullanıldı. Ancak, oyunu mükemmel kılmadığı açık. Buradan sorumlu kişiye sesleniyorum. Bu kadar ağır kılıçları hadi kullanarak oyunu mekanik bir savaş alanına dönüştürdünüz, peki neden? Acaba neden bunca para harcanan bir oyunda bir “kendo” ustasıyla bağlantı kurulup çalışılmadı. Hep tek hareketleri gördük. Biri kalkana vuruyor diğeri miğferiyle kendini koruyor…
Genel atmosfere baktığımızda yıllardır, Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun cesaretle böylesine bir zengin dekor ve aksesuarlı bir prodüksiyon görmediğini söylemeliyim. Ancak bilenler bilir, fındık toplayanlar, fındığı dalından çekerken zulufunu dalıyla koparmaz ve fındığı çeker alır. Fındık kocamandır çoğu zaman ama salladığınızda ses gelmez ve parmaklarınızla kırarsınız. Bakarsınız içi ya boştur ya da çürük. Yani mesele görsel olmakta değil, içinin dolu olmasında.
Oyunu izleyen tarihçi bir dostum, aynı görüşümü ben yazmadan benle paylaştı. İngiltere’de, o dönemde kadın savaşçılar cemiyeti mi varmış, yoksa bizim buralardan eski Pontus’tan Amazonlar geçici kadroyla -sanırım 4/C diyorlar- İngiltere’ye Lejyoner olarak mı gitmişler. Bunların dışında tek bir alternatif kalıyor, rejinin oyunu zengin bir atmosfer içerisinde zengin bir dekor anlayışıyla izleyenlerin gözünde oyunun yaratacağı düş dünyasıyla büyük bir beğeni kazandırma çabası. Tüm geniş figürasyon ailesini kutluyorum, önceden söylemeliyim. Ellerinden geleni yaptılar ve emeklerine sağlık. Ancak sözüm kendilerine değil. III. Richard gibi bir oyunda önemli rollerin boğazını kesecek, açıkça başrol oyuncularıyla diyaloga girecek hiç mi oyunculuk mezunu adam yahut bayan bulamadınız. Sadece benim tanıdığım en az beş kişi var. Yaşayanlar bilir ki, bu gençler yüzlerce oyunculuk adayı arasından seçtirip kendini, dört gözle yıllarca okuyup sahne hayali kuran kişilerdir. Sahneye alımlar hangi mantıkla yürütülüyor. Eş, dost zihniyeti ile ise Profesyonelim diyen hiçbir kuruma ve başındaki kişiye yakışmaz. Hele ki, Devlet Tiyatroları’nda ise. Ama maalesef ülkenin cemaatçi yapısı farklı dünya görüşlerini de, kendine has “benmerkezci” bir yapının içerisine sokmuş durumda. Sözüm sadece figürasyon ekibini toparlama görevine..
Kısaca oyunculuklara değinelim madem. Önce gerçekten bir performanstan ziyade şuna şahit oldum. Konservatuar mezunu bir oyuncunun sahnedeki tutuk (daha kötüsünü demek istemiyorum) halini, yılgın halini görünce çılgına dönüyorum. Ve yazık, yazık, yazık diyorum defalarca. Onca kişi arasından DT’ye girip, çoğu mezunun artık devlet politikaları yüzünden “boş ver” dediği ve girmek için umudunu yitirdiği bir kurumda çalışıp maaş alarak bir piyangonun her ay kendisine vurduğunu gördükçe. Düşünün ki yardımcı oyuncu olarak oyunda yer alan ve okul mezunu dahi olmayan bir oyuncu çok daha başarılı ve diri o kişiden. Benim kişisel anlamda kadrodan kimseyle birebir bir samimiyetimin ya da hasmane ilişki içerisinde olmadığımı da belirtmek isterim. Böylesine bir oyunda bu denli ciddiyetsiz bir oyunculuk türüne Haluk Ongan’da ilk kez şahit olduğumu söylemeliyim. Halil Ayan ağabey yaşasaydı ve izleseydi ağzından dökülen o ironik olmayan açık sözlerinden birini öyle dökerdi ki kim bilir… Kulağı çınlasın o aydınlık yerinde…
Değerlendirilmeye uygun bazı Oyunculuk notları:
Ekin Öner: (Kraliçe Margaret) Bu rolündeki performansına ne diyebilirim ki. Eleştirilerimi okuyanların “Yine Ekin’e övücü eleştirilerini göndereceksin di mi” dediklerini duyar gibiyim. Pek de umurumda değil. Ama yine evet, evet, evet… Övücü eleştirilerimi göndereceğim. Onun ihtiyacı yok buna biliyorum. Ani ruhsal değişimini, olanca gerçekçi ve seyirciyi avucunun içine alan bir ruh haliyle sahnede var ediyor ki kendini… Fazla söze hacet yok.
Sinem Şahin: (Kraliçe Elizabeth) Oyunun, kendisine verilen karakteri olanca yeteneğiyle ortaya koyuyor. Hatta yanındaki diyalog halindeki oyunculara seyircinin anlamadığı bir şekilde yardımcı oluyor.
M. Ceyhun Gen: (Lord Hastings, James Tyrrel) Kendisine iki rol verilen bir oyuncunun psikolojik değişimlerini çok kısa sürede yapması ve ilk kez kendisini komedi unsuru olan bir rolde görmeyerek bunu tüm profesyonelliğiyle gerçekleştirmesi, oyunun oyunculuk açısından en farklı ve güzel yanlarından birisi. Bir oyuncu için istenen durum olan, sürekli aynı tiplemeyi aşması, oyunculuğun eşiğini ortadan kaldırması ve kendisine gelecek oyunları için farklı karakterlere bir kapı açması mutluluk verici. Bir izleyici olarak, mutluluk duyduğumu belirtmek isterim böylesine bir yetenek için.
Duygu Dokgöz: (Lady Anne) Oyunda seyirci ile özdeşleşme durumunda olan ve kendini aşıp, gözyaşları içinde kalan bir oyunculuk. Profesyonel bir yaklaşımın gerçekçi bir anatomisini gösterdi her zamanki akılda kalan güzelliğiyle.
Onur Sarı: (Brakenbury) Sahnedeki tecrübe yoksunluğunu, bu denli kısa sürede kapatarak, yanındaki sanatçılarla aynı kategoride performansını ortaya koyduğunu belirtmek isterim. DT oyuncu dostlarıyla aynı yetenek içerisinde oldu 120 dakika boyunca. Çoğu zaman bazı tecrübeli çalışma arkadaşlarından çok daha diri ve başarılıydı. Neden zamanında okulunu okumadığını bilmek isterdim sevgili Sarı’nın.
M. Fatih Dokgöz: (III. Richard) Şu açık ki gerek konjüktürel anlamda gerekse performans anlamında başrole en uygun aday kendisiydi. Başarılı, bir reji seçimi. 120 dakika boyunca, daha önce belirttiğim o kostümün içinde iki seçeneğinin olduğunu düşündüm. Ya spotların altında erimemek ya da III: Richard’ı canlandırmak. İkisi de birbirinden zordu açıkçası. O her şeye rağmen ikincisini tercih etti. Ara verilmediği için, sürekli koşturmacanın ortasında yer alması, gücü kendi etrafında oluşturma düşüncesinin fantezileriyle beslenip, büyük bir vandalizmin içerisinde kendi sonunu hazırlama sürecini izledik. Bunun bir Shakespeare oyunu olmasına rağmen olayın, inatla yaşanan durumun, net ifade edilmemesinden dolayı III. Richard etrafta dolaşan kumpasçı bir cani olarak izleyenlerin zihninde yer etti sanırım. Düz, ortalama seyirci mantığı açısından, İnegöl Canavar Katilinden tek farkı sahnede bir İngiliz olması ve cinayetleri başkasına işletmesiydi. Aslında Hasan Sabah belki daha uygun bu örneğe… Oysaki bilenler bilir ki, Shakespeare oyunlarında zamanı kısaltmak hele tek perde haline getirmek ve üstüne üstlük konunun anlatılmadan bunun acele ile seyirciye bırakılması olumsuz bir neticeye davetiye çıkarır. Bu açıdan Sayın Fatih beyin performansı da bu durum nedeniyle, ne denli başarılı olursa olsun gölgelendiğini ifade etmeliyim.
Rejiye son bir not: Tabutun üzerinde Lady Anne ve III. Richard sevişmeye çalışırken neden ışıklar kesintiye uğruyor. Bu denli bir sansüre neden gerek duyulduğunu merak ettim. Diyebilirsiniz ki “İllaki göstermek mi gerek, bazı şeyler gösterilmeden de anlaşılabilir, abartmaya gerek yok.” Eğer cevap buysa, bu cevap dahi bana pek mantıklı gelmiyor.
Tüm ekibin, başta Rejisör Barış Erdenk olmak üzere, teknik ekip ardından figürasyon ve yardımcı oyuncu kadrosu ve tüm oyuncuların emeklerinden dolayı kutlamak istiyorum. Her şeye rağmen, önemli bir çalışma Trabzon Devlet Tiyatrosu’na katıldı. Ve tekrar teşekkürler Z. Ekin Öner. Oyuna kattığınız büyüleyici performans için…
Nice çalışmalar ve onları izlemek dileğiyle.
2 yorum
Kuşkusuz sayın Hakan Beyin değindiği noktaların hemen hepsine, sadece bir seyirci gözüylede olsa katılıyorum. Konuyu, yani başrol oyuncusunun ve etrafında gelişen olayların neden ,nasıl başladığın farkına varamadan oyunun yarısı geldi.Ekin hanım ise dendiği gibi büyüleyiciydi…
Oyunda görünen başarılı reji örneklerinin daha zengin bir atmosfer yaratmamasının sebebi olarak akalabalık dekor ve sınırlı mekanı görüyorum…