Salman Rüşdi’den Luka ve Hayatın Ateşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Cansu Fırıncı

Hint asıllı romancı Salman Rüşdi büyük oğlu için yazdığı Harun ile Öyküler Denizi isimli kitabın ardından küçük küçük oğlu için de bir roman yazdı.

13 Yaşındaki oğlu Milan’a yazdığı Luka ve Hayatın Ateşi isimli kitabı yazarken bilgisayar oyunlarından esinlendiğini, kitabın hayatın değeri üzerine olduğunu, video oyunlarında bin tane yaşama sahip olunabileceğini ancak gerçekte tek bir yaşama sahip olduğumuzu, kitabın bu tezadı işlediğini söylüyor Rüşdi. Kitapta babasının hayatını kurtarmaya çalışan bir oğlun hikâyesi işleniyor.

Rüşdi 1989 yılında yazdığı Şeytan Ayetleri kitabından ötürü İran İslam Cumhuriyeti’nin lideri Humeyni tarafından idam cezasına çarptırılmış ve başına 3.000.000 Dolar ödül konmuştu. 1998’de İran, İngiltere ile ilişkilerini düzeltmeye yönelik bir adım olarak Salman Rüşdi hakkında aldığı ölüm cezası kararından vazgeçmişse de İran dini lideri Ali Hamaney 2005‘te fetvayı sadece veren kişinin kaldıracağını, ancak bu kişinin yani Humeyni’nin 1989’da öldüğünü ifade etmişti.

Yazar şu günlerde hayatının bu döneminde yaşadıklarını anlattığı bir kitap üzerinde çalıştığını belirtiyor.

Harun ile Öyküler Denizi’nden bir bölümünü okurlarımla paylaşıyorum:

Laflar Şahı

Bir zamanlar Elifba ülkesinde hüzünlü bir kent vardı; kentlerin en hüzünlüsü; öylesine kahredici bir hüzne kapılmıştı ki adını bile unutmuştu. Bu kent, içi asıksurat balıklarla dolu, yaslı bir denizin kıyısına kurulmuştu; yemesi öylesine berbattı ki bu asıksurat balıkların, yiyenler gökler masmavi olduğu zaman bile mutsuzluk içinde geğirir dururlardı.

Bu hüzünlü kentin kuzeyinde (bana söylendiğine göre) içinde gerçekten hüzün üretilen, paketlenen ve hüzne doymayan dünyamızın dört bir yanına gönderilen görkemli fabrikalar vardı. Hüzün fabrikalarının bacalarından kara dumanlar yükseliyor, kentin üstünde kara haber gibi asılı duruyordu.

Kentin içlerinde, kırık kalpler gibi duran yıkık binalardan oluşan eski bir bölgenin ardında, Harun adında mutlu bir genç yaşardı; neşesiyle mutsuz kentin her yanında tanınan, bitip tükenmez, uzunlu kısalı, dolambaçlı öyküleriyle bir değil iki takma ad kazanmış öykücü Reşit Halife’nin tek oğluydu Harun. Kendisini sevenlerin gözünde Reşit, Buluşlar Okyanusu’ydu; deniz nasıl asıksurat balıklarla doluysa o da neşeli öykülerle dolup taşıyordu ama kıskanç rakipleri ona Laflar Şahı diyorlardı. Karısı Süreyya’ya karşı Reşit, yıllar boyu, dostlar başına, çok iyi kocalık etmişti; bütün bu yıllar boyunca Harun da acılarla, çatık kaşlarla dolu bir evde yaşamak yerine, babasının gevrek kahkahalarının, annesinin tatlı şarkılarının çınladığı bir evde büyüdü.

Sonra bir terslik oldu. (Belki de kentin hüznü sonunda pencerelerden içeriye sızdı.)

Süreyya’nın, şarkısını bir dizenin tam ortasında, sanki birisi düğmeye basıvermişçesine kestiği gün Harun kötü bir şeylerin yaklaşmakta olduğunu anladı. Ama bu kötülüğün nerelere varacağını hiç kestiremedi.

*
Reşit Halife, öyküler uydurup anlatmaya öylesine kaptırmıştı ki kendisini, karısı Süreyya’nın artık şarkı söylemez olduğunu fark etmedi; her şeyi berbat eden de bu oldu belki. Oysa Reşit çok meşgul bir adamdı; sürekli isteniyor, aranıyordu: Buluşlar Okyanusu’ydu o; ünlü Laflar Şahı’ydı. Provalar, gösteriler nedeniyle zamanının öyle büyük bir kesimi sahnede geçiyordu ki kendi evinde olup bitenleri izleyecek vakti kalmıyordu; öykülerini anlatarak hiç durmadan kenti, bütün ülkeyi dolaşıp duruyordu; bu arada Süreyya evde bekliyor, her yanı bulutlar kaplıyor, hatta biraz gökgürültüsü birikiyor, büyük fırtına yaklaşıyordu.

Harun da fırsat buldukça babasıyla birlikte gidiyordu; çünkü tam bir sihirbazdı bu adam, yadsınamaz bir gerçekti bu. Reşit Halife, tozların arasına çömelmiş paçavra giysili çocuklarla dişsiz yaşlıların doldurduğu bir çıkmaz sokakta küçücük, uydurma bir sahnenin üstüne çıkıyordu; bir başladı mı, kentte dolaşmakta olan bir dizi inek bile durup kulaklarını dikiyor, binaların çatılarından maymunlar onu onaylayan konuşmalar yapıyor, ağaçlardaki papağanlar sesini taklit ediyordu.

Harun çoğu zaman babasını bir Hokkabaz olarak düşünürdü; çünkü onun öyküleri, bir sürü değişik masalın bir hokkabaz ustalığıyla birleştirilmesinden oluşuyordu; Reşit bu masalları, başdöndürücü bir hızla birbiri ardına ekliyor, hiçbir zaman hata yapmıyordu.

Nereden geliyordu bütün bu öyküler? Öyle anlaşılıyordu ki Reşit dudaklarını, şişman kırmızı bir gülümsemeyle açar açmaz yepyeni bir ırmaköykü, büyücülük, sevgiler, ilgiler, prensesler, kötücül amcalar, şişman halalarla teyzeler, sarı kareli pantolonları içinde bıyıklı gangesterler, inanılmaz güzellikte yerler, korkaklar, kahramanlar, kavgalar, sonra yarım düzine tatlı, yalın ezgi dökülüveriyordu ağzından. “Her şey bir yerden gelir,” diye düşünüyordu Harun, “öyleyse bu öyküler de gökten zembille iniyor olamaz herhalde?..”

Ne var ki bu çok önemli soruyu ne zaman babasına yöneltse, Laflar Şahı (doğruyu söylemek gerekirse) biraz patlakça olan gözlerini kısıyor, kocaman göbeğini sıvazlıyor, başparmağını dudaklarının arasına sokarak o gülünç içme seslerini çıkarıyordu: Cuk, cuk, cuk. Harun babasının bu davranışından hiç hoşlanmıyordu. “Olmaz, haydi, nereden geliyor bunlar gerçekten?” diye üsteliyordu; Reşit de kaşlarını anlaşılmaz bir biçimde oynatıyor, parmaklarıyla havada büyülü hareketler yapıyordu.

“Elbette büyük Öyküler Denizi’nden,” diyordu. “Sıcak Öykü Suları’nı içiyorum, içim buharla doluyor.”

Harun bu söze son derece öfkeleniyordu. “Nerede saklıyorsun bu sıcak suları peki?” diye zekice yokluyordu onu. “Sıcak su şişelerinde, herhalde. İyi de, ben hiç şişe falan görmedim.”

“Su Cinleri’nden birinin taktığı görünmez Musluk’tan akıyor,” diyordu Reşit, yüzünün ifadesini hiç değiştirmeden. “Abone olman gerek.”

“Peki, nasıl abone olunuyor?”

“Ah!” diyordu Laflar Şahı, “Bu, Açıklanamayacak Ölçüde Karmaşık Bir Şey.”

“Neyse,” diyordu Harun homurdanarak, “ben hiç Su Cini de görmedim ki zaten!” Reşit omuz silkiyordu. “Sen sütçüyü görecek kadar bile erken kalkmıyorsun,” diye açıklıyordu durumu, “Ama sütü pekâlâ içiyorsun. Şimdi lütfen bu İsse’lerden ve Amma’lardan vazgeç de, sevdiğin öykülerin tadını çıkarmaya bak.” Tartışma işte böylece kesiliyordu.

Ne var ki günün birinde Harun sormaması gereken bir soru daha sordu ve dünyanın altı üstüne geldi.

*
Halife ailesi pembe duvarlı, limon yeşili pencereli, eğri büğrü metal parmaklıkları olan mavi balkonlu küçük bir beton evin alt katında otururdu; bütün bunlar, (Harun’a göre) binadan çok pastaya çeviriyordu bu evi. Ev büyük değildi; süper zengin insanların oturduğu gökdelenlere benzemiyordu; yoksulların evlerine de benzemiyordu. Yoksullar eski mukavva kutulardan ve plastik torbalardan yapılmış derme çatma kulübelerde oturuyorlardı; bu kulübeler birbirlerine umarsızlık zamkıyla yapıştırılmıştı. Sonra bir de süper yoksullar vardı ki onların başlarını sokacak evleri bile yoktu. Kaldırımlarda, dükkânların girişlerinde yatıyor, bunu yapabilmek için bile o bölgenin gangesterlerine bac ödemek zorunda kalıyorlardı. Öyleyse gerçek şuydu ki Harun talihliydi; ne var ki talih, bazen en küçük bir uyarıda bile bulunmadan kayıplara karışıverir. Bir bakarsınız uğurlu yıldızınız sizi gözetiyor, bir bakarsınız sapıtıvermiş!

*
Hüzünlü kentteki ailelerin çoğu kalabalıktı; ama yoksulların çocukları hastalanıyor, açlıktan ölüyor, oysa zenginlerin çocukları aşırı besleniyor ve anababalarının paralarını paylaşmak için kavga edip duruyorlardı. Gene de Harun, annesiyle babasının neden daha fazla çocuk sahibi olmak istemediklerini öğrenmek istiyordu; ama Reşit’ten aldığı yanıta pek yanıt denemezdi: “Çünkü sende çıplak gözün görebileceğinden çok daha fazlası var, küçük Harun Halife!”

Eee, ne demek oluyordu yani bu şimdi? Reşit, “Seni yapmakla çocuk yapma kotamızı bütünüyle kullanmış olduk,” diye açıklamada bulundu. “Hepsi işte orada, paketlenmiş durumda; belki dört beş çocuk eder. Evet efendim, sende çıplak gözün görebileceğinden çok daha fazlası var.”

Kısa, açık yanıt diye bir şey bilmezdi Reşit Halife; daha uzun, daha dolambaçlı bir yol varsa, hiçbir zaman kestirmeden gitmezdi. Süreyya, Harun’a daha yalın bir yanıt verdi. “Uğraştık,” dedi üzgün bir sesle. “Bu çocuk meselesi pek kolay bir şey değil. Bir de zavallı Senguptalar’ı düşünsene.”

Senguptalar üst katta oturuyorlardı. Bay Sengupta, Kent Holding bürosunda bir görevliydi; karısı Oneyta ne denli açık elli, bağırgan sesli ve bıngıl bıngıl şişmansa, kocası da o denli sıkı elli, ağlamaklı sesli ve sünepeydi. Hiç çocukları yoktu; bu nedenle Oneyta Sengupta, Harun’un üstüne hiç istemediği ölçüde düşüyordu. Ona şekerler getiriyordu (buna bir diyecek yoktu); saçlarını karıştırıyordu (buna bir diyecek vardı) ve kucakladığında kat kat, bıngıl bıngıl etleriyle Harun’u bütünüyle kaplıyor, korkudan ödünü koparıyordu.

Bay Sengupta, Harun’u görmezden geliyor, hep Süreyya’yla konuşuyordu; Harun bundan hiç hoşlanmıyordu; özellikle de adam, Harun’un kendilerini dinlemediğini sandığı her an, Reşit’i eleştirmeye giriştiği zamanlarda. “Senin şu kocan var ya, bağışla bunu söylediğim için ama,” diye söze başlıyordu ağlamaklı sesiyle. “Aklı havalarda, ayakları da yere basmıyor. Nedir bütün o öyküler öyle? Yaşam, öyküler kitabı değildir; fıkracı dükkânı da değildir. Bütün bu eğlencelerin sonunda iyi bir şey çıkmayacak. Doğru bile olmayan öykülerin ne yararı var?”

Bunları pencerenin dışından duyan Harun, Bay Sengupta’yı, öykülerden ve öykücülerden nefret eden bu adamı sevmediğine karar verdi: Hiç mi hiç hoşlanmıyordu ondan.

Doğru bile olmayan öykülerin ne yararı var? Harun bu korkunç soruyu aklından çıkaramıyordu. Oysa Reşit’in öykülerini yararlı bulanlar da vardı. O günlerde seçimler yaklaşıyordu; çeşitli siyasal partilerin Ulu Pohpohçuları’nın hepsi, suratlarındaki o semiz kedi sırıtışlarıyla Reşit’e geliyor, öykülerini yalnızca kendi siyasal toplantılarında anlatmasını istiyorlardı. Reşit’in büyülü dilini kendi tarafına çekebildiler mi, bütün dertlerinin sona ereceğini biliyorlardı. Doğru söylediklerine herkesi inandırmak için ne denli uğraşırlarsa uğraşsınlar, politikacılara kimse inanmıyordu. (Aslında yalan söylediklerini herkes böylece anlamış oluyordu.) Oysa insanların Reşit’e güveni tamdı; çünkü o, anlattıklarının bütünüyle yalan ve kafadan atma olduğunu her zaman kabul ediyordu. Halkın oylarını kazanabilmek için politikacıların Reşit’e işte bu nedenle gereksinmeleri vardı. Politikacılar terli suratları, yapmacık gülümsemeleri ve nakit para dolu torbalarıyla Reşit’in kapısında bu nedenle kuyruk oluyorlardı. Reşit de istediğini seçiyor, istemediğini geri gönderiyordu.

*
Her şeyin ters gittiği gün, okuldan eve dönerken Harun yağmur mevsiminin ilk sağanağına yakalandı.

Bakın, hüzünlü kente yağmur inmeye başlayınca, yaşam biraz daha az dayanılmaz duruma geliyordu. Yılın o zamanında denizde çok lezzetli patesler ortaya çıkardı; bu nedenle insanlar asıksurat balık yemekten bir süre kurtulurlardı; yağmur, hüzün fabrikalarından püsküren kara dumanları yıkayıp yok ettiğinden hava da serin ve temiz olurdu. Harun Halife, yılın ilk yağmurunda iliklerine dek ıslanmaya bayılırdı; bu nedenle hoplaya zıplaya dolaştı; ılık yağmurda sırılsıklam ıslandı; yağmur damlaları diline düşsün diye ağzını açık tuttu. Denizden yeni çıkmış pates kadar ıslak ve parlak bir halde eve döndü.

Bayan Oneyta üst katın balkonunda durmuş, pelte gibi titriyordu; yağmur yağmasa Harun onun ağlamakta olduğunu görebilirdi. Harun eve girdi; bir de baktı, sanki yüzünü pencereden dışarıya uzatıp da bir süre orada tutmuş gibi Reşit’in gözlerinden, yanaklarından yaşlar dökülüyor; oysa giysileri kupkuru.

Harun’un annesi Süreyya, Bay Sengupta’yla kaçmış!

Sabah saat tam on birde Süreyya, Reşit’i kayıp çoraplarını araması için Harun’un odasına göndermiş. İçeride çorap avlamakla uğraşan Reşit (Harun çok iyi çorap kaybedermiş) birkaç saniye sonra ön kapının hızla kapandığını, bir saniye sonra da sokakta bir arabanın hareket ettiğini duymuş. Oturma odasına dönünce bir de bakmış ki karısı yok ve bir taksi hızla köşeyi dönüyor. “Her şey çok dikkatli planlanmış olmalı,” diye düşünmüş. Saat hâlâ on biri gösteriyormuş. Reşit, çekici kaptığı gibi saati paramparça etmiş. Sonra evdeki bütün saatleri, bu arada Harun’un başucunda duran saati de parçalamış.

Annesinin gittiğini öğrendiğinde Harun’un ilk söylediği, “Saatimi neden kırdın?” oldu.

Süreyya, Bay Sengupta’nın Reşit için söylediği kötü şeyleri yazdığı bir not bırakmış: “Sen yalnızca eğlence düşünüyorsun, oysa doğru dürüst bir adam yaşamın ciddi olduğunu bilir. Kafan uydurma şeylerle dolu, bu nedenle orada gerçeklere yer yok. Bay Sengupta’nın hiç imgelem gücü yok. Benim için de bunun hiçbir sakıncası yok.” Bir de ek not varmış. “Harun’a söyle, onu çok seviyorum ama elimde değil, şimdi bunu yapmak zorundayım.”

Notun üstüne Harun’un saçlarından yağmur suları damlıyordu. Reşit, “Ne yapayım oğlum?” dedi acıklı bir sesle. “Benim bildiğim tek iş öykü anlatmak.”

Babasının sesinin bu denli acıklı çıktığını duyunca Harun çok öfkelenip şöyle bağırdı: “Ne işe yarıyor? Doğru bile olmayan öykülerin ne yararı var?”

Reşit yüzünü ellerinin içine alıp ağladı.

Harun o sözleri geri almak, babasının kulaklarından çekip çıkarmak, kendi ağzına yeniden tıkmak istedi ama elbette bunu yapamadı. Kısa bir süre sonra, düşünülebilecek en utanç verici durum başlarına geldiğinde, Aklagelmez Şey olduğunda, işte bu yüzden kendisini çok ama çok suçladı.

Reşit Halife, o efsaneleşmiş Buluşlar Okyanusu, o ünlü Laflar Şahı kocaman bir dinleyici kitlesinin önüne çıktığında bir de baktı ki anlatacak tek öyküsü kalmamış.

*
Annesinin evi terketmesinden sonra Harun, kafasını uzun süre bir şeye veremediğini, daha açık söylersek, dikkatini her seferinde on bir dakikadan fazla toplayamadığını anladı. Reşit onu neşelendirmek için sinemaya götürdü; ama tam on bir dakika sonra Harun’un dikkati dağılıyordu, filmin nasıl bittiğini hiç bilmiyordu; sonunda, “İyiler kazandı, değil mi?” diye sormak zorunda kalıyordu. Ertesi gün, mahalle arasında oynanan sokak hokeyinde Harun kaleci oluyordu; ilk on bir dakika içinde bir dizi harika kurtarış yaptıktan sonra en yumuşak vuruşlu, en saçma, en aşağılayıcı golleri yemeye başlıyordu. Bu böyle sürüp gidiyordu: Kafası hep bir yerlere kaçıyor, bedenini arkada bırakıyordu. Bir- takım güçlüklere yol açıyordu bu durum elbette; çünkü pek çok ilginç şey ve bazı önemli şeyler on bir dakikadan uzun sürer: örneğin yemek yemek; ayrıca matematik sınavları.

Bu soruna ilk parmak basan Oneyta Sengupta oldu. Eskisinden daha sık gelir olmuştu alt kata; örneğin, geldiğinde gözüpek bir havayla şöyle diyordu: “Bana Bayan Sengupta falan demeyin artık! Bugünden sonra Bayan Oneyta deyin!” Bunu söyledikten sonra alnına şiddetli bir şaplak vuruyor ve “Ah! Ah! Bakalım, neler gelecek başımıza!” diye inliyordu.

Oysa Reşit, Harun’un dikkatinin dağılıp durduğundan söz ettiğinde Bayan Oneyta kesin ve emin bir havayla, “Saat on bir annesinin evden çıktığı saat,” dedi. “Şimdi de bu on bir dakika sorunu çıkıyor karşımıza. Çünkü bu onun pisi-kol-içisine yerleşmiş.” Reşit’le Harun ancak birkaç dakika sonra anlayabildiler: Bayan Oneyta psikoloji demeye çalışıyordu. “Pisi-kol-içik üzüntü yüzünden,” diye devam etti Bayan Oneyta, “küçük bey on bir sayısına takılıp kalmış, on ikiye geçemiyor.”

Harun, “Doğru değil bu,” diye karşı çıktı ama yüreğinin ta derinlerinde bunun doğru olabileceğinden korkuyordu. Kırık bir saat gibi saplanıp kalmış mıydı zamana gerçekten? Bu sorun, Süreyya geri dönüp saatleri bir kez daha çalıştırmaya başlamadan, ta o zamana dek çözülemeyecekti belki de.

*
Birkaç gün sonra Reşit, D Dağı’nın yakınındaki G Kasabası’ndan ve yakınındaki K Koyağı’ndan gelen politikacılardan bir çağrı aldı. (Burada açıklamam gerekiyor ki Elifba ülkesinde pek çok yere Elifba’daki harfler verilmişti. Bu durum pek çok karışıklığa yol açıyordu, çünkü sınırlı sayıda harf, oysa adlandırılacak neredeyse sınırsız sayıda yer vardı. Sonuçta pek çok yer aynı adı paylaşmak zorunda kalıyordu. Bu da şu demekti ki insanların mektupları hep yanlış adreslere gidiyordu. Bu gibi güçlükler, hüzünlü kent gibi bazı yerlerin adlarını bütünüyle unutması sonucunda daha da artıyordu. Bu durum ulusal posta hizmetlerinde çalışanlara, tahmin edebileceğiniz gibi büyük güçlükler çıkarıyordu; bu nedenle çalışanlar zaman zaman biraz kızabiliyorlardı.)

Reşit, cesaretini toplayarak “Gitmeliyiz,” dedi Harun’a. “G Kasabası’nda, K Koyağı’nda hava hâlâ güzeldir; oysa burada hava gözlerimizi yaşartacak kadar yağışlı.”

Gerçekten de hüzünlü kentte öylesine çok yağmur yağıyordu ki soluk alacak olsanız suda boğulabilirdiniz. Üst kattan gene şöyle bir uğramak için alt kata inmiş olan Bayan Oneyta, Reşit’i üzgün bir havayla onayladı: “Çok iyi plan,” dedi. “Evet, ikiniz de gidin; küçük bir tatil olur bu size; beni merak etmenize gerek yok; oturur dururum ben burada kendi başıma.”

*
Tren kendilerini oraya doğru götürürken Reşit, Harun’a “G Kasabası pek özel bir yer değildir,” dedi. “Ama K Koyağı! Bak, orası bambaşkadır. Altından tarlalar, gümüşten tepeler vardır orada; Koyak’ın tam ortasında da güzel bir göl vardır; adı Durgun’dur.”

“O kadar güzelse, neden adını İlginç koymamışlar?” diye bir karşı sav getirdi buna Harun; Reşit de onun keyfini kaçırmamaya büyük bir çaba göstererek, gene o sihirli parmak hareketi numarasını kullandı. En gizemli sesiyle, “Ah – bak şimdi – İlginç Göl,” dedi. “Bak, bu kendi başına bambaşka bir şey. Çok Adlı Göl olur adı o zaman; evet efendim, aynen öyle olur.”

Reşit, mutlu görünmeyi sürdürüyordu. Harun’a, Durgun Göl’de kendilerini bekleyen Lüks Sınıf Evgemi’den söz etti. Gümüş dağlardaki yıkık peri şatosunu, eski İmparatorlar tarafından yaptırılan ve Durgun Göl’ün kıyısına dek uzanan zevk bahçelerini anlattı; zevk çeşmeleri, setleri ve kameriyeleriyle dolu bahçelerdi bunlar; bu bahçelerde, eski kralların ruhları hâlâ hüthüt kuşu kılığında uçuşup duruyordu. Ama tam on bir dakika geçtikten sonra Harun anlatılanları dinlemez oldu. Reşit de konuşmayı kesti; tren kompartmanının penceresinden bitip tükenmez ovaların sıkıcı tekdüzeliğini sessizce seyretmeye koyuldular.

G Kasabası’nın Tren İstasyonu’nda onları, koskocaman bıyıkları olan, cırtlak sarı kareli pantolonlar giymiş, gülmek nedir bilmez iki adam karşıladı. Harun, “Bunlar bana cani gibi görünüyor,” diye geçirdi aklından ama bunu kimseye söylemedi. İki adam Reşit’le Harun’u alıp arabayla dosdoğru siyasal toplantının yapıldığı yere götürdüler. Süngerden damlayan su damlaları gibi insan damlatan otobüslerin yanından geçip insanlardan oluşan sık bir ormana, yabanıl ormanlardaki ağaçların dört bir yana fışkıran yaprakları gibi çevreye insan fışkırtan bir kalabalığa ulaştılar. Çocuklardan oluşan büyük çalı öbekleri, dev boyutlu bir çiçek tarhındaki çiçekler gibi yanyana duran dizi dizi kadınlar vardı. Reşit düşüncelere dalmıştı; hüzünlü bir havayla başını sallıyordu.

Sonra işte o şey, o Aklagelmez Şey oldu. Reşit kocaman kalabalıktan oluşan yabanıl ormanın önündeki sahneye çıktı; Harun onu kulisten seyrediyordu –zavallı öykücü ağzını açtı; kalabalık heyecandan çığlık çığlığa bağırmaya başladı– oysa Reşit Halife, açılıp öylece kalakalan ağzının artık yüreği gibi bomboş kalmış olduğunu o anda anlayıverdi!

“Gak.” Ağzından çıkan yalnızca bu ses oldu. Laflar Şahı’nın sesi aptal bir karganın sesi gibi çıkıyordu. “Gak, gak, gak.”

*
Bundan sonra cehennem gibi sıcak bir büroya kapatıldılar; kocaman bıyıklı, cırlak sarı kareli pantolonlar giymiş o iki adam Reşit’e bas bas bağırdılar; rakiplerinden rüşvet almakla suçladılar onu; dilini ve başka yerlerini keseceklerini söylediler – Reşit’se, neredeyse ağlayacak durumda, her şeyin bir anda neden böyle kuruyuverdiğini anlayamadığını söyleyip duruyor, bunu mutlaka düzelteceğine söz veriyordu. “K Koyağı’nda harika konuşacağım, olağanüstü konuşacağım,” diye yeminler ediyordu.

“Konuşsan iyi olur,” diye bağırıyordu bıyıklı adamlar. “Yoksa kopartırız dilini o yalancı ağzından.”

Harun, ortalığı yatıştırmak umuduyla, “Peki, K’ye uçak ne zaman kalkıyor?” diye bir soruyla araya girdi. (Dağlara trenle gidilmediğini biliyordu.) Bağırgan adamlar daha da yüksek sesle bağırmaya başladılar. “Uçak mı? Uçak mı? Babasının ağzından öyküler uçmuyor ama adamın piçi uçmak istiyor! – Size uçak muçak yok; bunu böylece bilin beyefendi; siz de küçük bey. Patlayası otobüs neyinize yetmiyor!”

Harun büyük üzüntü içinde, “Gene hata yaptım,” diye düşündü. “Bütün bunlara ben sebep oldum. Doğru bile olmayan öykülerin ne yararı var? Bu soruyu sordum ve babamın kalbini kırdım. Her şeyi düzeltmek bana düşüyor şimdi. Bir şeyler yapmam gerek.”

Ama asıl sorun şuydu: Aklına bir tek çare bile gelmiyordu.

Bu yazı solkültür sitesinde yayımlandı.

cansufirinci.wordpress.com

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Cansu Fırıncı

Yanıtla