Mehmet Atak
Bu yazı 07 Ocak 2009’da kaleme alınmıştır.
Ölümün bir hakikat olduğunu idrak edip, onun korkusunu yenmek, hadi mutlakıyete bağlamayayım, büyük ölçüde yenmek insanı ciddi hürleştiriyor. Şimdiki zamanını kendisine armağan ediyor.
Benim için en mühim tiyatro edebiyatı yazarlarından birisi olan Harold Pinter’ın da vadesi geldi ve 78 yaşında diri-canlığına veda etti. Pinter, benim şahsi tarihimdeki ehemmiyeti haricinde, Samuel Becket kadar uzun sürebileceğine dair şüphelerim olsa da, atide de (tabii ekoloji, insan türüne ne kadar bir ati bıraktıysa) epey şimdiki zaman yazarı kalacağına inandığım -artık- ölü bir yazar.
Bu coğrafyada daha ziyade, altmışından sonra yazdığı ‘Medeniyetler Çatışması’yla maruf Samuel Huntington da ölülere dahil oldu. Post-modern global dünyada çatışmanın daha ziyade kültürel (din, gelenek, ideoloji vb) menşei olacağını ve ulusal devletlerin nicelik olarak artacağını söylediği bu kitapta, artık yeryüzündeki asıl büyük çatışmanın Müslüman olan ve Müslüman olmayanlar arasında yaşanacağını ve bunun uzun süre contemporary kalacağını iddia ediyordu. Bu coğrafyada pek tanınmayan, dört sene önce yayınlanan bir başka kitabı ‘Who Are We – The Challenges to America’s National Identity’, kendi coğrafyasında ve Güney Amerika’da belki ilkinden de fazla ses getirdi. Amerika için WASP’a (Beyaz Anglosakson Protestan) milli kimlik (?!) olarak sarılmayı teklif eden ve Hispanik nüfusu büyük tehlike olarak gören/gösteren bir kitaptı. Ki Hispanik nüfusun USA’da sadece nicelik olarak siyahların önüne geçmesi değil, ortak bir native dilleri olmayan siyahların aksine Hispaniklerin native dil olarak İspanyolcayı kullandıkları (yeryüzünde bugün en çok insan tarafından konuşulan dil) göz önüne alındığında, baktığı noktayı asla tasvip etmesem, faşist bulsam da, Huntington’ı kendi mantığı dahilinde anlayabiliyorum. California’da kısa bir süre yaşadığım Fresno’da hiç İngilizce konuşulmayan, hatta bilinmeyen mahalleler vardı. Ve native dil aidiyet hususundaki en önemli zamktır, kaç dil bilirsek bilelim rüyalarımızı hep native dilimizde görürüz. Ancak Huntington, benim bakış açısını tasvip etmememin ötesinde temkinle yaklaştığım şahsiyetlerden de birisiydi. Bu coğrafyanın Yalçın Küçük’ü gibi kendi çıkar ve inancı doğrultusunda teşekkül ettiği hipotezini, netice olarak alıp, verileri bu netice/hipotezi doğru çıkaracak şekilde tahrip edip hakikatinden uzaklaştırmakla da maluldü. Ve bu noktada tehlikeliydi.
Son günlerin popüler yeni ölüleri arasında bu coğrafyada, “Üsküdarlı katibi cihana aleme tanıttı” diye pek muteber tutulan ve jazz şarkıcısı arkadaşlarımın da pek beğendiği Eartha Kitt (benim zevkime pek tekabül etmemiştir); üretken Avusturyalı Musevi, siyasi polisiye yazarı Johannes Mario Simmel (ki kendisi 12 Eylül Askeri Darbesi akabinde kitaplarının TC’de yayınlanmasını yasaklayarak tepkisini göstermiş, hassas bir şahıstı. Amma velakin bazı yazarlar bir türlü denk düşmez, (ben hiç Simmel okumadım.) ve tek tek popüler olmasa da tek tek birer müstakil insan olan ve katledilmelerine suskunluğumuz nispetinde hepimizin dahil olduğu 400’den fazla Filistinli var.
Ben de, Pinter’ı lise senelerinde, pek çoğu gibi ilk ‘Doğum Günü Partisi’yle tanıdım. Ama onu asıl idrakim ve bende bir alan açması, birkaç sene daha sonra, üniversitede oldu. ‘Eski Günler’ beni vurdu, çok uzun bir süre tiyatroda ilk rejimin bu oyun metni olacağını söyleyip durdum. Nasip değilmiş; peş peşe iki Shakespeare kolajı oldu ilkler: ‘Macbeth/Gölgesi Düşmüş Bir Devlet’ ve ‘Hamlet/Oğullar Oğulluktan Çekilmesini Bilmelidir’. ‘Old Times’ olarak tanıştığım ‘Eski Günler’i üniversitede tercüme etmeyi denemiştim ama berbat olmuştu. 80’lerin sonlarında Uğur Ün’ün tercümesiyle tanıştım (ki Ün özellikle Pinter, Jean Genet vb’de çok önemsediğim bir oyun metni mütercimidir), benimkiyle mukayese edilemeyecek, doğru düzgün bir tercümeydi ama yine de beni rahatsız eden yerleri vardı. Bir ara, üçüncü rejim olarak ‘Eski Günler’i nihayet yapmam ciddileşir gibi oldu. Ün’ün tercümesini vererek bazı insanlarla görüştüm. Bu arada da Sevin Okyay’a, hem Ün’ünkini, hem de benim kepaze tercümemi verip, Ün’ün tercümesinde rahatsız olduğum yerleri söyleyip ikisinin üzerinden bir toparlama yapmasını talep ettim. Şüphesiz hatalı. Ben zaman kazanma oportünizmine düşmüşüm, Sevin mealen “baba sıfırdan yapsam çok daha kolay, hazır bir tercümeyi düzeltmeye çalışmak öldürücü bir şey” demiş ama “hayır” demeyi beceremeyen bir insan olduğu için girişmişti. Kafamda net olan iki oyuncu, Deeley icin Levent Öktem ve Kate icin Gönen Bozbey “evet” demişti, Anna için de Şahika Tekand’ı düşünüyordum, ama ilk iki isim kadar net değildi. Anna’da benim için, bu rol için hatırladığım Nurinisa Yıldırım’dan Meral Çetinkaya’ya, merhum Mübeccel Vardar’a, Sumru Yavrucuk’a, Rüçhan Çalışkur’a, Aytaç Öztuna’ya, Rozet Hubeş’e, Cevza Şipal’e, Tilbe Saran’a pek çok başka oyuncu da zihnimde dolaşıp durmuş, tartılara çıkmıştı gıyaplarında. O dönem Şahika’yla, Anna için konuşup konuşmadığımı hatırlamıyorum.
Şartları oluşturamadım ve bir kez daha fiiliyata dönüşmeden kapandı ‘Eski Günler’ sayfası. Eski Günler bende hep, Edward Albee’nin ‘Kıl Payı’ (‘A Delicate Balance’ın Sevgi Sanlı tercümesi) gibi her an hortlamaya hazır bir konsept tasarımı olarak durur. Nasip! Daha niceleri var bekleyen: ‘TC Kadın-Erkek 20…’, ‘Miraçname’, ‘Ben Im’, ’41 Oda’, ‘Let’s Shoot Hrant!/Hrant’ı Vur!’, ‘Dread/Korku’, ‘Samiye’, ‘Seeking for Helene/Helen’i Aramak’, ‘Bernarda Alba’nın Evi’, ‘Üç Kişilik Gezegen’, ‘Ak Şeytan’, ‘Annem İlk Kez Ellisinde Deniz Gördü’, ‘Öğleden Sonra Geceyarısı – Nahit Sırrı Örik’e Dair’, ‘Ihlamur Ağacı’, ‘Özel Cezaevi’, ‘Homo Ludens – Son. Oyun.’, ‘Troilus ve Cressida’, ‘Coriolanus’, ‘Benim Cyrona’larim’…
Batıni hakikatin izafiliği üzerine rastlaştığım en sıkı oyun metinlerinin biridir ‘Eski Günler’. Pinter’ın metni tiyatro edebiyatı adına çok daha iyi yazılmış ve yap-bozcu tahlil ettiğinizde çok daha çetrefil ve çok daha az ütopik olsa da, tıpkı Jean-Paul Sartre’ın ‘Gizli Oturum’unda olduğu gibi (ki reji olarak bir miktar alakadar olduğum tek Sartre metnidir, oynamak içinse ‘Altona Mahpusları’ydı), ‘Eski Günler’de de karakterlerin yoksa hiçbiri diri can değil midir? Ya da ikisi? Biri? Anna, Kate’in zihninde mi gelmiştir? Ya da Deeley’in hafızasındaki Anna’nın hafızasında mıdır? Hafıza? Hatıralarımız ne kadar hakikattir? Birebir dahil olduğumuz anda bile sadece bizim algımızın balkonundaki kadar mıdır yoksa hatıralar? Ya araya giren zaman? Ya zamanın hatıraları, sonradan geldiğimiz mertebelerde yeniden inşa etme marifeti? Sözler çıplak kendimizi gizlemek için birer hile mi? (Selam Derrida.) Paylaşılan hatıralar ne kadar bizimdir, ne kadar başkalarına karşı kullandığımız bir ikna oyunudur? Nasıl bir iktidar oyununun parçalarıdırlar?
‘Eski Günler’e dair son konsept tasarımımın geldiği noktada, tüm mizansen döner bir raydan müteşekkil bir Ezidi çemberi dahilindeydi. Deeley ve Kate çemberin içindedir, Anna ise başta çemberin üzerinde; ne dahilinde, ne haricinde. Adeta bir hortlak. Ama sonra o da çembere dahil olur. Ezidi çemberi harici bir şiddete karşı izafi bir korunma getirir, şayet aynı inancın ritüellerine dahilseniz; ama dedim ya izafidir bu korunaklılık, o inançla alakasız birisinin girip size müdahale etmesi işten bile değildir. Ezidi çemberi içine giren için ise, eğer inancında sahiciyse bir mahpusluk, kendisini mahrum ettikleriyle bir self şiddet ve kendinden mahrum etmesiyle de hariçte bıraktıklarına karşı bir şiddettir. Tekrar ediyorum, eğer inancınızda sahiciyseniz artık hayatınız bu çemberin dahilinden ibaret ve sadece kendinizle ve kendi yarattığınız kendiniz ve başkalarının hortlaklarıyla geçecektir. Konseptte Anna ve Kate’i oynayacak oyuncuların birbirlerinin rol kişilerinin gestus ve tonlamalarını da çalışmaları öngörülür. Çünkü belirlenmiş yedi yerde, geçici olarak birbirlerinin repliklerini, hatta bir yere kadar rollerini devralacaklardır. Altını çizmeden, birden bire. Anna “There are some things one remembers even though they never happened. There are things I remember which may never have happened but as I recall them they take place./ Gerçekte hiç vuku bulmamış olsalar da hatırlanan şeyler vardır. Asla vuku bulmamış olsalar da, ben hatırladığıma göre vardırlar.” der ‘Eski Günler’de.
‘Eski Günler’e meşrebimin, biyografimin bir yerlerine tekabül etmişti ki okur okumaz vurulmuşum, ama ‘Eski Günler’i olsun, pinteresque (pintervari) deneni olsun, bugünkü mertebesinde kavramam senelerce kazarak oldu.
Beckettyen ve pinterseque arasındaki farklılıkları ayırt ettikçe Pinter’ı daha iyi anladım zannederim. Ve neticede Pinter’ın, Beckett’e göre daha kul yapısı, sözlerine olsun eslerine olsun daha dokunulabilir olduğu noktasına getirdi beni bu idrak. Burada kesinlikle Pinter’ı hafifseyen bir imada bulunmuyorum. Beckett’de metnin bütünü bir eğretilemeydi ama metinin içindeki her unsur sadece kendisi kadardı; başka bir şeyin referansı değildi; gösterilen, doğrudan gösterendi; oysa Pinter’da müstakil unsurlar olarak çeşitli semboller vardı. Beckett seyirciden söz edilen ama sahne üzerinde gösterilmeyeni imgelemesini talep etmiyordu ama Pinter ediyordu (mesela ‘The Homecoming’deki Jessie.) Pinter’da bireysel kimlik üzerindeki içtimai şiddet, semboller de içeren cok katmanlı olay örgüsüyle anlatılırken, bu çok katmanlılık bir tarz muamma intibai da yaratıyordu. Beckett metinlerinde söz “olmazsa olmaz” değildi (bk. ‘Nefes’, ‘Sözsüz Oyun I’, ‘Sözsüz Oyun II’), olduğunda ise kendisinin ötesinde çağrışımlara kapalıydı. Pinter’da ise söz, dramatik örgünün birinci elden aracıydı, çağrışımlara açıktı ve bu açıklık onu daha da girift hale getirebiliyordu. Beckett oyunculuğu sahne eyleminin içindeki oyuncu-insanın kendisinden ibaretti (tam bir kodlanmış doğaçlama), eylem ya da eylemsizlik içindeki oyuncunun fazladan en ufak bir dramatik göndermesi, oyunu zedeleyen bir çapak oluyordu. Ama Pinter metinleri neo-Stanislavskiyen ya da daha çağdaşı dramatik bir oyunculuğa müsaitti.
İkisinin ‘es’leri ciddi farklıydı, Beckett’te her şeyde olduğu gibi esler de doğrudan kendisiydi, başka bir mana yüklenemezdi. Oysa Pinter esleri Beckett’deki gibi sadece kendisi değildi, öncesi ya da sonrasını güçlendiriyor ya da zayıflatıyordu. Seyirci üzerinde bir “tehdit” ya da “ironi” yaratıyor ya da gülünç olanı vurguluyor, seyirciye rahatlama aralığı veriyordu. Bu coğrafyada gördüğüm Pinter eslerinin en doğru kullanıldığı oyun, Şahika Tekand’ın sahneye koyduğu ‘Git-Gel Dolap’ oldu (Sedat Kalkavan ve Yiğit Özşener oynamıştı.) Aslında burada, sahnede öyle çok Pinter metni de seyretmedim, müspet saffına koyacaklarımın birisi de Ahmet Levendoğlu’nun sahnelediği ‘Aldatma’ydı (Levendoğlu, Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay oynamıştı) ama sanki bir şey, evet bir şey eksikti. Ama mesela Britanyalı oyunculardan seyrettiğim, tek Pinter metni olan ve sembolleri bana biraz bıktırıcı gelen ‘Moonlight’ da, ‘Aldatma’dan üstün değildi, bana Pinter adına eksik gelen, onda da mevcuttu. Bu arada Ahmet Hoca, tiyatro eğitimimde benim hiç hocam olmadı (ki isterdim) ama iletişimimizde duruşuyla, tiyatroda ilkelilik adına bana hoca olmuştur. Hoş tabii olarak ilkelerimiz, meşreplerimiz ve pratiklerimiz neticesinde aynı yerde örtüşmemiş olsa da.
Oyuncu olarak ise ‘The Homecoming’teki Joey’de gözüm vardı. Nasip değilmiş, yaş geçti. Joey sınıf bilincinden mahrum bir işçi, boksör olup yırtma hayalleri kuran, ufku fallosentrik içtimai ezberlerden ibaret, 20’lerinde budala bir lümpendir çünkü. Hoş Karen Blixen adaptasyonu ‘Ölümsüz Öykü’deki Tayfa’yı bu yaşımda oynadım ya. Kenan’ın ilk teklifinin üzerinden hayli zaman geçtikten sonra, Tayfa/Paul’u oynamam yeniden mevzubahis olduğunda epey mütereddit kalmıştım. Kenan Işık neticede ikna etmişti ama çok sancılı bir prova süreci geçirmiştim. Tayfa 17 yaşındaydı, ben 40’ımı aşmıştım. Postürü, ritmi vs… Işık, makyaj ve sahnede seyirciden uzak oluşumla zannederim rezil rüsva olmadan atlattım. Ama ‘The Homecoming’ seyirciye daha yakın, ‘being’ yani baskın oynanmalı (Oyun sahneleniyor, cast’ına seçildim de rejiye müdahale ediyorum. Hadsizliğin de bu kadarı!) Şimdilerde, olsa olsa Lenny’yi oynayabilirim, aslında daha bile dişi bir karakter, ömrüm vefa eder birkaç sene daha geçerse oynayabileceğim bir Max kalacak bu oyunda…
Pinter, Polonya Musevisi bir terzinin oğlu. Oyunculukla başlamış, bu hususta devam da etmiş (mesela Beckett monologu Krapp’in Son Bandı’nı oynamış), sahne yönetmenliği yapmış, bu coğrafyanın tabiriyle “mutfaktan” bir oyun yazarı. İlk karısı, Lewis Gilbert’in kült filmi ‘Alfie’den hatırlayabileceğiniz, efsanevi Britanyalı sahne oyuncusu Vivien Merchant (zannederim kamerayla pek barışık değildi.) Şöyle bir Pinter oyunları hatırlatmacası: ‘Oda’, ‘Kapıcı’, ‘Doğum Günü Partisi’, ‘Git-Gel Dolap’, ‘The Homecoming’, ‘Landscape’, ‘Silence’, ‘Night’, ‘Eski Günler’, ‘No Man’s Land’, ‘Proust Oyunu’, ‘Aldatma’, ‘Aile Sesleri’, ‘A Kind of Alaska’, ‘Parti Zamanı’, ‘Moonlight’, ‘Ashes to Ashes’, ‘Kutlama’, ‘Precisely’, ‘One for The Road’, ‘Bir Tek Daha’, ‘Dağ Dili’…
Sonra senaryoları: çocukken seyrettiğim, tam anlamasam da farklı, özel bir film diye saygı duyduğumu hatırladığım: ‘Arabulucu’ (maalesef bir daha seyredemedim, ana karakterin çocuk oluşu mu sonuna kadar seyretmeme sebep olmuştu diye düşünürüm bazen), İzmir Fransız Kültür’de seyrettiğim ve stilize tarafına ısınamadığım Joseph Losey’in Dirk Bogerde’lı ‘The Servant’ı; gördüğüm en tedirgin edici filmlerden olan, yine Losey’in Bogarde, Stanley Baker, Michael York ve sinemanın en şahsına münhasır şahsiyetlerinden merhum Delphine Seyrig’in oynadığı ‘Kaza’; zevce olma durumu üzerine Anne Bancroft’a oyunculuk gösterisi yapma şansı tanınmış (bence biraz heba etmiş) ‘The Pumpkin Eater’; Merly Streep’i ‘Sophie’nin Seçimi’yle birlikte en beğendiğim iki filmden biri olan Karel Reisz’in ‘Fransız Teğmenin Kadını’; Franz Kafka adaptasyonu ‘Dava’… Benim vehmim olabilir ama hep Michael Haneke bir Pinter senaryosu çekse, müthiş bir buluşma olur diye düşünmüşümdür. İzafiyet ve şiddetin Losey buluşmalarından çok daha az stilize, çok daha sahici bir boyutu çıkarmış gibi gelirdi.
Pinter 1985’de, Uluslararası PEN adına, faşist 12 Eylül Askeri Darbesi baskısı altındaki Türkiyeli yazarların durumunu mütalaa etmek gayesiyle, oyun yazarlığı bazında meslektaşı Arthur Miller’le beraber TC’ye gelmişti. Sıkıyönetim mahkemesindeki 48 sanıklı Barış-2 Davası’na da gözlemci olacaktı. Mihmandarlıklarını Gündüz Vassaf ve Orhan Pamuk üstlenmişti. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Aziz Nesin, Haluk Gerger, Sadun Aren, Yalçın Küçük, Erdal İnonü gibi isimlerle görüşmeler yaptılar. Devrin Başbakan’ı Turgut Özal ve hükümet üyeleri onlarla görüşmeyi reddetti.
Devrin USA Büyükelçisi Robert Strausz-Hupe onlar için bir yemek verdi. USA’nin tüm dünyada diktatörleri desteklediğinin de mevzubahis olduğu gergin yemekte, Büyükelçi “Bay Pinter buradaki gerçeklerin farkında değilsiniz galiba, sınırın öbür tarafında SSCB var” demek densizliğini gösterince, Pinter’dan “Benim bahsettiğim gerçekler taşaklarınıza elektrik verilmesini de kapsıyor” şeklinde usturuplu bir cevap almıştı. Neticede Pinter ve Miller yemeği terk etmişti. Pinter’ın yemekte tartıştığı bir isim de son dönem demokrasi havariliği oynayan, o dönemlerin başta gelen ‘darbeperver’lerinden Nazlı Ilıcak’tı. Ilıcak “Size ne oluyor? Bu Türklerin meselesi!” mealinde çemkirmişti Pinter’e.
Pinter ayrılırken “Birçok açından aydınlatıcı bir ziyaret oldu. Öncelikli olarak Kürtlerin çektiklerini, aslında onların varlığının ortadan kaldırılmaya çalışıldığını ve anadillerini konuşmalarının yasaklandığını gördüm.” demişti. Üç sene sonra da bu mevzuda ‘Mountain Language/Dağ Dili’ni yazdı. 1989’da Mehmed Uzun’un Kürtçeye tercüme ettiği ‘Dağ Dili’ ve ‘Bir Tek Daha’yı, sahne ve film yönetmeni-oyuncu Mehmed Said Alpaslan DAST’nda (Dicle Amatör Sanat Tiyatrosu) Bilgesu Erenus tercümesiyle Türkçe sahnelemişti; oyunun müziklerini de Şivan Perwer yapmıştı. Pinter, buradan dönüşünde, devletin insan haklarına aykırı duruşu nedeniyle, oyunlarının TC’de sahnelenmesini yasakladı. Bu yasak, ilk Tiyatro Stüdyosu’nun ‘Aldatma’sıyla kalkmıştı. Pinter Kürt meselesinin hep takipçisi ve destekçisi oldu. 2004’de de Hasankeyf’i korumak için Ilısu Baraji’na karşı bir kampanyayı da başlatmıştı.
Pinter, TC ziyaretinin akabinde “Murder Is The Most Brutal Form of Censorship/Katl Sansürün En Gaddar Şeklidir” başlıklı bir makale (http://www.haroldpinter.org/politics/politics_freedom.shtml) yayınlamış ve yukarıda bahsettiğim ‘Mountain Language/Dag Dili’ isimli oyunu yazmıştı.
Pinter, Britanya’daki farklı zihniyetlerdeki ama Filistinlilerin yaşam, insanlık, sivil ve siyasi hakları için beraber mücadele eden ve İsrail devletinin 1967 sınırları dahilinde kalmasını talep eden Musevilerden müteşekkil ‘Jews for Justice for Palestinians’ın (Filistin İçin Adalet İsteyen Yahudiler) kurucularındandı.
Pinter 2003 Ocak’ında “Irak Savaşı, orada altyapıdan kalanları da çökertmek, katliamı yaygınlaştırmak, hastalıkları, kötürümlükleri arttırmak maksatlı ve yaklaşık 1 milyon mülteciyi hesaplamış ve zorbalığı/şiddeti dünyanın dört bir tarafında tırmandırmayı hedefleyen bir tasarımdı. Ama hala ‘ahlak (haçlı) seferi’ numarası yapıyorlar. Bu ‘sadece vahşi ve haksız bir savaş’, bir ‘hürriyet bahsi’, ‘Irak’a demokrasi getirmek adına’ yüksek adalet dağıtıcılarının mecburiyetten başlattığı bir sefer değil!..” yazmıştı. Tercümemden ötürü Pinter’ın hatırasına affola! Tercüme beni her zaman ürkütmüştür. Hele edebi tercüme. Seneler önce işsiz kaldığım bir dönem, haddimi bilmeyip mütercimliğe soyunmuştum, hem de iki kez. Kitaplar da Vladimir Nabakov’un ‘Laughter in the Dark’ı ve Henry Miller’ın ‘Henry Miller’s Hamlet Letters, Vol. I’iydi. Ne cüret ama!. Bir haftada on sayfa bile tercüme edemeyip, aynı sayfayı 8-9 farklı şekilde tercüme edince… her iki kitabi da iade etmiştim. Sadece Sevin Okyay’ın Türkçeden İngilizceye tercüme ettiği bazı senaryolarda, sokak dilinden vakıf olduğum bazı slangları düzeltmekten zevk alırım tercüme faslından.
Neyse Pinter’a dönersek, Bush’un Irak Savaşı’na dahil olduğu için Tony Blair’i gayet sarih biçimde “kullanılan idiot” olarak tanımlamıştı, George W. Bush’u ise doğrudan “toplu katliamcı savaş suçlusu“, USA’yı da “en büyük zorba“. Pinter, özellikle 1973’de Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’nin devrilmesinden beri mihnetsiz bir beynelmilel siyasi aktivist portresi çizdi. Kosova’ya Nato müdahalesi, USA’ya karşı Küba Dayanışma Partisi, Batı Şeria işgali, İsrail’in Lübnan saldırısı, Gazze ablukası vb sırasında da önde gelen aktivistlerden oldu.
Tercümeden ne kadar imtina etsem de, iki kez bu mevzuda haddimi aşmak mecburiyetinde kalmıştım. Maalesef ikisinin muhatabı da Pinter’dı. 1998’de talihsiz Haber Extra kültür-sanat editörlüğüm döneminde USA ve Batı politikalarına zehir zemberek eleştiriler getirdiği konuşmasını ve ara notlarla nerdeyse orijinalinin bir buçuk katına uzattığım o müthiş Nobel konuşması, ‘Art, Truth & Politics/Sanat, Gercek & Siyaset’i (http://www.elpais.com) tercüme etmeğe kalkışma cüretini göstermiştim. Neyse ki, başka bir yere kopyalamadığım için bu felaket tercüme, eski bilgisayarımın gidişiyle artık, en azından bende yok, ama maalesef hala birilerinde kopyaları duruyor olabilir.
Pinter’a dair son bir not: kendisi öncü vicdani redçilerden birisidir.
”Dondurucu bir riya
eriyen bir terazi içindeyiz
eriyen bir terazi icindeyiz…”
Osman Serhat