Üstün Akmen
Geçen hafta Başbakan’ın kafasında büyüttüğü “çılgın” projesini Hıncal Uluç’a (Sabah-23 Eylül 2010) açıklamasının üzerinde durmuş, İstanbul Atatürk Kültür Merkezi ile ilgili “tasavvur”larına kanmadığımı belirtmiştim. Belirtirken, Hıncal Uluç gibi deneyimli bir gazetecinin yürürlükteki hukuk kurallarına; (yukarıdan aşağıya) anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik ve tebliğleri iplemeyen bir başbakana nasıl kandığına inanamadığımı da ifade etmiş, yasa dışına taşan açıklamaya Hıncal Uluç’un “muteber” bir gazeteci olarak nasıl olup da “itibar” ettiğine hayret etmiştim.
Hıncal Uluç: “Gazetecilik yaşamımda ilk kez, ama inanmazsınız ilk kez bir başbakanla konuştum. Telefonla da olsa, ilk kez…” demişti ya, bir kadim dost, bu söze atfen gönderdiği elektronik postada, Solomon Volkov’un “Shostakovich ve Stalin-Büyük Besteci ile Acımasız Diktatör Arasındaki Sıra Dışı İlişki” başlıklı kitabını okumamı önermiş. “Bilvesile”, kitapta yer alan Devlet Başkanı Josef Stalin’in kültür/sanat dünyasının önemli isimlerine telefon ederek nasıl yönlendirdiğinin altını çizmiş. “Beklenmedik bir anda Stalin’den telefon gelince, insanların dizlerinin bağı çözülür, her istenileni yaparlarmış” demiş. Neymiş, niçinmiş bilmem, Volkov böyle söylemiş, dostum da bana nakletmiş.
Hıncal Uluç tenezzül buyurup yazımı yanıtlama gereğini duymadı ya da hiç değilse telefonla aramadı, ola ki polemiklerden nefret ettiğimi bilemedi, polemikten kaçtı, ama ben Sayın Başbakan’ın televizyonlarda AKM ile ilgili söylemlerini her keresinde dikkatle dinledim. AKM’nin yıkılarak tamamen yeni bir proje yapılacağını yineledi. “Kongre merkezi, sanat merkezi, opera oynanacak yer” gibisinden laflar etti. Tümünün bir arada olduğu çok amaçlı salonların, opera ya da bale eserlerinin sahnelenmesi açısından yeterli olmadığı gerçeğini bilmediği için ya da danışmanlarının opera ile opera binası ile uzaktan yakından ilgileri olmadığı için yalan-yanlış söyledi de söyledi.
Yahu, bu kadar fonksiyonu bir arada olan bina işletmesi ile karşı karşıya kalınırsa, İstanbul Devlet Opera ve Balesi, İstanbul Devlet Tiyatrosu, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ve İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüklerinin bu binada yerleşik olması düşünülebilir mi?
Diğer taraftan, Başbakan’ın konuşmalarından bu binanın adının Atatürk Kültür Merkezi olarak kalamayacağı, işletmenin Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, Haliç Kongre Merkezi gibi bir statü haline getirileceği de ayan beyan belli.
Taksim’de trafiğin yeraltına alınması ise, zaten var olan bir proje. 1990’dan beri mevcut (yani Sözen döneminden beri). Geçen haftaki yazıma internetten gelen yorumlardan öğrendim ki, bu amaçla bir proje yarışması bile yapılmış. O yorumlardan birinde: “Taksim metro istasyonunun neden bu kadar derine yapıldığını, o merdivenleri inip çıkarken düşünmedin mi? İşte bu yüzden…” deniliyor. Metro, zamanı geldiğinde üzerine araç trafiğinin de indirilebilmesi için böyle derine eşilmiş.
Ancak trafiği alta almak için binayı yıkmanın ne ilgisi var, o gün bugündür düşünüyorum düşünüyorum içinden çıkamıyorum. “Taksim Meydanı” dediğimiz; esasında Atatürk Heykeli, Atatürk Kültür Merkezi, su maksimi, gezi parkı ile İstanbul’un “Cumhuriyet Meydanı”dır. Yeni Anayasa’nın referandum sonucu onaylanması ise, anayasadan önceki yapıların, yapılanların ve düzenlemelerin yok edilmesi anlamına gelmemekte. Diğer taraftan, Başbakan’ın “benden önce”, “benden sonra” ve benzeri yeni, yepyeni düşünceleri de son derece tehlike arz etmekte.
Başbakan’ın sır gibi sakladığı “Çılgın Proje”sini ben de ucundan kıyısından öğrendim. Gerçekleşebilirse pek mükemmel olur, ben de Recep Tayyip Erdoğan’ı o zaman gönülden kutlar, açık yüreklilikle özür de dilerim. Ama gel de Başbakan’a inan! Neymiş proje? Deniz tarafında söz konusu çok amaçlı bina, İnönü gezisine ilâve edilmiş yeşil alan ve ortasında -belki de biraz yükseltilmiş olarak – Taksim Anıtı. Anıtın çevresinde fazla büyümeyen ağaçlar ile bezenmiş geniş bir yeşil alan ve çok büyük olmayan törenlerin yapılabileceği ve insanların serbestçe dolaşabilecekleri geniş ve engebesiz alan. Oturulabilecek banklar, birkaç şık mı şık “kiosk”. Gürültüsüz, ferah ve temiz bir park alanı. Ne hoş değil mi? Başbakan bu “hoşluğu” istiyor, inanın bana, istiyor, ama bu resmin içine, hiç olmazsa İzmir Konak meydanındaki gibi bir de cami oturtmayı amaçlıyor. Beyoğlu Evlendirme Dairesi ve Nikâh Salonu’nun bulunduğu parka, belki de 6 minareli, hatta ikinci Selimiye Camii’nin klonlamasını düşlüyor. Yani operayı moperayı, baleyi maleyi, tiyatroyu miyatroyu, senfoniyi menfoniyi umursamıyor. Seçim yatırımını şimdiden planlıyor.
Diğer yandan bakarsak böyle bir projenin “kazmayı vurduktan” iki yıl sonra bitirileceği sözüyse ütopyanın Allahı! Düşünsenize, önce içinde kent trafiğinin kilit noktası Taksim Meydanı olmayan yeni bir trafik planı geliştirilecek ve akış için gerekli cadde düzenlemeleri yapılacak, bu yeni uygulama içinde sorunsuz trafik akışı sağlanacak. Vay benim köse sakalım! Sadece bu bir yıl sürer. Sonra kazı işleri başlayacak, kaç metre derine inilecek? Bu arada metro hattı ne olacak? Haydi çözüm bulundu diyelim, o mağaranın içine inşaatlar yapılacak, yol bağlantıları düzenlenecek, egzoz gazlarının tahliyesi için muazzam bir havalandırma yapılacak. İyi de, havalandırma bacaları, yer üstünde acaba nasıl gizlenecek? Bütün bunlar teknik olarak olmayacak işler değil elbette. Ama yasalar linç edilmişe dönecek? Tutun ki Başbakan yasaya/yasalara karşı savaşımını kazandı, işte o zaman da en azından benim kuşağımın elindeki iyi kötü opera, bale, tiyatro, senfoni izleme/dinleme olanağı yıllar yılı piç edilecek.
Esasında bu tartışmalara girmek hiç mi hiç doğru değil. Binayı beğensek de beğenmesek de tescillidir ve koruma grubu 1. Gruptur. Ayrıca mahkeme kararı kesindir ve Bakanlık üst mahkemeye itiraz etmeyince konu kapanmıştır. Koruma Kurulu da mahkeme kararı doğrultusunda yeni bir karar oluşturmuştur. Şimdi hiç zaman kaybetmeden uygulamanın başlaması gerekmektedir. Tartışmalara devam edilirse, sanki bugüne kadar hiçbir karar yokmuş gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Başbakan bunu yapmak istiyor olabilir, ama sorumlular sonuca razı olmalı, cezalandırılmayı şimdiden kabullenmelidir.
Opera, bale, tiyatro, senfoni izleme/dinleme olanağımın “ahir” ömrümde piç edilmesini önlemek için 06.01.1999 gün 10521 sayılı Koruma Kurulu kararıyla tescil edilmiş, 30.10.2007 gün 1344 sayılı kararla koruma grubunca 1. Grup olarak belirlenmiş; 06.12.2006 tarih, 689 sayılı kararla rölövesi, 14.05.2008 gün, 1783 sayılı kararla restorasyon avan projesi onaylanmış İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nin (şimdilik kaydıyla) tadilinde ısrar ediyorum. Karar altına alındığı halde hangi nedenlerle tadil edilemediğini, dolayısıyla AKM’nin neden hâlâ açılamadığını sorgulamayı sürdürüyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan’ı nasıl oluyor da yasaları, yargı merciinin kararlarını hiçe sayarak böyle açıklamalar yapıyor, Başbakan’a kızgınlığımı ve inançsızlığımı sürdürüyorum.
5706 sayılı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Hakkındaki Kanunun 11. Maddesi’nde belirtilen İstanbul Atatürk Kültür Merkezi onarımı, Rami Kışlası’nın kütüphane olarak yenilenmesi, Ayazağa Kültür Merkezi’nin yapımı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın asli görevleri arasındaysa, Ajans nerede diye bir kez daha soruyorum.
Tadilat konusunda ısrar ederken, İstanbul Atatürk Kültür Merkezi onarımı için çeşitli bakanlıklar, kurum, kuruluş, sivil toplum örgütü ve benzin gelirlerinden elde edilen maddi kaynakların bugüne kadar nerelere sarf edildiğini de sorguluyorum.
Mimar Murat Tabanlıoğlu, ekip başı olarak mühendislik hizmetleri karşılığı Ajans’tan tahsil ettiği 2 milyon 533 bin Türk Lirasını kimlere, nerelere ödediğini müspet evraklara istinaden tevsik edemiyorsa Tabanlıoğlu’ndan Yüce Yargının hesap sormasını bekliyorum.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 65 (a) maddesi kültür ve tabiat varlıklarını tahrip edenlerle ilgili 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası uygulanmasına amir olduğuna göre, Atatürk Kültür Merkezi’nin çürümeye bırakılmasını, bal gibi kültür varlığının tahrip edilmesi anlamına geldiğinin bir kez daha altını çiziyorum.
Hem yukarıda sıraladığım konularda, hem de 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 65 (a) maddesinin uygulanması hususunda Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’na şikâyetçi sıfatıyla suç duyurusunda bulunduğumu (Bkz: Evrensel-15 Eylül 2010), aynı konuda imza kampanyasının sürmekte olduğunu bir kez daha anımsatıyorum.
Başbakan’ın “Çılgın Proje” uçurtması, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’na sorduğum on üç sorunun (Evrensel-01 Eylül 2010) yanıtsız kalmasını gerektirmez ki!
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı on üç sorunun yanıtını mutlaka araştıracak, sorgulayacak.
İnanıyorum!