Ayşan Sönmez
Geçtiğimiz Perşembe gecesi, Muammer Karaca Tiyatrosu’nda Türkiye prömiyerini yapan Yedi (Seven) etkinliğini izlediğimde, aktivist iddia taşıyan çalışmaların fon sağlayan projelerle kurdukları ilişki biçiminin ve ortaya çıkan sonucun ciddi ciddi masaya yatırılması gerektiğini bir kez daha düşündüm. Yedi gösterimini prömiyerinden önce merakla bekledik ancak oyundan çıktığımda aklımda birçok soru vardı. Bu tür çalışmaların kağıt üzerinde yazılan hedefleri çok anlamlı ancak fiiliyata döküldüğünde bu anlamın hakkı ne kadar veriliyor şüpheliyim.
Bu proje şöyle ortaya çıkıyor: 7 oyun yazarı, 2007 yılında dünyanın farklı bölgelerinde (Afganistan, Kuzey İrlanda, Rusya, Guatemala, Pakistan, Kamboçya ve Nijerya) kadın hakları mücadelesi veren aktivistlerle söyleşi yapıyor ve sonra bunu belgesel nitelikli bir oyun haline getiriyorlar. Proje, “insan hakları konusunda hassasiyet yaratmaya ve aynı cesaretteki daha çok kadını öykülerini paylaşmaya” çağırıyor. 2009 yılında ise Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı işbirliği ile dünya turnesi başlıyor. Oyunun taşındığı ülkelerde politikacılar, öğrenciler ve aktivistlerin katılımıyla bir performans grubu oluşturuluyor ve yerel inisiyatiflerin ve STK’ların işbirliğiyle panel, gösteri ve konferanslar düzenleniyor. Türkiye’de İsveç Enstitüsü, İstanbul İsveç Konsolosluğu ve Riksteatern (İsveç Ulusal Turne Tiyatrosu) işbirliğiyle gerçekleştirilen bu program kapsamında bu gösterim dışında hangi etkinliklerin yapılacağı henüz duyurulmadı.
Prömiyer gecesi, Muammer Karaca tiyatrosunun önünde gösteriyi izleyemeye gelen çok kalabalık bir seyirci grubu vardı. Davetiyeli bir etkinlik olduğu için öncesinde yer ayırtmak gerekiyordu ancak sınırlı sayıda davetiyeye ulaşamayanlar şanslarını denemek için son ana kadar beklemeye karar vermişlerdi fakat çok azı içeriye girebildi. Seyircinin salona yerleşmesi çok zaman aldı ve biz de şans eseri salonun alt katında, arka sıralarda kendimize yer bulabildik. Muammer Karaca tiyatrosunun giriş katı ağırlıklı olarak konsolosluğa ayrılmıştı, bizim gibi aradan sızmayı başaranlar dışında diğer davetliler balkonlara yönlendirildiler. Anladığım kadarıyla konsolosluk dışı katılıma sınırlı sayıda yer ayrılmıştı. Ses sitemindeki aksaklık nedeniyle uzun süre açılış konuşması yapılamadı ve bozuk mikrofon sorunu bir türlü giderilemedi. Artık dayanılmaz bir hal almaya ve salondan homurtular yükselmeye başlayınca, seyirciler arasında bulunan Yılmaz Erdoğan birkaç espri ile duruma el koydu ve sahne arkasına geçip mikrofonun elektrik fişini çekti, salondaki gerginlik hafifledi ve konuşmacılar çıplak sesle konuşmalarını baştan yaptılar. Ardından yine bir süre beklendikten sonra, gösteri kadrosu sahneye çıktı ve okuma tiyatrosu başladı. Artık yine ses sisteminden midir, yoksa icracıların ses düzeylerini ayarlayamamalarından mıdır, bunu tam anlayamadım, gösterinin büyük bir kısmında duyma sorunu yaşadık. Üstelik, salona sık sık giriş çıkış olması da dikkati dağıtıyordu. Gösteri boyunca kendimi sık sık profesyonellerin kotardığı bir etkinlikten ziyade çıkan aksaklıklar karşısında tolerans beklenen bir okul gösterisinde hissettim.
Oyun yazarları metni geçişken diyaloglar üzerine kurmuşlar. Yani, bir karakter bize hikayesini anlatıp yerini bir sonraki karaktere bırakmıyor. Kişisel anlatılar hayat hikayelerinin belli bir yerinde kesiliyor ve başka bir karakterin hikayesini dinlemeye başlıyoruz. Tüm karakterlerin öyküleri, oyun sonunda topluca nihayete eriyor. Böyle bir formun seçilmesi, metne ve sahnelemeye hareket katmış ancak icra sorunları ve teknik problemler nedeniyle metnin takibi zorlaşmış. Sahne üstündekilerin çoğu oldukça deneyimli oyuncular olmasına rağmen (gerçi etkinliğin lansmanında oyuncu olmayanlar ön plandaydı), bir ortaklığın yakalanamaması, bir karakter her ne kadar iyi icra edilse de, diyalogların kurulmasına ve ortak bir atmosferin oluşmasına yeterli olmuyordu. Okuma tiyatrosu formu özel bir sahneleme iddiası taşıyan bir form değil ancak metnin seyirciye aktarılması için minimum bir çalışılmışlık ve üslup ortaklığı gerektiriyor sanırım. Hele ki hikayesi anlatılanlar ciddi insan hakları mağduriyetlerine uğramış, bu süreçten güçlü çıkmış ve diğer kadınların benzer deneyimleri yaşamaması için mücadele etmiş kadınlarsa. Üstelik okuma tiyatrosu, “özgürlük ve adalet uğruna imkansızı başarmış kadınları” anlatan bir dizi etkinliğin parçası değil bizzat etkinliğin kendisiyse.
Metni iyi takip edemediğim için içeriğine dair çok sözüm olamıyor, bana sadece kadınların mücadelesinde “eğitimin önemi” vurgusu fazla bir metin gibi geldi. Ancak yanılmış olabilirim, oyunu ayrıntılı okumak gerekir. Fakat, oyun metninin veya sunuluş biçiminin icra edildiği ülkeye göre farklılaşabileceğini düşündüm. Devlet şiddetine, ağır kovuşturmalara, taciz ve tecavüze maruz kalmış, aktivist mücadeleleri süresince yakınlarını kaybetmiş, tehdit edilmiş veya sürgün edilmiş kadınların hikayesi İsveç’teki ve Türkiye’deki seyirciye aynı şekilde anlatılmayabilir. Toplumsal çatışmaların görece daha cılız olduğu bir sosyal devlette yaşayan bir seyirci bu metinle farklı bir şey algılar, öğrenir veya empati kurar, benzer deneyimlere ve tarihe sahip bir ülkede ise farklı bir etkisi olur. Ki bizim ülkemizde 7 ayrı ülkeden hikayesi anlatılan 7 kadınla ortaklaşan birçok deneyim var. Üstelik Türkiye’de bu kadın portrelerinin birçoğunun deneyimlerini kamusallaştırmak halen “sakıncalı”. Böyle bir yerelleştirme özel olarak amaçlanmayabilir ancak projenin başlığının “insan hakları konusunda hassasiyet yaratmak ve aynı cesaretteki daha çok kadını gerçekliğini paylaşmaya çağırmak” olması bir beklenti yaratıyor. Bunun için metni değiştirmek, yeni karakterler eklemek, karakterleri Türkiyeli tipleri çağrıştıracak şekilde oynamak, arada mesaj vermek de gerekmiyor elbette ancak gösterimde herhangi bir imada dahi bulunulmaması, açılış veya kapanış konuşmalarında projenin yerelliğine dair yorum yapılmaması, ülkemizin siyasi atmosferi çok müsait olmasına rağmen herhangi bir söz söylemenin tercih edilmemesi çok dikkatimi çekti. Gece kapanış konuşmasıyla tamamlandı, icracılara çiçekleri verildi ve salondan ayrıldık.
Yedi belli ki lansmanı çok iyi yapılan, altyapı veya kaynak sıkıntısı çekmeyen, birçok profesyonelin çalıştığı bir projeydi. Türkiye’de de yapıldı mı? Yapıldı. Ancak iddiasını ne kadar hayata geçirebildi, bu çok tartışmalı. Belki önümüzdeki günlerde bu etkinliğin başka ayakları da düzenlenecektir ve ele alınan konunun hakkı verilecektir. Ancak prömiyerle pek iyi bir başlangıç yaptığını düşünmüyorum. Ve bu sorunların sadece Yedi gösterimine özel olduğunu da sanmıyorum. Proje merkezli çalışmak ne kazandırırken, ne kaybettiriyor? Proje, sanat ve aktivizm için midir? Yoksa tam tersi bir eğilim mi baskın olmaya başladı? Bunların samimi bir şekilde tartışılmasının önemli olduğunu düşünüyorum.
1 Yorum
Bu yazıdaki özel isimleri başka isimlerle değiştirebilirsiniz(örneğin 7 yerine başka bir oyun ismini, Muammer Karaca Tiyatrosu yerine başka bir salon ismini koyabilirsiniz) yazı yine anlamlı olur. Zira Ayşan Sönmez bu yazısı ile tiyatromuzun içinde bulunduğu durumu çok da başarılı bir şekilde özetlemiş. (Zorunlu değişiklik , içeri girmek için kapı önünde bekleşen kalabalıkta olur,olsa olsa!)
Umarım ve dilerim ki yazı hak ettiği değeri bulur ve yararlı tartışmaların kapısını aralar.