20. yüzyıl avangardizmi hemen yüzyılın başında önemli bir yol ayrımına gelmişti. Tiyatro alanında tozun dumana karıştığı bir deneysellik kaosunun içinden bu simgesel yol ayrımının sözcülüğünü üstlenen iki isim birer adım öne çıktılar: Brecht ve Artaud. Temel meseleleri sanatın hayatla kurduğu ilişkiydi. Brecht her zaman tiyatro sanatının sanatların en yücesine yani yaşama sanatına hizmet etmesi gerektiğini savunuyordu. Onun yaklaşımına göre sanat hiçbir zaman hayatın yerini tutacak bir şey değildi; daha ziyade hayatı güzelleştiren, keyifli kılan ama aynı zamanda onu dönüştürme potansiyelini de içinde taşıyan bir mevhumdu. Kısacası sanat yaşamın kendisi değil, sadece temsiliydi. Artaud ise modernleşmenin aşırı biçimde materyalistleştirerek tükettiği ve değersizleştiği Batı kültürünün ruhuna yüklediği endişelerden, Batı dışı kültürlerin kadim metafizik evrenlerine sığınarak kurtulmayı amaçlayan bir maceraperestti. O sanatı hayattan bağımsız ve ona koşut akan bir ikinci alan olarak görmüyordu. Artaud’nun peşinde koştuğu hayatın yerini alacak bir sanattı. Onun hiçbir zaman gerçekleştiremediği düşlerini “manevi oğlu” Grotowski gerçekleştirmeyi deneyecek ve sahnede kutsallığın inşasına dönük yoğun bir deneysellik arayışına girişecekti.
Geçtiğimiz günlerde -kendine has bir dille de olsa- sanatın hayatın önüne geçemeyeceğini, geçmemesi gerektiğini savunarak tiyatro dünyasında farklı bir polemiğin başlamasına hizmet eden Haluk Bilginer, söz konusu değerlendirmeleri yaparken kökenleri yüzlerce yıl öncesine giden bu felsefi tartışmaya kendi üslubunca bir katkı sunduğunu düşünmüş müdür bilemiyoruz. Ama sonuçta açılan tartışma ister istemez hayat ve sanatın ilişkisinin sorgulandığı bir foruma dönüştü. İlginç olan sahneyi kutsayan ve gerekirse ölüm gibi hayatın en önemli gerçekliğinin bile sahne üzerinde yaşanan gerçekliğe feda edilebileceğini söyleyenlerden bazıları, kendilerini Brecht’in mirasçıları olarak gören tiyatroculardı. Bilginer’i kullandığı dilden dolayı kınayıp kınamamak çok önemli değil. Tartışmanın özüne odaklanırsak duracağımız yerin neresi olacağına daha kolay karar verebiliriz: Sahne hayatın kendisinden daha kutsal bir yaşam alanı mıdır, yoksa sanatların en kutsalı olan hayat sanatına hizmet etmek amacıyla sesli düşündüğümüz bir platformdan mı ibarettir? Tüm bu tartışma sırasında cevap vereceğimiz gerçek soru bu aslında.