Edinburgh’tan son teknolojili bir oyun mu görmek istiyorsunuz? Öyleyse sadece yerel sinema salonunuza gitmeniz yeterli. Andrew Dickson’dan Traverse tiyatrosunun neden kameralarla kuşatıldığı üzerine bir yazı.
Tiyatronun Geleceği Bu Mu?: Sinema Projektörlerinden Yayınlanan Oyunlar
Andrew Dickson, 22 Ağustos 2010, Çeviri: Burak Akyunak
Kaynak: Guardian
Globalleşme… bir kamera Traverse’in Impossible Things Before Breakfast adlı oyununun provalarını kaydederken. (Fotoğraf: Murdo Macleod, Guardian)
Edinburgh’taki Traverse tiyatrosunun bu sezonki okuma tiyatrosu matineleri dizisi için seçtiği isim oldukça şirin: Impossible Things Before Breakfast (Kahvaltıdan Önce İmkansız Şeyler). Teknik olarak hatalı bir adlandırma olsa da (biletinize kahvaltı ya da en azından ufak bir sandviç ve bir fincan kahve dahil), diğer tüm yönlerden bakıldığında Alice Harikalar Diyarında’dan ödünç alınan bu başlık yeterince uygun.
Geçtiğimiz yıl festival takipçileri rehin alma krizlerine katlanmak (Enda Walsh’ın yeni bir çalışması) ve senaryo parçalarını dışa vurmak (Davig Greig) zorunda kalmıştı. Bu sene ise Simon Stephens, T5’te oluşan nükleer bir sızıntıda gezinirken Linda McLean’ın yeni oyunu This is Water (Bu Sudur), bir sorgulamayı kusursuz bir biçimde konu ediniyor. Eğer akşamdan kalmaysanız bunlar sabahın 9’unda ilgilenmek için biraz fazla gelebilir.
Şimdi Traverse, imkansız olmasa da eskiden oldukça uğraş gerektiren bir şey olarak görülen bir işe girişiyor: bu akşam, bu iki küçük piyesle beraber toplam beş piyesi Birleşik Krallık ve İrlanda’daki 30 sinemada gösteriyor. Böyle bir işe girişen ilk grup Traverse değil tabi ki. 2006 yılında New York’taki Metropolitan Opera, dünyanın her tarafına yüksek çözünürlüklü uydu yayını başlatmıştı; geçtiğimiz yıl London National Theatre modaya uydu ve Helen Mirren’in rol aldığı Racine’in Phèdre adlı eserini de içeren birçok oyunu dünya çapında 200.000 kişiye ulaştırdı. Birkaç hafta önce, Londra’dan Donmar (küçük alanı ve kocaman seyirci ağı nedeniyle bilet bulmak oldukça zordur), bu sonbaharda gösterime girecek olan Kral Lear’ın aynı anda hem televizyon hem de radyodan yayınlanacağını açıkladı.
Kimsecikler fark etmeden canlı performans bir devrim geçirdi. Sadece bir grup insan tarafından paylaşılan yegâne bir deneyim olmaktan çıkıp kitlesel bir katılım biçimine dönüştü. Bu nasıl gerçekleşti? Dahası, iyi bir şey mi? Peki ya çalışmanın kendisi?
Edinburgh’un liman bölgesi olan Leith’te bir prova odasının zemininde otururken bu sorulara kafa yoruyorum. Dört aktör, bir yönetmen ve yardımcısı, yazarla oyun üzerine ciddi bir tartışma yürütüyor. Ama izleyen sadece biz değiliz. Her tarafta kameralar ve yaka mikrofonları var; yan odada bir ses mühendisi sabırla dinliyor. Oyuncular Marina Carr’ın kaleme aldığı buruk bir aşk hikâyesi olan Quartet’i çalışmak için burada bulunuyor olabilirler, ama kendinizi burada daha ziyade Biri Bizi Gözetliyor evindeymiş gibi hissediyorsunuz.
Kameralar provanın her saniyesini daha sonra kullanılmak üzere kaydediyor ve canlı yayın için denemeler yapılıyor. Bu kameraların sahibi Hibrow adlı şirketin kurucusu, 62 yaşındaki enerji dolu adam Don Boyd. Boyd daha önce Derek Jarman ve John Schlesinger’ın filmlerine de yapımcılık yapmış. “Sinemadaki seyirciler sadece iyi bir deneyim edinmekle kalmayacak, normalde asla görme şansları olmayan bir şey görecekler” diyor.
Boyd’a göre genişbant teknolojisi sayesinde seyirciler pek yakında istedikleri kamera açılarını seçebilecek, kulisi izleyebilecek, aksiyonu belgesel çekimlerle bölecek ya da sanki salonun J sırasında oturuyormuş gibi sadece oyunu izleyecekler.
Her prodüksiyonun, biri tiyatro biri yayın için olmak üzere iki yönetmeni var. Prodüksiyonlarda canlı resim seçici (dar bir mekanlı Traverse’de bu işi yapmak hiç de kolay değil) ve uydu beslemesi ile zahmetli bir senkronizasyon kullanılıyor (“saati sadece £750” diyen Boyd’a bakılırsa ucuz bir meblağ). Benim ziyaretimde yönetmenlik görevini National Theatre of Scotland’ın yöneticisi Vicky Featherstone yürütüyordu. Bunun bir deney olduğunu kabul ediyor: “Dürüst olmak gerekirse ben burada öğrenmek için bulunuyorum, tüm sorumluluğu almama gerek kalmadan” diye gülüyor ve ekliyor. “Bu çok özgürleştirici.”
Featherstone, Traverse’in yayınları ile National Theatre veya Met’in sundukları arasındaki temel bir farka da dikkat çekiyor: Met’in yayınları, bütünlüklü prodüksiyonların masraflı sahnelemeleri; bunlar ise yeni metinlerin, mütevazı bütçelerle, provalı okumaları (komisyon giderlerine ek olarak £60,000 kadar tutuyor; Met bunun iki katından fazlasını canlı yayın başına, çok daha büyük bir düzenek için ödüyor). Featherstone şöyle diyor: “Bu biçimi çok samimi bulmama rağmen, sadece yan yana oturan ve hikâyeler anlatan dört kişi var, okumalar doğaları gereği teatral değil.”
Canlı tiyatro yayınlarının zorluklarının birisi şu olabilir: gerçek dünyanın boyutlarına sahip bir performansı alıp onu sinema perdesinin ölçülerine göre şişirmek. Geçtiğimiz sonbaharda San Francisco’daki bir spor stadyumunda Il Trovatore’nin bir yayınını izlediğimde, birkaç metre yüksekliğinde sallanan devasa bademcikleriyle, bu gösteriyi biraz kötü bulmuştum.
Bolton’daki Octagon tiyatrosunun sanat yönetmeni David Thacker, yeni canlı yayınları henüz görmemiş olsa da “Bana göre tiyatronun yegâne gücü hepimizin aynı odanın içerisinde yer almamızdır” diyor. “Oyunları filme almanın özel bir estetiği vardır. Tamamen farklı bir yönetmenlik becerisi gerektirir.”
Dürüst olmak gerekirse, sanat yönetmeni Dominic Hill liderliğindeki Traverse ekibi, bu çalışmalarının tiyatroya yeni seyirciler kazandırma potansiyeli olduğu kadar potansiyel seyircileri tiyatrodan uzaklaştırma riski olduğunu da muhtemelen kabul edecektir. Featherstone, Met’in yayınlarının gerçekten de iyi sonuçlar verdiğini düşündüğünü söylerken oldukça diplomatik davranıyor ama bu konudaki zorlukların da farkında olduğu gözden kaçmıyor. “Bu yeni biçimin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz” diyor. “Oluşturduğu heyecan ilginç ama henüz çözümlenmemiş. Bir prodüksiyonun aslı kadar iyi bir şekilde filme alınması mümkün değil. Eğer bu mümkün olsaydı, hepimiz eve giderdik.”
Yeni teknolojinin sanatsal açıdan farklı bir şey sunmasının gerektiği konusunda herkes hemfikir; özellikle de dramanın kendisi canlı video, dijital animasyon ve surround ses ve daha birçok şeyi barındıran hibrid bir biçime dönüştüğü için. Ama bunun ne olduğunu, kimse söyleyemez. Tiyatro yayınları bir sinema filminin parıltısıyla asla rekabet edemez, ama televizyondaki temsilden daha iyi bir sonuç alındığı da kesin. Peki aktörler ne kadar kazanmalı? Önde gelen şirketler dışındakiler bunu karşılayabilir mi? Bu yenilik eskimeye başladığında reklamcılar ödeme yapmaya devam edecekler mi? Peki ya seyirciler?
Belki de canlı yayınları hayata geçirmenin bir yolu, bu zorlukları ve tecrübesizliği engel olarak değil de, canlı performans konusundaki ihtilafları ve gerilimi olduğu kadar canlı performansın komünelliğini de vurgulayan meziyetler olarak görmek olabilir. Featherstone bunun iyi bir başlangıç noktası olduğunu düşünüyor: “EastEnders’ın Şubat ayındaki canlı yayınlanan bölümünü hatırlıyor musun? Bizim tiyatroda her gece yaptığımız şey o. İnsanların kuşkularını bir süre askıya almalarını istemekten bahsediyoruz ama aslında, heyecan verici şeylerden birisi her şeyin kötü gitme olasılığının farkında olarak seyircilerin arasında olduğunuzu bilmek, aynı paylaşımı yaşamak.”