Sezon bitti, merhum sezonun ardından “iyi bilirdik” diye bağıran bir cemaatin arasında kendime yer bulamasam da çok az oynamış bir oyundan söz ederek, ona seyircilik hakkımı “helal” ettiğimi bildirebilirim. Tiyatro Oyunevi’nin yedi yazarlı /yedi yönetmenli Son Bir Kez adlı projesinden söz ediyorum; radikal bir kolaj olarak okunabilecek oyun, “son bir kez” fikri etrafında dönen metinlerden oluşmuş ve her bir fragman ayrı bir rejisör tarafından çalışılmıştı. Ayrı çalışılan fragmanlar ise Şamil Yılmaz’ın dramaturgisiyle ve Mahir Günşiray’ın meta-rejisiyle bir araya getirilmişti. Aslı Erdoğan’ın Taş Bina’sından alınmış Melek, Ece Temelkuran’ın Muz Sesleri’nden bacakları olmayan bir çocuğun, kendini kurşunların önüne atarak öldürmesini anlatan Doktor Hamza’nın mektubu, Murat Uyurkulak’ın Har romanından, Güneydoğu’da askerlik yaparken ölmüş kardeşle, mezarı başında yapılan konuşma bölümü. Öteki metinler ise doğrudan bu proje için kaleme alınmış; Beliz Güçbilmez, Şamil Yılmaz, Bejan Matur ve Ümit Kıvanç’ın metinleri.
Güçbilmez’in anlatısı, balkonda duran ve hapisten çıkmış evine dönen babası eve yaklaşırken, o anda onun için korkunç ölümler tasarlayan bir kızın sesine yaslanmış, kim bilir hangi berbat geçmişi yaşadıkları babayı gittikçe artan bir nefretle çeşitli biçimlerde öldüren acılı bir sese. Yılmaz’ın metnindeki kadın ise toplu bir tecavüz sonucunda hamile kaldıktan sonra çocuğu doğurmaya niyetlenip sonra da rüyasında, çocuğun yüzü yerine adamların yüzünü görünce altı aylık çocuğunu düşürmeye kalkan bir kadın; onun anlatısı da tam bir ölümün kıyısından yapılan konuşma. Matur ise yabancı bir memlekette ölen sevgiliye yönelmiş bir son seslenişin şiirini yazmış, Ümit Kıvanç ise kesinlikle bütün parçaların dışından bir yerden konuşmayı seçerek, sigarasından son nefes alan birinin konuşmasını yazıya dökmüş.
Metinler, son bir kez yükselen seslerden oluşmakta, trajik etkisi yüksek sesler hep bir ölümün kıyısından sahneye dökülmekte. Arka arkaya dizildiğinde gerçekten bir sorun oluşturacak bu “hicranıma damardan” metinler, akılcıl bir dramaturgiyle ve rejiyle kesintili bir biçimde iç içe geçirilmişler ve bağımsız sahneler arasında bağlantılar kurularak parçalı yapı iyice parçalanarak ama bu biçimde de bütünleşerek bir oyun haline getirilmiş. Ölümcül anlarda asılı kalmış seslerden oluşan bir ses koridorunda gezinen Melek ise dramaturjik seçimin en etkileyici figürü. Olan biten her şey onun belleğinden saçılanlar olarak okunmakta. Melek, bir anlamda Benjamin’in Tarih Meleği gibi, geçmişten gelen fırtınanın ortasında taşlaşmış kanatlarıyla uçmayı bekleyen melek gibi. “Hepimiz gördük meleği. Değişik zamanlarda, yerlerde, rüzgarlı damlarda, soğuk bomboş odalarda, kimsenin yürümediği koridorlarda.”
Ümit Kıvanç’ın, oyunun dokusunun dışında duran metni içinse iyi bir çözüm bulunmuş; metin oyunun en sonuna monte edilmiş, -böylece araya girse – yaratacağı anlamsal sorun çözüldüğü gibi, bir anlamda da bu kadar derdin arkasından kalkıp, kendi gündelik yaşamını önemli bir şeymiş gibi sunan figürle, yaşanan cehennem karşısındaki kayıtsızlığın da parodisi yapılmıştı. Metinlerle ilgili söylenmesi gereken bir başka şey ise, doğrudan sahne için yazılan metinlerin sahnesel açıdan daha başarılı olmalarıydı.
Oyunun parçalı yapısının süreksizleştirdiği sahnesel sürecin içinde, seslerini usulca başka seslerin içinden geçiren ve kendilerine ayrılan bölünmüş anlarda yoğun bir etki yaratan oyuncuların, gösterimin başarısını olumlu yönde etkilediklerini özellikle belirtmek gerekecek. Gökçe Yiğitel’in “bir Melek olarak portresinin” başarısı, rolün gerektirdiği dışsallığı ve içkinliği aynı anda görünür kılmasındayken; babası için dehşet verici planlar yapan figürün oyuncusu Nalan Kuruçim’in başarısı ise, gerçekten ironik bir mesafeden kavranmasa sentimental bir tuzağa düşmesi kaçınılmaz rolü, içerideki acının tam karşıtı bir konumlanışla çözmesiydi. Tecavüze uğramış kadında ise Neslihan Derya Demirel, tek başına gece sokaktayken tecavüze uğramış kadını bir kurban haline getirmeden, ona toplumun bakışını da -kadınlığını da- role dahil ederek çok incelikli bir performans sergilemişti. Kardeşinin mezarında onunla hesaplaşırken hayatını sorgulayan figürün oyuncusu Bedir Bedir ve sevgilisiyle konuşan kadın/ Ezgi Çelik, Doktor Hamza’nın oyuncusu Yaman Ceri ve son yabancılaştırıcı metnin oyuncusu Banu Fotocan da etkileyiciydi. Ancak Doktor Hamza’nın bölümü bir mektubun okunmasından oluştuğu için, oyunculuk açısından ötekilere uymuyor ve anlatı ile rol arasındaki denge burada bozuluyordu. Şüphesiz oyuncuların başarısında yönetmenlerin seçimlerinin ve sahnesel kavrayışlarının katkısı önemliydi.
Biz oyunu Ankara’da Domus Sanat Çiftliği’nin mekanında izlemiştik, içinden su borularının geçtiği bir garaja çok yakışmıştı Son Bir Kez, karşımızda bir koridor gibi duran oyun yerinde, yere saçılmış çiçek yaprakları ve her oyuncunun anlatısı için işlevsel olacak yalın nesneler vardı. Claude Leon’un imzasını taşıyan sahne tasarımı sadece anlatılar için yalın bir fon oluşturuyor, teatral unsurları kasıtlı dışarıda bırakarak, sahnedeki varoluşların buradalık’ını ve sahiciliğini çoğaltıyordu.
Son Bir Kez bize bir öykü anlatmamıştı, tekil anlatıların içinde biçimlendiği sınır anları dondurmuş, bu anları da parçalayarak sadece zihnimizde birleştirebileceğimiz söz kırıkları sunmuştu. Bu söz kırıkları sahici bir hayatın içinden, yaşanan acılardan, yaralardan geldiği için gerçekten etkileyiciydi. “İşte” demiştik oyundan çıkarken, “nihayet hakikate dokunan bir oyun izledik.”
Son Bir Kez
Yönetmenler: Mahir Günşiray, Bedir Bedir, Fırat Aygün, Ezgi Yentürk, Nilay Erdönmez, Serhat Erekinci, Nalan Kuruçim.