Galataperform’un kurucusu ve genel sanat yönetmeni Yeşim Özsoy Gülan ve Program Direktörü Deniz Aygün ile Galataperform’un tarihi, etkinlikleri ve sanat anlayışı üzerine konuştuk.
Bildiğimiz kadarıyla Galataperform çağdaş gösteri sanatları için alternatif ve bağımsız bir alan yaratma hedefiyle 2003 yılında kuruldu. 2003’ten bu yana geçen süreyi bu hedefe ulaşma anlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeşim Özsoy Gülan: Galataperform’u kurduğumuz zaman, alternatif, bağımsız bir sanat alanı yaratma gibi bilinçli bir tercihimiz yoktu aslında. Benim kendi tiyatro topluluğum vardı, o topluluğun yanı sıra da performans araştırmaları bölümünde master yapmıştım, Şahika Tekand-Stüdyo Oyuncuları geleneğinden geliyordum ve performatif oyunculuk-performans sanatı ile ilgileniyordum. Bu nedenle performansla ilgili bir şeyler yapmak istiyordum. Galataperform da en başta bir prova mekânı olarak düşünülmüştü. Çoğu tiyatro grubu gibi bir prova mekânımız olsun istiyorduk. O niyetle başladık. Ondan sonra başka etkinlikler yapmak gibi bir düşüncemiz oldu. Zaten biz burayı kurmadan önce de Açık Salı sohbetleri tarzında etkinlikler düzenliyorduk. Değişik disiplinlerden genç, yeni sanatçıların bir araya gelmesiyle bir takım söyleşiler gerçekleşiyordu. Kuruluşundan sonra da Açık Salı sohbetleri, açık mikrofon, performans, solo performans tarzında etkinlikler olsun istedik. Aslında biraz el yordamı ile ilerlendi.
Kuruluşunda bazı kurumlarda olduğu gibi net amaçlar yoktu ama tiyatronun dışında bir şeyler yapmakla ilgili bir fikrim hep vardı. Sadece klasik anlamda tiyatro yapmakla değil, bunun teorisini, diğer sanatlarla nasıl örtüştüğünü araştırmak gibi bir fikrim vardı, performans sanatına ilgim vardı. Zaten mekânın adı da o nedenle Galataperform oldu. 2004’te gerçekleştirdiğimiz ilk Görünürlük Projesi’nden itibaren bu mekânın çizgisi netleşmeye başladı ve şu andaki tarzına yaklaştı. İlk Görünürlük Projesi de bu mekânın kendi görünürlüğü ile ilgiliydi. Halka görünürlük, diğer mekânlara görünürlük gibi. O sıralarda Berlin’de bir açık müze etkinliği vardı, onu izlemiştim. Bir gece boyunca bütün müzeler açık oluyordu ve müzelerin içinde performanslar, konserler sergileniyordu. Bütün halk o gece tek bir biletle bütün müzeleri dolaşabiliyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. Görünürlük Projesi’nde aynısını uygulamadık ama bu bölgeyi (Galata-Beyoğlu) kapsayan bir harita oluşturduk ve o harita bir anlamda buranın gayriresmi sanatçı tarihini gösterdi. Çünkü hangi sanatçılar var, kim nerede yaşıyor, neler yapıyor, görünür oldu, mesela evlerini açan sanatçılar oldu. Değişik disiplinleri bir arada tutarak sanatın halka, halkın sanata görünürlüğünü irdeleyen bir çalışmaydı bu. O zamandan itibaren de (2004) daha yoğun bir şekilde çağdaş gösteri sanatları için alternatif bir mekân olma özelliğini ön plana çıkarmaya başladık, bu şekilde çeşitli programlar oluşturarak devam ettik.
İlk başta daha düzenli programlar oluşturuyorduk. Sadece tiyatro değil, sadece müzik değil, dans değil ama değişik disiplinleri harmanlayan düzenli bir program oluşturmaya çalıştık. Son iki-üç senedir ise bu düzenli programdan vazgeçip daha proje odaklı çalışmaya başladık. Zaten burası profesyonel anlamda sanatçı olmayan insanların yönettiği bir yer değil. Hepimiz kendi alanında zaten sanatla uğraşan insanlarız. Yurtdışında artist-run space dedikleri gibi, yani sanatla uğraşan insanlar tarafından yönetilen, düzensiz programı olan, proje odaklı çalışan bir mekân haline geldik. Bu şekilde olması hoşumuza gidiyor, çünkü daha bağımsız çalışabiliyoruz.
Deniz Aygün: Galataperform bir mekân, ama aynı zamanda sanatçıların bir araya geldiği bir topluluk diyelim. Mekân olmasının dışında proje üreten bir yer, bir sanatçı inisiyatifi diyebiliriz Galataperform için.
Galataperform’un etkinliklerinden ve performansa yaklaşımından bahsedebilir misiniz?
DA: “Görünürlük Projesi” performans ile ilgili çok miktarda etkinlik barındırdı. Biz performansı yeni medyadan pandomime, sokak etkinliklerinden interaktif projelere kadar çok geniş anlamda ele aldık. “Görünürlük Projesi”nin dışında, 2006’dan beri Performans Günleri etkinliğini düzenliyoruz. Bunun dışında, yıllardan beri işbirliği içerisinde olduğumuz performans alanında çalışan yurtdışından bir takım kurumlarla sanatçı değişim projeleri yaptık. Yani bizim sanatçılarımız oraya gidiyorlar, onların sanatçıları da gelip burada performanslar yapıyorlar. Benim şahsen gittiğim performanslar dışında özel olarak İsrail’de “Performance Art Platform” isimli çok nitelikli bir kurum var, orası ile bir değişim projesi yaptık. Kasım ayında İngiltere New Castle’daki bir grup sanatçı ile bir değişim projesi yaptık. “Görünürlük Projesi”ne dünya çapında çok ünlü sanatçılar katıldı; İstanbul’a geldiler, bazıları workshop yaptı. Ayrıca Tel Aviv’den Tamar Raban, çok önemli bir kadın sanatçı. Bu sene ben Peş Peşe isimli bir organizasyona başladım; bu her ay gerçekleşen bir performans akşamı. Her sanatçının 10 dakikası var, bu 10 dakikada ne yapıyorsan yapıyorsun. Senden sonra da bir başkası geliyor… Bütün çağdaş gösteri sanatlarına açık; bunun içinde şiir okuması, müzik de var… Tabii genelde daha çok sahne sanatları veya performans sanatı dediğimiz biçimler ağırlıklı. Bu proje her ay başka bir yerde yapılan bağımsız bir proje. Ceren Ercan’ın ve Yeşim’in iki sene içinde beraber yaptığı bir proje var, Yeni Metin Yeni Tiyatro projesi. Bu kapsamda yeni oyun yazarları ortaya çıktı; liseli gençler oyunlar yazdı. Bu oyunların bir kısmı önümüzdeki sezonda da sahnelenecek. Hatta geçen seneki etkinlikleri toparlayan bir kitap çıkardık aynı isimle. Bir anlamda bir başvuru kitabı oluştu.
Perfomans sanatını görünür kılmak için oldukça farklı mekanlar da kullanıyorsunuz galiba değil mi?
DA: Görünürlük Projesi’nde amaç Galataperform’u ve çağdaş gösteri sanatlarını görünür kılmak; bunun için kamusal alana iniyoruz. Kamusal alanda; meydanda, sokakta, kahvelerde, lokantalarda pek çok proje yaptık bugüne kadar. Buralarda işler normalde bizim mekânımıza gelmeyen birçok izleyicinin karşısına çıkabiliyor.
Galataperform’daki sanatsal anlayış ve yaklaşımı nasıl tarif ediyorsunuz?
YÖG: Şu ana kadar daha özgürlükçü, bağımsız işleri besleyen bir mekân olarak devam ettik; çok fazla ayrım gözetmeden daha radikal, uçlarda olan bir tarz üzerine gitmeye çalışıyorduk. Görünürlük Projesi’nde de hiçbir ayrım gözetmedik. Yani şu ressam iyidir, şu kötüdür demedik; tamamen bu bölgenin dinamiğini ortaya çıkarmaya çalıştık. Performans günlerinde de belirli bir seçicilik tabii ki var ama önemli olan bağımsız sanatı desteklemek. Çoğu işler formal yapılarda yer almadıkları için belirli festivallere, belirli mekânlara giremiyorlar. O formal yapıların dışına çıkan daha bağımsız işlere odaklanarak çalışıyoruz.
Peki, Galataperformun genel yapısı ve işleyişinden bahsedebilir misiniz?
DA: Burası katı bir stratejisi, katı bir yapısı olan bir yer değil. Aslında buranın bir özü var; çok da kesin olarak betimlenmiş bir öz değil bu. Buna çekim duyan insanlara açık. Ben de mesela öyle katıldım, buraya katkı sunmak isteyen her sanatçıya açık bir yapı var. Benim burada olduğum beş yıl içinde, buranın enerjisine çekim duyan insanlar rahatlıkla katılabildiler. Her yeni kişinin katılımıyla burası değişik bir enerji, vizyon kazandı. Yeni gençlerle çalıştığımız projeler oldu, onların bir kısmı da buraya bağlandı. Bu enerjinin etrafında pek çok insan katılacak diye düşünüyorum.
Bu yıl Performans Günleri’ni KargArt ile birlikte düzenlediniz. Bu işbirliği nasıl gündeme geldi?
DA: Performans Günleri hâlihazırda İstanbul’da yapılmaktaydı, biz 2006 yılında bu organizasyonu gerçekleştirmeye başladık. Önce Performans Günleri, sonra Performans Zamanı adı altında yaptık. Geçen sene bir ara verdikten sonra bu yıl KargArt ile beraber yapmaya başladık.
YÖG: Aslında Performans Günleri’ni biz başka bir mirastan devraldık ve devam ettiriyoruz, şu anda çok farklı bir noktaya geldi. Ama ilk zamanlarda çıktığında, Disiplinlerarası Genç Sanatçılar (DASG) bunları yapmaya başladığında, İnsel İnal, Ali Can Yaraş gibi, bu, Türkiye’de performansın orijini niteliğindeydi. Yani performans sanatının orijini, DASG’ın 1996 yılında Genç Etkinlik’ten sonra yapmaya başladıkları Performans Günleri’dir. İlki Darphane’de yapılmıştı, sonra AKM’de devam etti. Daha sonra biz Bilgi Üniversitesi ile birlikte, DASG+ diye ortak bir şekilde yapmaya çalışmıştık birkaç sene önce.
DA: KargArt da hâlihazırda her sene bu etkinliği yapıyordu. Bu işbirliği çok verimli oldu. Bu senenin tematik vurgusu tiyatro ve performans dediğimiz kategoriler arasında nasıl ortaklıklar olduğu, performansın hangi durumlarda tiyatrodan ayrıştığı konuları üzerineydi. Biraz bu belirsiz alanı gıdıklamak istedik. Tiyatrocularla performansçıları karşı karşıya koymasak bile bir araya getirip, nerelerde buluşuyorlar, nerelerde ayrılıyorlar görmek istedik. Performansın gösteri dünyası, medya vs. ile nasıl bir ilişki kurduğunu görmek istedik. Bu konu başlığı ile birlikte Performans Günleri’nde ilk defa bu yıl güçlü bir teorik kısım oldu. Çeşitli gruplar tarafından yapılan sunumlar ya da kuram atölyesi gibi çalışmalarla bu belirsiz alanı biraz aydınlatmaya çalıştık. Performans dediğiniz anda, bir tanım koymaya başladığınız anda sanki elinizden sabun gibi kayıyor, çünkü kendi özelligi; performansın sürekli kendini yıkan, kendini çoğaltan ve kaçan bir yapısı var. Enterasan şeyler çıktı ortaya; mesela 10 yıl önce konuşulduğu zaman performans ve tiyatro birbirine çok karşıt şeyler iken bugün böyle bir karşıtlığın olmadığı… Çünkü tiyatro da artık performansın pek çok öğesini içinde barındırıyor. Aynı şekilde performans da artık aşırı minimal bir duruşa sahip değil. Işık yok, efekt yok, kostüm yok, prova yok, hiçbir şey önceden bilinmeyecek… Bunlar performansın 80’lerdeki halleriydi. Performans sanatçıları da artık tiyatronun unsurlarını kullanıyorlar. Işık olsun, kostüm olsun, metin olsun… Artık karşıtlıktan söz etmiyoruz, ama yine bir farklılık var tabii, yine tiyatro tiyatro, performans da performans.
Siz organizatörlerinden biri olarak Performans Günleri’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
DA: Sanatçılar birbirleriyle tanıştılar, ayrıca sanatçıların teorik toplantılara katılımı gayet iyiydi. Aslında sanatçının sürekli teori üretmek zorunda olduğu durumu belirginleşmiş oldu. Yeni işler ortaya çıktı, etkinlik olduğu için sanatçılar üretiyor, üretime sebep olmak da güzel bir şey. İşlerde belli bir kalite vardı. Söz verdiğimiz programı gerçekleştirdik, bunlar neticede olumlu şeyler. Gönül ister ki sponsorlu yapılabilsin. Hiçbir sanatçıya bütçe ayıramıyoruz, masraflarını karşılayamıyoruz. O zaman da işlerin kalitesi düşüyor; biraz daha profesyonel sanatçılar çünkü çok yoğunlar, bedavaya gelip bir şey yapmak istemiyorlar. Etkinliklere katılım da fena değildi; bazıları tamamen doluydu, bazıları biraz daha boş geçti. Çok marjinal bir alan olduğu için seyircisi de çok az, daha çok eş dost, herkesin arkadaşı şeklinde izleniyor, veyahut da sanatçılar birbirlerinin ürünlerini izliyor. Performans bu bakımdan tiyatrodan çok ayrılıyor. Tiyatro çok büyük bir sektör, sadece İstanbul’da bile binlerce seyircisi olan, her sene onbinlerce biletin satıldığı, trilyonlarca liranın dekor, kostüm ve oyunculara harcandığı büyük bir sanayi. Performans çok farklı.
2010-2011 sezonunda Galataperform’u hangi çalışmalarla göreceğiz? Görünürlük Projesi bu yıl da tekrarlanacak bildiğimiz kadarıyla. Programı şekillenmeye başladı mı?
YÖG: Gelecek seneden itibaren Galataperform’un ibresi biraz daha tiyatro ve performansa dönecek. Hatta performans da değil, tiyatro, yeni metin yeni tiyatro gibi. Zaten 3 senedir gerçekleştirdiğimiz Yeni Metin Yeni Tiyatro projemiz var. Yine buradan, bu dinamikten çıkan bir proje o. Ona daha fazla ağırlık verip yeni yönetmenleri, yeni yazarları, yeni metinleri ön plana çıkarmak istiyoruz. Tabii ki bunun tarzı her zaman çağdaş tiyatro formatında olacak. Bunu performatif, performansa yakın tiyatro olarak tanımlayabiliriz. Yani klasik anlamda bir yazar metni ile değil de, daha çok bu topraklardan çıkan, ya da yurtdışında bu minvalde çalışan, deneysel çalışan, güncel olanla uğraşan metinleri merkeze alarak çalışmak istiyoruz. Galataperform artık çağdaş gösteri sanatları için alternatif bir mekân olmaktan öte yeni yazarlar, yeni yönetmenler için alternatif bir alan olma yolunda şu anda. Bunun için de gelecek sezona ait bir çalışma programımız olacak. Mesela “Yeni Metin Yeni Tiyatro” projesinden çıkan genç yazarlarımız var, üçünün projesine ortak oluyoruz ve birlikte çıkarmaya çalışacağız. Liseli gençlerle çalışıyoruz. Onların yazdığı oyunları değerlendiriyoruz. 4 kısa oyun şeklinde çıktı. Gelecek sezon yine devam edecek. Onun dışında da özgün metinle uğraşan oyunları, Biriken projesi gibi, ya da Oyundeposu gibi tiyatro gruplarını buraya davet ederek program dahilinde değerlendirmeye çalışacağız. Görünürlük Projesi bu yıl 2 Ekim’de gerçekleşecek. 2 Eylül-2 Ekim arası 6 değişik atölye düzenlenecek. Her sene görünürlük fikri sabit kalmakla birlikte konsepti değişiyor. Bu seneki konseptimiz ise atölye çalışmaları. Performans Günleri programında da yer alan Kuram Atölyesi, Yeni Metin Yeni Tiyatro Yazarlık Atölyesi, Performans Atölyesi, Görsel Sanatlar atölyesi yer alacak. 2 Eylül-2 Ekim arası daha içe kapalı bir çalışma dönemi olacak. 2 Ekim’de elinizde harita ile aynı şekilde dolaşarak atölyeleri gezebilecek, bütün etkinliğin ürünlerini görebileceksiniz.
Performansa yakın tiyatro diye bir tanımlama yaptınız, bu kavramı açabilir misiniz?
YÖG: Performans sanatı ayrı bir janrdır. Orijini Leonardo Da Vinci’nin büyük gösterilerine, kendi tablolarıyla ilgili yaptığı sokak gösterilerine kadar gidebiliyor. Çeşitli teorisyenler, Rosalie Goldberg’den tutun Richard Schechner’e kadar, performans sanatını değişik anlamlarda tanımlıyorlar. Performans sanatı ile gösteri sanatları arasında bir fark var. Performans ile tiyatro arasında da. O nedenle bazen kafa karışıklığı oluyor. Performans deyince insanlar her anlamda gösteri gibi algılıyorlar. Dans da bir performans olabilir, tiyatro da… Bu, İngilizcede bulunan performing art teriminin Türkçede yarattığı bir karmaşa aslında. Performans sanatı çok spesifik bir dal; her türlü disiplini kıran, hepsinin dışına çıkan, radikal anlamda süreç ve performatif zamanla uğraşan, politik ya da apolitik olarak belirli sınırları zorlayan bir dal. Bu konuda çalışanlar Amerika’daki Karen Finley’den tutun, Fransa’daki Orlan’a kadar gidiyor. Ama Mercy Cunningham’a ya da Pina Bausch’a geldiğiniz zaman performans sanatından bahsedemiyorsunuz. Onlar, Türkçeye tam çevirdiğiniz zaman, benim tanımıma göre çağdaş gösteri sanatlarına giriyor. Ama şöyle bir durum da var: Performansla tiyatronun arasında olan, yani bununla örtüşen bir takım işler de var Türkiye’de. Stüdyo Oyuncuları bunu denemiştir. Kendileri için “sahnede performatif oyunculuk üzerine gidiyoruz” cümlesini kullanmışlardır.
Performatif olan nedir peki? Terim olarak canlı, o anda gerçekleşen olay anlamında kullanılır. Yani o anda bir şey oluyor, “-mış gibi” yanılsamasının dışında olan bir şeyden bahsediyoruz. “-Mış gibi” derken de şunu kastediyoruz: Sahne üzerinde hiçbir şey gerçek değildir, öyle değil mi? Her şey bir ilüzyona dayalıdır. İstersem ben bu masaya Sezin derim bu masa Sezin olabilir sahnede. Ama Sezin’i eğer ben bir bıçakla kesmeye başlarsam o performatif olur değil mi? Çünkü o an orada her şey bir anlamda gerçek olur. Bana göre tiyatroyla performansın örtüştüğü, yakınlaştığı yer, gerçeklik, gerçek bir olgu yaratma etrafındadır.
DASG (Disiplinlerarası Genç Sanatçılar) ilk ortaya çıktığında, Genç Etkinlik döneminden gelen, değişik disiplinlerden sanatçılardan oluşuyordu. Ressamlar vardı, dansçılar, seramikçiler, tiyatrocular vardı. İlk tanımı yaptıklarında Türkiye’de, şu anda başka disiplinlerle uğraşan insanlar, Aydın Teker, Emre Koyuncuoğlu gibi, o zaman performans yapıyordu. O zaman mesela tiyatro ile performans arasında çok büyük bir ayrım yapmışlardı. Performans dediklerinde “tekrarı olmayan, çoğu zaman provası olmayan ve canlı olan, o ana ait olan işleri” kabul ediyorlardı. Hatta bir ihtilaf çıkmıştı. Çünkü performans sanatı hem tiyatrodan geliyor hem de görsel sanatlardan geliyor. Görsel sanatlardan ilerleyen performans sanatı, deminki tanıma daha yakın. Nezaket Ekici’nin yaptığı çalışmalar daha beden odaklı, bedeni kendi kanvası olarak gören, Gilbert ve George’un canlı heykellerinden gelen, beden üzerinden yürüyen bir anlayış olarak ilerliyor. Ama tiyatrodan gelen kanal ile diğeri arasında bir fark var. Mesela Karen Finley’nin yaptığı da performans sanatı, ama daha farklı. Provası da var, teksti de var, tekrarlıyor, lokasyon değiştirebiliyor. Ama o solo çalışma içinde de yine canlı olan ile sınırları kırıyor, deforme ediyor. O nedenle o iki tarafın, görsel sanatçılar ile tiyatrocuların çarpışmasından kaynaklanan bir bilgi karmaşası var Türkiye’de.
Bu karmaşayı giderme yönünde neler yapılabilir?
YÖG: Bunlar bir anlamda dilin cilveleri. Türkçede öyle bir terim olmayabiliyor. Herkes kendi doğrularını bir şekilde bulacak diye düşünüyorum. Bunun üzerine bir literatür var dünyada. Mesela Schechner’in kurduğu performance studies dalı var; o ritüellerden yararlanıyor, disiplinlerarası; sosyoloji, tarih gibi farklı dalları harmanlayabiliyor ve böylece onun teorisi de çok farklı noktalara gidiyor. Schechner açısından baktığınız zaman, pratik anlamda sanatla uğraştığınızda farklı, sanat ve teoriyi birleştirdiğinizde farklı sonuçlara ulaşabiliyorsunuz. Biz bitirme projesi olarak bir performans yapmıştık, o akademik bir performanstı mesela. Aslında bunun da olması gerekiyor, akademide teori ile pratiğin birleştirildiği bir eğitim verilmesi gerekiyor. Bu karmaşanın çözümü benim bildiğim ancak, tartışarak, konuşarak ve pratik anlamda performans yaparak olacaktır.
Çok teşekkür ederiz.
Pınar Gümüş – Sezin Gündoğan / Mimesis